Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
Tarihi aşıp gelen kutlu davaya gönül vermiş, omuz vermiş, can vermiş kahraman ülküdaşlarım, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlığı uğruna ölüm karşısında sınav vermiş vefakar Bozkurtlarım, Cesaretle, inançla ve kararlılıkla Türkiye’nin ağır sorunlarını çözmeye talip olarak milliyetçiliğe gönül vermiş yol arkadaşlarım. Mübarek Ramazan ayını idrak etmekte olduğumuz bu kutlu günde Türkiye’mizin her yerinden bu toplantıya heyecanla koşarak geldiniz. Cenab-ı Allah’a kutlu davamız yolunda bizleri yeniden buluşturduğu için şükrediyorum. Hepinizi en içten duygularımla, sevgiyle ve saygıyla selâmlıyorum. Türkiye’mizin ülkesi, milleti ve devleti ile yüksek risk ve tehditlere maruz kaldığı bir dönemde olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Yapacağımız bu toplantı ile aziz dava arkadaşlarımla temel meseleler üzerinde görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Hırpalanan, haysiyeti yara alan yorgun milletimizin dikkati bugün buradadır. Buradan yükselecek sesi, onurlu ve huzurlu bir geleceğin müjdesini beklemektedir. Tarihi, ancak onu değiştirme ideali ve iradesi olanlar yazacak ve değiştirebilecektir. İnanıyorum ki, ağır sorunların altında ezilen Türkiye’miz, içine düştüğü ümitsizliğin çaresini ve ümit ışığını bu toplantıda bulacaktır. Bu vesile ile hepiniz hoş geldiniz. Safalar getirdiniz. Aziz Dava Arkadaşlarım, Bildiğiniz gibi, yarın milletimizin bütün dünyaya meydan okuduğu İstiklal Savaşımızın son adımı olan Büyük Zaferin 87. kuruluş yıl dönümünü bayram günü olarak kutlayacağız. Üç gün önce ise Türklüğe Anadolu’nun kapılarını açan ve bu toprakları vatanlaştıran Malazgirt Zaferinin 938. yıl dönümünü kutladık. Bu savaşlardan biri vatan yapmış, diğeri ise vatan kurtarmıştır. Bu iki kutlu zaferin zirve isimleri ise şüphesiz Selçuklu Sultanı Alparslan ve Cumhuriyetimizin Kurucusu Aziz Atatürk’ür. Ve Malazgirt’ten Büyük Zafer’e kadar geçen 851 uzun yılda, millet hayatı, sayısız gönül ve ülkü adamının omuzlarında taşınarak varlığını sürdürmüştür. Hepsiyle övünüyor, hepsiyle gurur duyuyoruz. Dünyanın en zorlu coğrafyasında, bin yıla yaklaşan süre, kopmadan, dağılmadan, yıkılmadan devam etmenin sırrı, öncelikle aziz millet varlığının içinden çıkabilmiş dava adamlarının varlığında aranmalıdır. Ve bu, yalnızca bizim milletimizin bekasının ve başarısının sırrı değil dünyanın bugünlere taşınan maddi ve manevi varlığının da bir gerçeğidir. İnsanlığın binlerce yıllık ilerleyişi, bir hedefe varmayı amaç edinen ve kendisine hedef arayan insanların, yaşadıkları topluma kazandırdıkları ivme ile mümkün olmuştur. Büyük davalar, büyük hayalleri olan adamların omuzlarında taşınmıştır. Büyük başarılar büyük hedeflerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Gündelik hayatın kaygıları altında vizyonları kısıtlanmış kitlelere anlam ve güç kazandıran da büyük dava adamlarının varlığı ve gösterdikleri istikamet olmuştur. İnsanı anlamlı kılan, insan olarak yaradılışından da öte; bir toplum içinde yaşıyor olmasıdır. Bu topluluğun varlığı, değerleri ve devamıyla şahsiyetinin yoğrularak anlam kazanmasıdır. Bir amaca sahip olmadan, yalnızca yaşıyor olmaktan başka bir gaye taşımayan toplumların, tarihin acımasız çarkında nasıl öğütülmüş olduğunu beşeriyetin kalıntılarında görmek mümkündür. Gerçekte gaye, hayatın anlamıdır, gücüdür. Gaye ile belirlendikçe hayat anlam kazanır. Gaye doğrultusunda yaşama ve başarma gücü oluşur. Gayeye yaklaşıyor olmak insana haz verir, mutlu eder, heveslendirir. Hayat, varlığını sürdürmek isteyen ve bunun gereğini yapanlar için mükâfatlandırıcıdır. Ancak gideceği limanı bilmeyenler için fırtınalarla dolu bir deryadır. Ne var ki gideceği yeri bilmek, ancak geride kalanı özümsemekten, bugünü anlamaktan ve geleceği hayal etmekten geçecektir. Geçmiş, bugün ve gelecek; bunlardan birinin eksikliği hedeften sapmalara, menzilin uzamasına veya nefeslerin kesilmesine yol açar. Yanlış yere saplanmak da, hedefin arkasına düşmek de, hedefsiz olmak kadar isabetten uzaktır. Geride kalan insanlığın izleri, dünü, bugünü ve yarını bir bütün olarak yorumlayamamış toplumların doğru zannettikleri yanlış yollarda nasıl heba ve helak olduklarının örnekleri ile doludur. Büyük hedefler büyük heveslerin, büyük hevesler ise büyük düşüncelerin eseridir. Tarih, henüz basit fikirlerden büyük heyecanların; küçük heyecanlardan ise büyük ülkülerin doğduğuna şahitlik edememiştir. Erciyes’teki bozkurtun sesini Ankara’da da arayan küçük beyinlerin ve küçük kafaların büyük davaları taşıdığı görülmemiştir. Uzak hedefleri kucaklayan, hayal gibi görülen ülkülerin peşinde koşanlar ancak ve ancak gönlü, yüreği, vicdanı, ruhu, heyecanı ve şuuru büyük olan adamlardır. İftiharla söyleyebiliriz ki, mensubu olmaktan gurur duyduğumuz büyük Türk milleti sadık evlatları konusunda talihlidir. Milletinin geleceğine odaklanmış, milli ülkülerle ülkülenmiş, dertleri ile dertlenmiş, zaferleriyle gönenmiş sayısız gönül, dava ve inanç adamları tarihimizi hem yapmış, hem yazmıştır. Ne zaman bir buhran kapımızı çalsa, ne vakit toplumsal sıkıntı yaygınlaşsa ve milletin devamına ne zaman bir tehdit oluşsa, yine millet içinden çıkan evlatları, millet namına emaneti teslim alarak milli bekanın devamını bugüne kadar sağlamışlardır. Türklüğü, silkinerek kendisine dönmesi için uyaran Bilge Kağan’ın asırlar öncesinden bugünlere kadar gelen seslenişi, kendisini öne çıkaran değil millet geleceğinin kaygılarını derinden duyan gerçek bir ülkücünün en güçlü ve en silinmez işaretidir. Bu öyle bir inanış, duyuş ve kendinden geçiştir ki, ancak seçilmiş adamların yoludur. Bu yol, Çin sarayını kırk yiğidiyle basacak kadar gözü kara Kürşad’ın yoludur. Bu yol, ölürsem kefenim olsun diyerek beyazlar giyen ve şehadeti şerefle karşılayan Alparslan’ın yoludur. Bu yol, kuşatılmış kaleye ulaşmak için tek başına düşmanı yaran Yıldırım’ın yoludur. Bu yol, kendi ölüm fermanını taşıdığını bilmesine rağmen gözünü kırpmadan cellada kadar ulaştıran Akıncı Beyi’nin yoludur. Bu yol, vatanına düşman ayağı değmesin diyerek 150 okkalık mermileri taşıyan Seyit Onbaşı’nın yoludur. Bu yol, iffeti ve milli namusu için silah kuşanan Kara Fatmaların yoludur. Bu yol, milletin önüne düşmüş erenlerin, alplerin, ülkü erlerinin, gözü yaşlı yüreği yanık anaların, yol gözleyen aksakallı babaların yoludur. Binlerce ülküdaşımın aziz hatıralarından devraldığımız bu kutlu yolun bugünkü yolcuları olarak sizlere diyorum ki, Yolunuz, bahtınız ve alnınız açık olsun. Cenab-ı Allah yardımcımız olsun. Değerli Ülküdaşlarım, Sizlere söylemekten gurur duyduğum bu hitap sözcüğü bile, bizi bir araya getiren ülküye ulaşmak için yaptığımız gönül birliğinin güzel bir tecellisidir. Ülkü, bizlere bir fert olmanın ötesinde anlam kazandıran, ulaşılmasını hayal ettiğimiz topyekün yüksek değerin ifadesidir. Ülkücü ise kendinden vaz geçerek varlığını ve geleceğini bağlandığı milletinin devamına ve yükselişine adamış ve odaklamış şuur sahibinin ünvanıdır. Bu müstesna unvan, millet sevgisi ve kaygısıyla öylesine eriyiş halidir ki, tıpkı sufilerin ölmeden önce Allah aşkıyla benliklerini yok edişlerine benzer bir mecz olma haliyle millet sevgisi içinde yok oluşu ifade eder. O halde ülkücülüğün çıkış noktası ve yegâne dayanağı millet sevgisi ve millet varlığıdır. Bu nedenle, denilebilir ki her milliyetçi ülkücü değildir. Ancak ülkücü olmak için milliyetçi olmak şarttır. Milliyetçilik milletine mensubiyetin ve bağlılığın, heyecanı aşan bir idrak hali ile kavranmasıdır. Ülkücülük ise milliyetçilik şuurunun gönül, vicdan ve ruhlarda yükselerek sonsuza kadar yaşatılmasının her alanda verilen mücadelesidir. Millet namına ve millet için verilen bu mücadele engellerin birer birer aşılmasını gerektiren güçlü bir iradeyi de zorunlu kılmaktadır. Bu yüksek iradeye sahip olanlara biz “dava adamı”, bu niteliklerin cümlesine “dava adamlığı” adını da veriyoruz. Bu itibarla ülkücü, durağan, geride kalmış bir hayatın takipçisi değildir. İleriye doğru yol alan millet varlığının devamını ve başarısını hedeflemiş bir vizyonun yaşayan aktif bir temsilcisi olmalıdır. Elbette ki bu yol çileli ve meşakkatlidir. Mücadele, adı üstünde, başa çıkmayı, aşmayı, çatışmayı, uğraşmayı, didişmeyi, çekişmeyi göze alabilmiş yüreklerin harcıdır.
Ülkücülük, “Vatanım, ha ekmeğini yemişim, ha uğruna kurşun” diyebilen, diyebilmiş ve diyebilecek yiğitlerin şeref payesidir. Ne mutlu ki, ülkücü hareketin muhteşem geçmişi bu liyakata ulaşmış, alnı açık, başı dik, vicdanı rahat, yüreği sevgiyle yüklü aziz ülkü şehitlerinin ve kahramanlarının hatıraları ile doludur. Ve onlarla ne kadar övünsek, gurur duysak, sahip çıksak azdır. Ülkücüler, milletinin kendilerine ihtiyaç duydukları anlarda ortaya çıkarak millet ve vatan sevgisinin sınavını ölüm ve mahkûmiyet karşısında verebilmişlerdir. Onları ve mücadelelerini unutmak asla ve asla mümkün değildir. Şayet bugün sessiz duruyorsak unuttuğumuz için değil, acılarını, mücadelelerini ve aziz hatıralarını yüreklerimizde taşıdığımız içindir. 4 Ocak 1968’de, soğuk bir kış günü, henüz 22 yaşında bir fidan iken, Ankara’da kaldığı yurdun kantininde, iftardan sonra silahla vurulan ilk şehidimiz Osmaniyeli Ruhi Kılıçkıran’ı hatırlamamak mümkün müdür? 21 Mart 1970’de Ziraat Fakültesinde öğrenci iken Yüksek Öğretmen Okulunda mahsur kalan ülküdaşlarına yiyecek götürürken şehit edilen İstanbullu Süleyman Özmen’i unutmak mümkün müdür? 8 Haziran 1970’de işgal altındaki okuluna girmek isterken şehit edilen ve üç gündür aç olduğu anlaşılan, evlad-ı fatihanın neslinden İnegöllü Yusuf İmamoğlu’nu unutmak mümkün müdür? 23 Kasım 1970’de ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava basıldıktan sonra üç günlük işkenceyle pencereden atılan Zileli Dursun Önkuzu’yu unutmak mümkün müdür? 13 Nisan 1979’da Istanbul’da camiden çıkarken bıçaklanan Tunceli’li Alper Tunga Uytun’u unutmak mümkün müdür? Ne mümkün. Biz unutsak bile tarihin tanıkları unutmaz. Unutanları da Allah affetmez. Bıçak gibi ayazlar, buz kesmiş duvarlar, karanlık ve izbe zindanlar, okula, yurda, şehitliğe açılan yollar, koşar adım gidilen kaldırımlar, Hakka uğurladığımız cami avluları ilelebet hatırlar. Onlar kurt bakışlı, aslan yürekli, kartal pençeli idiler. Şehadeti, millet uğruna gözlerini kırpmadan tercih ettiler. Hak yoluna, hakkın yanına hepimizden evvel gittiler. Adını anamadıklarımız bizleri affetsinler. Haklarını helal etsinler. Saymakla tükenmez, anlatmakla bitmez, kelimeler kifayet etmez. Yiğitliklerini ve anılarını anlatmaya yürek dayanmaz, dil yetmez. 3 Kasım 1975’te, Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencisi Alparslan Gümüş’ün 10 Mart 1977’de, üç sene sonra şehit olacak kardeşi ile birlikte koyun koyuna yatacak olan Eğitim Enstitüsü öğrencisi İrfan Öğütçü’nün 4 Ekim 1978'de, arabasına binerken 17 yaşındaki oğlu ile birlikte vurulan dava, ülkü ve siyaset arkadaşımız Recep Haşatlı’nın, 19 Kasım 1979’da, matbaasından çıkarken vurulan gazeteci ve yazar İlhan Darendelioğlu’nun, 4 Nisan 1980'de, saldırıya uğrayan sanatkâr mizaclı tevazuu sahibi gazeteci, yazar, şair İsmail Gerçeksöz’ün, 24 Haziran 1980’de, evlerinde saldırıya uğrayarak eşi ve kızıyla birlikte hayatını kaybeden Ali Rıza Altınok’un, 27 Mayıs 1980'de, silahlı saldırı sonucu Kavaklıdere'de evinin önünde, şehit edilen dava ve devlet adamı Gün Sazak’ın, 12 Haziran 1980’de, Adana'da şehit edilen işçi ve sendikacı ülküdaşımız 31 yaşındaki AYŞE Çetinkaya’nın şehadetleri asla ama asla unutulamaz. 16 Ağustos 1980’de, 44 yaşında iken vurularak yaralanan ve 12 Eylül 1980 tarihinde Hakkın rahmetine vasıl olan halk müziği sanatçısı, hepimizi sesiyle coşturan Adana’lı Mürüvvet Ana, Mürüvvet Kekili unutulmaz. Milleti sevmenin bedelini darağaçlarında ödeyeceklerini bir an bile akıllarına getirmemiş olan şehit ülküdaşlarımız Ahmet Kerse, Ali Bülent Orkan, Cengiz Baktemur, Cevdet Karakaş, Fikri Arıkan, Halil Esendağ, İsmet Şahin, Mustafa Pehlivanoğlu, Selçuk Duracık unutulmaz. Ve daha nice binlerce ülkü eri, ülkü şehidi unutulmaz, unutulamaz. Unutmak için ben ülkücüyüm diyen hiç kimsenin kalmamış olması, aklın, zihnin, haysiyet ve şerefin vicdanlardan silinmiş olması gerekir. Görevlerini, unvanlarını katkılarını ayrı ayrı söylemeğe gerek yoktur. Çünkü, ülkücülük en büyük unvan, şehadet en yüce makamın adıdır. Dahasını saymaya ne nefesimiz yeter ne yüreğimiz dayanır. Yıllar, mevsimler, haftalar, günler saymakla tükenmez. Onlar, Yusuf yüzlü, Eyüp sabırlı, Yavuz yürekli, Yunus gönüllüydüler. Hepsinde ayrı güzellik, hepsinde yiğitlik, hepsinde meşakkat vardı. Anıları hala sıcak, mücadeleleri gözümüzün önündedir. Ve başka yönleriyle bugün de devam etmektedir. Unuttuğumuz sanılmasın. “Çankaya yokuşunda balam!” diye başlayan marşlar kulağımızdadır. Hasretle söylediğimiz “Çırpınırdı Karadeniz” hala dilimizdedir. Yollar, kaldırımlar, yurt odaları, okul binaları, kahvehaneler, mahkeme salonları, nezarethaneler, hastane koridorları onbinlerce ülkücünün hatıralarının en yakın tanıklarıdır. Ve ne mutludur ki, bu kutlu yolun temsilcilerinin gazileri bugün hayattadır ve anıları da mücadeleleri de yaşamaya devam etmektedir. Onlar bizim şerefli geçmişimizin abideleridir. Mücadeleleri rehberimiz, davaları yolumuz olsun. Bir gün yaşayanlar tarih olur, bu günler çok geride kalırsa, Ve beşerin hafızası, olur da bir gün kurursa, niyazım odur ki Cenab-ı Allah nesillerimize unutturmasın. İlahi bir sır gibi hatıraları, davaları ve dünyaları daim olsun. Mekanları Cennet olsun. Kabirleri nur olsun. Allah hepsinden ayrı ayrı razı olsun. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Çağdaş yorumu ile millet, “geçmişte müşterekler oluşturarak bir araya gelmiş, bu kolektif yapıyı gelecekte de sürdürmeyi isteyen “bütünleşmiş” toplumu” tanımlamaktadır. Ve elbette ki bu süreçte dil, inanç, kültür, akrabalık, soy birliği önemli rol oynamaktadır. Tanımda adı geçen “geçmiş ve gelecek” gibi vakit bildiren iki değerin anlamı, milletin oluşumu, varlığı ve gelecekteki mevcudiyetinin inşası için olmazsa olmaz faktörün “zaman” olduğunu ortaya koymaktadır. Millet olma hali, durağan ve sonuçlanmış bir netice değildir. Değişen sosyo-kültürel ve ekonomi-politik faktörlerin insanlar üzerindeki bitmez tükenmez etkileri nedeniyle zaman içindeki yolculuğunda devam eden bir sürekli oluşun adıdır. O halde, bir millete, anlam ve derinlik kazanması için ortak geçmiş şarttır. Ancak gelecekte yaşama arzusunu gösteremeyen bir milletin de vizyonunun tükendiği yerde tarih olması kaçınılmaz bir hayat gerçeğidir. Bu açıdan, bir gelecek kaygısı olmayan milletlerin, hayatlarını yalnızca mazideki günlerini anarak sürdürmeye başlamaları, aslında tarih olmaya başladıklarının da en önemli işareti sayılmalıdır. Yaşanan her an geride kalacaktır. Bu nedenle, yaşamak isteyen her milletin sürekli geleceğe bakması, ulaşılacak devamlı yeni hedefler tayin etmesi ve bunları birbirine eklemesi, varlığını sürdürmesi bakımından mecburiyettir. Tarihi bir millet olmakla, tarih olmak arasındaki temel fark buradadır. Ülkücü, zamanı, yaşanan anın dar kalıpları içinde yorumlamaz. Yaşanmış geçmişi yaşanacak geleceği inşa etmekte bir ibret ve övünç dönemi olarak görür. Hareketimizin Başbuğu Alparslan Türkeş’in “davamız Türk milletinin varlığını yüceltmek ve ebediyen devam ettirmek davasıdır” sözündeki “ebediyen” kavramı Türklüğü sonsuz bir zamana taşıma kaygısının çok veciz bir anlatımıdır. Ülkücünün gelecek vizyonu, Türk milletinin dünya üzerinde olmasını arzuladığı en üst mertebeyi hedef alan ve uzun vadeyi kapsayan ufuk ötesi bir menzilin arayışı olmalıdır. Bunun en güzel örneklerini ülkücü perspektifin tam bir abidesi olan Orhun Yazıtlarından itibaren tarihimizin kilometre taşlarında görmek mümkündür. Başbuğumuzun kendi diliyle “varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesi” olan ülkü kavramı, Türk milletinin geleceğe ulaşmasını, mutlu ve güçlü olmasını özünde taşımaktadır. Sınırı ve sonu olmayan bir hayal gibi görülen ülkümüz, her ülkücünün milletimizi yükseltirken kullanacağı yegane zemin ve milliyetçiliğimizin yol haritasında bir kılavuz çizgisidir. Gökalp buna ”milletin mazisinden gelip onu istikbaline doğru iten fikri hamlesidir” demektedir. Devlet-i ebed müddet ve millet-i ebed müddet ancak böyle oluşur. Bizim anlayışımıza göre Türk milleti tarihten gelmiş ve mutlaka ilelebet yaşayacak bir yüksek değerin adıdır. Kapsayıcı zaman telakkisine sahip ülkücüler için hayatın anlamı, kendi varlıkları ile başlayıp biten faninin ömrü ile sınırlı değildir. Çağları aşan bir yolculuğun, ufkun ötesini gören bir vizyonun eseridir. Bu nedenle, geçmişin çok, bugünün az ve geleceğin hiç konuşulmadığı düşünce ortamının yaygınlaşması hepimizi korkutmalıdır. Dar alana hapsolan fikir ve yorum dünyamızdaki kısırlık ufkumuzu daraltacak, vizyonumuzu azaltacak bir fikri döngünün içten içe başladığının işareti sayılmalıdır. Tarih bizim için kutludur ve bizi bugün var eden değerlerin yoğrulduğu oluş ve hatıraların toplamıdır. Ancak, yalnızca tarihle oyalanarak, tarihle yetinerek kendini tekrarlayan bir anlayışın giderek “ülkü”den uzaklaşması tehlikesi hepimizi derinden düşündürmeli ve mutlaka ürpertmelidir. Dava adamı Merhum Dündar Taşer Bey’in “biz kaybedilmiş medeniyetin çocuklarıyız, o kaybedilmiş medeniyeti yeniden kuracak olan sizlersiniz" diyerek ülkücü gençliğe çizmeye çalıştığı ufkun ve göstermek istediği hedefin anlamı da burada aranmalıdır. Geçmiş, bugün ve gelecek üzerindeki bu açıklamaların ışığında peşine takıldığımız, ardına düştüğümüz “ülkü” için söyleyeceklerimiz şudur: Ülkümüz, Büyük Türk milletini, Ona farklılık, anlam ve değer kazandıran; Tarihin derinliklerinden terkip yaparak getirdiği, dil, gönül, ahlak, inanç, akıl ve vicdanda taşınan muhteşem değerler manzumesini, Bir kutlu emanet olarak köklerinden kopartmadan, anlayıp, kavrayıp koruyup, geliştirerek, İnsanlık var oldukça sonsuza kadar yaşatmak; Bu yüksek değerleri temsil etmesini hedeflediğimiz milli devletimizin, Türklük, İslamlık ve insanlığın barış, huzur, adalet ve esenliği için, Yeryüzünün en güçlü devleti olmasına çalışmaktır. Değerli Ülküdaşlarım, Ülkücülük, milliyetçiliğin “şuurlu eylem” ve “fikri hareket” hali olduğuna göre olmazsa olmaz şartımız millet gerçeğidir. Tarihin neyin mücadelesi olduğuna yönelik evrensel soruya her ülkücünün vereceği tek cevap vardır: “Tarih milletlerin mücadelesidir.” Bize anlam ve ruh veren, varlığımıza değer katan öncelikle aynı millete mensup olmamızdır. Fertten başlayarak, aile, akraba, sülale, kabile, boy ve millet gibi iç içe geçmiş sosyolojik halkaların bize göre sonuncusu ve en güçlü bağlayıcısı millet oluşumudur. Türk Milletinin sosyo-kültürel kimliği binlerce yılın, onlarca asrın kaynaşması ile oluşmuştur. Türk dili, Türk töresi ve Türk kültürü etrafında “zaman” harcı ile oluşan bu muazzam bileşenler İslam dini ile şeref ve zenginlik kazanmıştır. Türklüğün insanlığa yön vermek isteyen fütuhat arayışına, İslamın insaniyete huzur verme mesajları birleşmiştir. Bu duygu ve ülkülerle beslenerek oluşturulan Türk Cihan Devletleri tarihe damgasını vurmuştur.
Büyük Türk milleti asırlar içinde bu mükemmel yapıda buluşmuş, zirve isimlerle seslenmiş, söylemiş, dertlenmiş, savaşmıştır. Özlemlerini, ülkülerini, tasalarını, sevinçlerini ve zaferlerini bağrından çıkmış olduğu evlatlarının üzerinden dile getirmiştir. Türk milleti,
Başka yerlerde aramaya gerek yok. Türk milleti budur. Kerkükte hoyrattır, Gence’de mahnı, Anadoluda Bozlaktır, Egede Zeybek, Üsküp’te ağıttır, Kırım’da yır. Kaşgar’da sagu’dur, Ötüken’de koşuk, Türküdür, şarkıdır, koşmadır. Semadır, semahtır, ilahidir. Destandır, mehterdir, marştır. Ve Türklüğün her yanında; Gönüldür, sevgidir, huzurdur. Yiğitliktir, sadakattir, ahlaktır. Buluşma, kucaklaşma, kaynaşmadır. Seferde nefer, tarlada çiftçi, tezgahta işçi, sınırda gözcü, Evinde kınalı bir elin, alın teri, göz nuru, el emeğidir. Rengini şehit kanından alan ve Bütün vatanı çepeçevre kaplayan, ay yıldızlı al bayraktır.
Biliyorsunuz, biz yola çıkarken; Horon kadar Karadeniz, zeybek kadar Egeyiz. Karşılama kadar Trakyalı, halay kadar, bar kadar, semah kadar Doğuyuz, Güneydoğuyuz Anadolu’yuz, demiştik. Ve sizler bu mukaddesatın emanetçilerisiniz. Bu yadigar, tarih boyunca emin ellerde taşındı ve size kadar ulaştı. O ellere duacıyız. Şimdi tarih size görevimizi bir kez daha hatırlatıyor. En zor şartlar altında bile olsanız bütün kalbimle sizlere inanıyorum ki;
Başka yerde aramayın. Aradığımız bizde. İçimizde. Özümüzde. Ecdadınızda ne varsa sizde de var. Kendinize inanın ve güvenin. Onlar başardı, siz de mutlaka başaracaksınız. Değerli Dava Arkadaşlarım, Ülkücü, Türk milliyetçiliğine dayanan yalnızca ideolojik bir duruşun, anlayışın ve tavrın sahibi değildir, olmamalıdır. Bununla yetinmemelidir. Aynı zamanda bozkurt gibi kılavuzluk edeceği milletimizle kaynaşarak tam bir çekim merkezi de olmak durumundadır. Ne var ki bu, ağır bir yük, büyük bir sorumluluktur. Her beden taşıyamaz, her fani anlayamaz ve her kişi kaldıramaz. Bu nöbet değişiminde hepimiz açısından asıl zorluk buradadır.
Ülkücü görünmek kolay, ülkücü olmak zor, ülkücü kalmak ise çok daha zordur. Bu yüzden, Merhum Galip Erdem Bey “Ülkücü” kavramını; “Ülkücüler, Ülkücü geçinenler ve Ülkücülükten geçinenler” diye üçe ayırmıştır. Günlük hayatın tahribatını aşmak, hedefi önümüze koyup ona kilitlenmek lazımdır. Ülkücüyüm demenin şartları ve sorumluluğu ağırdır.
O halde cevabını arayacağımız temel soru şu olmalıdır: Nasıl bir irade, nasıl bir karakter, ne şekildeki bir olgunluk ve nasıl bir şuur bizleri bekliyor? Ülkücülüğe niyet etmek, işin en kolay aşaması ve başlangıcıdır. Asıl zorluk ülkücü kalmaktadır ve onun da şartları bellidir. Ülkücüyüm demek ve ülkücü olarak yaşamak için;
sahip olunmalıdır. Dava adamlığının vaz geçemeyeceğimiz kıstasları bunlardır. Bunlara eriştiğimiz ölçüde ülküye de yakınlaşmış olacağız. “Yüksek ülküleri nasıl bir ruh, terbiye ve karakter yapısı taşıyabilir”, şeklinde soracağımız soruların karşılığı bunlardır. Bunlar hepimizin ulaşmak istediği ülküye bizleri eriştirecek “ülkücü şahsiyetin” temel kriterleridir. Zira bir fikir akımının ahlakı ve ahlak arayışı, kendisine hedef tayin ettiği ülkülerle sıkı sıkıya ilgilidir. Bir dava hangi hedefe gitmek istiyorsa ona uygun bir ahlâk ve şahsiyet profili geliştirmek mecburiyetidir. Her ülkücü, kendi nefsinden başlayarak, milletine ve insaniyete kadar olan sorumluluklar ve gayeler hiyerarşisini bilmek ve şu sorulara kendisi açısından cevap aramak durumundadır:
Bu itibarla, milletimizde olmasını hedeflediğimiz değişikliklerin bize düşenlerini önce kendi şahsiyetimizde gerçekleştirerek başlamalıyız ki inandırıcı olabilelim. Elbette ki hepimiz insanız. Kusurlarımız ve eksiklerimizle birlikte yaşıyor ve yer ediniyoruz. Ancak hedefimiz belki de hayat boyu sürecek bir mücadele ile irademizi geliştirmek ve noksanlarımızı tamamlamak olmalıdır. Bizleri yolumuzdan alıkoyacak, şahsiyetimizi kırılmaya uğratacak engelleri atlamak mecburiyetindeyiz. Başka yol ve çare de kalmamıştır. Başarmaktan başka seçeneğimiz yoktur. Tuzaklarla dolu engelleri aklımızla birer birer aşmalıyız. Aşacağız. Biz bu sinsi kuşatmayı yarmalıyız. Yaracağız. Türk milletini düştüğü darboğazdan kurtarmalıyız. Kurtaracağız. Mutlaka başarmalıyız. Başaracağız. Bu kudret sen de var. Bu inanç sende var. Bu yürek sen de var. Yeter ki kendine inan. Varsın çıkarcılar işbirliği yapsınlar. Varsın hainler güç birliği yapsınlar. Biz hepsine yeteriz. Hepsinin bileğini tek başımıza bükeriz. Bunların hakkından tek başımıza geliriz. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Dileğimiz, beklentimiz ve ümidimiz, milletimizin yükselen bir seyir ile insanlık aleminde saygınlığının, etkisinin ve hakimiyetinin ilelebet devam etmesidir. Ama ne yazık ki tıpkı insanların hayatı gibi milletlerin hayatının da iniş çıkışlarla dolu olması kaçınılmaz bir vakıadır. Tarihimiz kuruluşlar ve yıkılışlar, gelişmeler ve gerileyişler arasında yaşanan med-cezirlerin, bazen kutlu, bazen talihsiz hatıraları ile doludur. Ve ne yazıktır ki binlerce yıllık milli tarihimiz içinde bugün yaşadıklarımız, sıkıntılı ve sancılı bir dönemin emarelerini taşımaktadır. Orhun anıtlarının dili ile tanımlarsak “ilin” tartışıldığı, “törenin” bozulduğu “dirliğin” kaybolduğu bir buhran yanı başımızdadır. Takdir edersiniz ki, işlerin olağan gittiği, normal seyrettiği, dirlik ve düzenin sürdüğü dönemlerde dava adamlarına olan ihtiyaç azalmaktadır. Buna karşılık, bunalımların yaklaştığı, buhranların yaşandığı dönemlerde dava adamlarının sorumlulukları daha da artmaktadır. Türkiye’nin ve Türk milletinin son yıllarda yaşadığı beka düzeyindeki tehditler, bu ülkenin kurtarıcısı ve kurucusu olan milliyetçilere ve ülkücülere yeni ve çok daha önemli bir görev yüklemektedir. İlhamını ve sevgisini Türk milletinin köklü tarihinden alan ülkücü hareket, devletimizin ve milletimizin bekası için bugün dünden daha önemli görevlerle karşı karşıyadır. Zira, ne üzücüdür ki bugün ecdadımızın geçmişte sergilediği küresel güç gösterilerinden oldukça uzaklara düşmüş bulunuyoruz. Bir zamanların cihan devleti, şimdi dar bir coğrafyaya, küçük bir ekonomiye, yozlaşmış bir kültürün içine sıkıştırılmak istenmektedir. Anadolu’nun ceddimiz tarafından fethi ile birlikte kin ve intikam duyguları ile beslenen haçlı hayalleri, aziz yurdumuzu elimizden almak için Sevr’den sonraki kolladıkları ilk fırsatı yakalamış görünmektedir. Devletimiz kalıcı ve köklü stratejiler üretmekten çok uzak kalmış, küresel kaosun bir parçası haline gelmiştir. Başta ekonomisi olmak üzere, milli menfaatleri, gelecek projeleri ve milli varlığı egemen güçlerin insiyatifine teslim edilmiştir. Bu teslim süreci yaklaşık yarım yüzyıldır milletimize yönelik oynanan ve dayatılan sessiz deformasyonun kaçınılmaz sonucudur. Söz konusu yönlendirmeden kaynaklanan zihniyet bozulması ve milli ataletten kaynaklanan kokuşma, sonuçta aydınlarımızın çekim alanını batıya ve özellikle Okyanus ötesine yöneltmiştir. Nizamülmülkleri, İbn-i Sinaları, Uluğ Beyleri, Farabileri, Akşemsettinleri çıkartan bu millet bugün hiçbir değer üretemez hale gelmiştir. Fason fikirler, içlerinde sinsice yerleştirilmiş virüsleri taşıyan süslenmiş kavramlarla bütün benliğimizi yiyip tüketmektedir. Yozlaşmış bürokrasi, tekelci sermaye ve batıcı elitlerin koalisyonundan oluşan ittifak, küresel sermayeyle işbirliği yaparak, milli olan her şeyi tahrip etme gayretindedir. Bu saldırılardan yalnızca maddi kıymetlerimiz değil, kimlik ve kişiliğimizi inşa eden değerler sistemimiz de nasibini almaktadır. Zira yeni sömürgecilik, insanlığın binlerce yıllık tecrübelerinden süzülerek gelen milli kültürleri tahrip etmek istemektedir. Hedeflenen, kimliksiz insan yığınlarından oluşan, kolay idare edilebilir bir dünyadır. Bu yıkım süreci artık, bir milletin hayatta iken kendi ölümünü seçmesi demek olan “toplumsal ötenaziye” doğru yol almaktadır. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar pervasızlaşan, Türk ve İslam dünyasına açık tehdit haline gelen “yeni küresel emperyalizm”, teslimiyeti reddeden milletleri parçalamayı hedeflemiş görünmektedir. Yeni Dünya düzeni denen bu tehdidin önündeki en büyük engel milli devletler ve güçlü millet oluşumlarıdır. Bu nedenle küreselleşme, milli devletlerdeki yönetim iradesinin millet üstü birliklerle paylaşılmasını ısrarla dayatmaktadır. Bunun olmaması halinde alt kimliklerin tahriki devreye sokulmaktadır. Dayatmanın özü, “ya üste bağlan ve egemenliği paylaş, ya alta in paylaşarak çözül” olarak formüle edilmiştir. Bizler iyi biliriz ki, aslında bu siyasetin kaynağı eskidir ve bir asır önce de Türk milleti üzerinde yine oynanmak istenmiş, süngü ve iman gücüyle bozulmuştur. Ve üzücü olan tarafı, bugün haritada aramızda mesafe bulunan Washington, Brüksel, Londra, Paris, Erivan ve Erbil sanıldığı gibi uzaklarda değildir. Bu başkentlerin temsilcisi işbirlikçi zihniyetler aramızdadır ve maalesef topluma yön verecek mevki ve makamlardadır. Fabrikada iş adamıdır, mecliste politikacıdır. Üniversitede öğretim üyesi, cemaatin güvendiği kanat önderidir. Medyada patron, gazetede köşe yazarı, devlette bürokrattır. Bu karanlık tabloda, Türk milliyetçilerinin milli coğrafya, milli varlık ve milli beka için duyduğu kaygılar ve tehditler, 1919’lu işgal yılları ile örtüşmeye başlamıştır. Üstelik tehdit bu kez dışarıdan değil içeriden gelmektedir. Şark Meselesi adı verilen tarihi emellerin günümüzdeki Truva atı görevini şimdiki yöneticiler üslenmektedir. Bu zihniyet, Türk milletini çözmek, Türk devletini bölmek için dayatma projeleri üreten güçlerle “kutsal bir ittifak” halindedir. Türkiye’de uygulanan küresel bir operasyonun son aşamalarına gelindiği anlaşılmaktadır. İşbirlikçi bu iktidarın yönetiminde;
Türkiye’nin ufkunda kara bulutlar toplanmaktadır. Türkiye her yönden kuşatılmakta, iç ve dış güvenlik sorunları giderek ağırlaşmakta, milli değerlerimiz hor görülmekte, milli kimliğimiz tartışılmaktadır. Karşımızdaki tehlike, çok yakın, çok büyük ve çok ciddidir. Bu tehdidin farkına varan, helal süt emmiş yüreklerde milletimizin geleceğine yönelik vatansever kaygılar uyanmakta ve mecrasını aramaktadır. İnanıyorum ki, zaferimizle sonuçlanacak bu mücadeleden, yalnızca Türk milletini değil mazlum milletleri de kurtaracak bir model doğacaktır. Sorunlara Türkiye merkezli bir perspektifle bakan Türk milliyetçileri, Ülkücü Hareketin yaktığı meşale ile yeni bir çığır açacaktır. Bu inanç bizde vardır, bu yürek bizde vardır, bu sevda bizde vardır. Geçmişte size ihtiyaç olan her anda ortaya çıktınız ve bayrağı yükselttiniz.
Bugün de bu sinsi kuşatmayı yaracağız. Türk milletini düştüğü darboğazdan kurtaracağız. Dün Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da gördük. Emeller aynı, yöntemler benzer, işbirlikçiler tanıdık. Buradan hepsine sesleniyorum: Sakın aldanmayın. Yanlış hesap yapmayın. 94 yıl önce bu hatanın bedelini Çanakkale’de ödediniz. 87 yıl önce Türk’e kefen biçmenin bedelini İzmir’de ödediniz. O günkü ruh ölmedi, bugün burada bu salonda yaşıyor. Hevesiniz boşuna, çabanız beyhudedir... İşte Çanakkale’yi geçilmez yapan ruh bütün asaletiyle bu salondadır. Milli Mücadeleyi gerçekleştiren inanç bugün dimdik bu salondadır. İhanet çemberi ve kuşatma mutlaka kırılacaktır. Türk Milleti mutlaka selamete çıkarılacaktır. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Baştan beri yaptığımız konuşmada, millet adına vereceğimiz mücadelenin artık zorunlu ve kaçınılmaz olduğundan söz edip durduk. Her alanda ağır bir buhran yaşayan ve tehdit altında olan değerlerimizin savunulmasında mücadelenin şart olduğunu ısrarla söyledik. O halde burada, mücadeleden ne anlamamız gerektiğinin de bilinmesinde fayda mülahaza ediyor, bu konuda hepinizi aydınlatmak istiyorum. Bu dava, konuşmamda belirttiğim gibi, vatan sevgisinin sınavını şehadet, mahkûmiyet ve mağduriyet karşısında verebilmiş, bu değerler uğruna neleri göze alabileceğini ispat etmiştir. Elbette her mücadele şerefli ve saygıya layıktır. Ancak her manevi ve maddi kayıp bizde silinmeyen hatıralar da bırakmaktadır. Üstelik böylesi bir ferdi mücadelenin ihtiyaç göstereceği kadar vahim hale gelmiş vasat Allah’a şükür ki mevcut değildir. O halde sizlerden istediğim, milletimizin uyandırılması, tahrikçilerin uyarılmasında meşru ve yasal imkân ve çizginin kullanılmasıdır. Demokratik yönetimin sunduğu imkânlar, bölücülere ayrılma talepleri konusunda fırsatlar sunduğu kadar, buna direnecek milliyetçiler için de aynı imkânları fazlasıyla sunmaktadır. Milliyet, kimsenin reddemeyeceği bir insanlık gerçeğidir. Türk milleti de milliyetinin farkındadır. Fakat insanlar milliyetlerine mensubiyetin şuuruna varmadıkça, kültürel veya siyasî milliyetçilik üretmelerini beklemek de mümkün değildir. Bu durumda bizlere düşen görev, milliyetçiliğin yalnızca coşku yönü ile kalmamasını ve yetinilmemesini sağlamaktır. Bir yandan, karşımızdaki tehdidin bütün yönlerini anlamak ve anlatmak; diğer yandan ise ekonomik mutluluk ve refahın, eşitlik, paylaşma ve adaletin de milliyetçi düşüncede bulunduğunu kabul ettirmek durumundayız. Gördüğümüz tehlikeler, tehditler ve riskler konusunda bütün vasıta ve platformları kullanarak milletimizi uyarmakla yükümlüyüz. Çok şükür ki, utanacak, saklayacak, çekinecek, korkacak bir şeyimiz yoktur. Alnımız açık, başımız diktir. Bizim çağrımız, kardeşlik çağrısıdır. Bizim çağrımız, birlik çağrısıdır. Siyaseten yollar kapanmamıştır. Bu yolu, sunduğu bütün imkân ve vasıtaları ile kullanacağız. Ve mutlaka başaracağız. Değerli Arkadaşlarım, Milletini sevmenin en önemli ve en yüksek göstergesi elbette ki uğruna ölümü göze almak gibi büyük bir feragati göstermektir. Bu konuda ülkücüler fedakârlıklarıyla milli vicdanda kuşku bırakmayacak kadar kesin olarak yerlerini almışlardır. Ancak, millet uğruna yaşamak, çalışmak, çalıştırmak, imar etmek, yönetmek, aile kurmak, iş ve aş sahibi olmak, üretmek, çocuk yetiştirmek de vatan görevidir. Ülkücü, bu sorumluluklarını da yerine getirmeli, iyi bir vatandaş, çalışkan bir fert, katılımcı bir fert, yönetimi yönlendiren, talep eden, uyaran, tepki gösteren ve gerektiğinde masaya yumruğunu vurabilen demokratik unsur da olmalıdır. Türk milliyetçilerinin vazgeçemeyeceği sevdası ve Türk milliyetçiliği pratiğinin önceliği Türkiye’dir. O halde milliyetçiliğin siyasal iktidar olmasını hedefler hiyerarşisinde en öne çıkarmak gerekmektedir. Türkiye’ye zarar verecek her adım, bizim varlık sebebimizi de ortadan kaldıracaktır. Türkiye güçlü olmadığı, milletimiz ileri bir düzeye ulaşamadığı takdirde, ülkücülüğümüzün 200 milyonluk Türklüğü ve bütün mazlum milletleri kapsayan anlamı hiçbir şey ifade etmeyecektir. Bu itibarla, her milliyetçi ve ülkücü; Türkiye Cumhuriyeti’nin meşakkatle kazandığı hak edilmiş ve çağdaş bir değer olan demokrasiye sonuna kadar bağlı olmalıdır. İnsanın insan olması sıfatından kaynaklanan, temel hak ve hürriyetlere saygı duymalıdır. Herkes için bağlayıcı olan adaleti, düzeni, barışı ve hürriyeti birlikte tesis etmeyi hedefleyen hukukun üstünlüğüne inanmalıdır. Vatandaşların inançlarını yok saymadan, bir arada kardeşçe yaşamasını temin eden din ve vicdan hürriyetini savunmalıdır. Bunlar bizlere demokrasinin getirdiği nimetler ve yükümlülüklerdir. Ve milli kültürümüzde kökleri vardır. Bunları savunduğumuz ölçüde toplumun da teveccühü artacaktır. Birkaç idealistin önden koştuğu ancak arkasında milletin olmadığı ve kimsenin katılmadığı mücadelelerin başarı şansı yoktur. Bugün demokratik teşkilatlanma zemini olmasa, kendisine ulaşabileceğimiz, bize katılmasını sağlayabileceğimiz kişilerin sayısının birkaç yüzbini bile bulmayacağını söylemek abartılı olmayacaktır. Günümüzdeki büyüklüğümüz, demokratik siyasetin mekanizmalarının kullanılması ile ortaya çıkabilmiştir. Bunun nimetini bilmek ve daha fazla yararlanmak lazımdır. Bu açıdan ülkücüler, demokratik zemini kullanacaklar, başka mecralarda, denetimsiz ortamlarda, kontrol dışına çıkabilecek maceralarda yer almayacaklardır. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu kahramanlarının o çok zorlu günlerde bile, silah kuşanıp cepheye gitmeden önce ısrarla yapmaya çalıştıkları kongreler ve toplantılar, inanmaya, inandırmaya yönelik en güzel ve en başarılı siyasal mücadele örnekleridir. Bugün partimizi sokakta arayanlar aslında bize hiç bakmayan ve hiç görmeyenlerden oluşmaktadır. Ülkücülük ve milliyetçilik marjinal bir anlayış ve sokak hareketi değildir. Sokakta bulunmamıştır. Sokakta kurulmamıştır. Sokakta kaybedilmeyecektir. Türkiye’ye düşündüğümüz bütün iyilik ve güzellikler için sokakta değil iktidarda olacağız. İktidar olmayı hedefleyeceğiz. Türk devleti ve milleti güçlüdür. Başımızdaki her belayı defedecek imkânları vardır. Yeter ki bu gücü kararlılıkla harekete geçirecek, kullanabilecek bir siyasal iktidar işbaşında olsun. Aşılmayacak hiçbir zorluk yoktur. Ancak bozguncuların da bilmesini istediğim şudur: Yeri gelirse, can feda olsun, Anadolu yeniden fethedilir. Değerli Arkadaşlarım, Biz Türk milletine gönülden bağlıyız dedik. Varlığımıza anlam katanın ona ait değerler olduğunu savunuyoruz. Sevdamız budur. Ancak, milletimize olan sevgimiz, başka milletlere düşmanlık gerektiren bir nefretin kaynağı değildir. Şereflendiğimiz İslam inancı ve ecdadımızdan aldığımız hâkimiyet mefkuresi, önce bütün dünyadaki Müslümanları ve sonra bütün mazlum toplumları ve insanlığı sevmemizi ve saygı duymamızı da gerektirmektedir. Bizim milliyetçiliğimiz başka milletleri hor ve hakir gören ilkel ve ırkçı bir bakış körlüğü değildir. Milletler topluluğunun eşit ve onurlu üyesi olarak, yalnızca ve öncelikle Türk Milletinin varlığını ve hakkını sonsuza kadar koruma ve yüceltme ülküsü üzerinde şekillenmiştir. Ülkümüz, önce milletimizi ve milletimiz vasıtası ile bütün insanlığı, zulümden, acıdan, sömürüden, adaletsizlikten, zorbalıktan kurtaracak cihan şümul bir inancın ifadesidir. Ancak, bu yüksek hedefi ararken, önümüzdeki küçük çukurlara düşerek meşgul olmamak hepimizin dikkat etmesi gereken konudur. Kendi içinde kucaklaşma sorunları yaşayan bir milletin bütün insanlığı kucaklayan bir anlayışı hakim kılmasını düşünmek zaten mümkün değildir. O halde ilk ve öncelikli konu millet kaynaşmasının yaşanması olmalıdır. Bugün Türkiye büyük ve kapsamlı kargaşa ve kaosun içine çekilmek istenmektedir. Milletimiz üzerinde yüzyıllardır emelleri olanlar, her cepheden saldırıya geçmişlerdir. Binlerce yılda oluşan milli kimliğine yönelik içteki ve dıştaki yoğun tahrik, taciz ve saldırılar artmıştır. Türk Milliyetçileri ve ülkücüler bugün karşımıza çıkarılan tuzakları ve oyunları bilmek durumundadır. Karşımızdaki ihanet projesinin hedefi;
Bugüne kadar süregelen varlığımızı; öncelikle birlik ve bütünlüğü sağlayan fikir, inanç ve devlet adamlarının çabalarına borçlu olan bir milletiz. Bizi tarihin acımasız çarkında öğütülmekten kurtaran, saygın ve köklü bir millet yapan en temel yönümüz sosyo-kültürel birliğimizdir. Nitekim, Ertuğrul Gazi ve torunlarının da en önemli başarısı, Anadolu Türkmen boylarını ve beylerini, kavga ve kargaşadan uzak tutup, ortak hedeflere yöneltmiş olmalarıdır. Söğüt toprağından beslenen küçük fidandan, koca bir Cihan devletinin oluşunun sırrı, kardeşliğin ve kaynaşmanın sağlanmasındadır. Bu, temel ilkelerdir ki, 400 çadırlık bir Türkmen varlığından, üç kıtaya yayılan küresel bir kudretin doğmasını sağlamıştır. Bu hasletler, eminim ki hala bu topraklarda ve bu topraklar için atan yüreklerinizde, nadide bir Türkmen işlemesi gibi tertemiz olarak durmaktadır. Ve inanıyorum ki, insanlığa hakkaniyet dersi vermek isteyen aziz milletimiz onu saklı durduğu yerden çıkartacak kudreti beklemektedir. Milletimiz, onurlu, huzurlu, müreffeh ve saygın bir gelecek için milli varlığımız ve dirliğimiz etrafında kucaklaşmak zorundadır. Türk milletinin kabiliyeti ve tarihi mirası bunu çok kısa sürede başaracak güçtedir. Anadolu Beylikleri döneminde olduğu gibi birbirine düşmüş beylerin kargaşasından kucaklaşma ile bir küresel devlet oluşturan ecdadın kılavuzluğu, büyük Türk milletini yine hak ettiği yere mutlaka yükseltecektir. Bize göre, bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insanımız Cenab-ı Allah’ın kutsal bir emanetidir. Türk milletini oluşturan her fert tarihimizin kutlu bir hatırasıdır. Ve o Tarih şahittir ki, zulme uğrayan, dost arayan kardeşlerimizin en emin sığınağı da, yüzyıllar boyunca milletimizin konuksever ve şefkat dolu yüreği olmuştur. Bu kaynaşma ve kucaklaşma devam etmektedir. Mutlaka ve mutlaka sürecektir. Beraberce, mutlu günlere doğru kat edeceğimiz daha çok yüzyıllar vardır. Her yöreyi, bin yılın barışından ve kardeşliğinden doğmuş insanımız olarak bağrımıza basıyoruz, kucaklıyoruz. Çünkü biz, doğulusunu da, batılısını da, kuzeylisini de güneylisini de, Alevisini de Sunnisini de alacak kadar büyük sevgilerle dolu bir davanın savunucularıyız. Biz herkesi büyük Türk milletinin saygıdeğer bir evladı olarak görüyoruz. Bütün samimiyetimizle ve muhabbetle herkese elimizi uzatıyoruz. Ancak bölünme gayreti içerisinde olanları da affetmemizin mümkün olmadığını da buradan açıklıyoruz. Bu konuda, Türkiye’nin milli birliğini ve kardeşlik hukukunu korumaya yeminli olduğumuzu ilan ediyoruz. Bu çağrımıza kulak verilmesini bekliyoruz. Ve inanıyoruz ki, çağrımız cevap bulacak aziz milletimiz, yurdumuzun her köşesinden ayağa kalkarak;
Zira, Türk milleti bu zillete asla müstehak değildir. Türk devleti bu sonuca asla layık değildir. Ve karar vakti gelmiştir: Ya kardeşliğimizin sarsıldığı, kavga ve kargaşanın içinde kimlik buhranları ile boğuşacağız. Ya da Türk milletine mensubiyetin gurur ve sevincini şerefle ve huzur içinde yaşayacağız. Ya, bir lokma ekmek için boyun eğerek bir korkak ve tutsak olarak sürünmeye devam edeceğiz. Ya da adil, bağımsız ve güçlü bir milli devlette onurlu insanlar olarak yaşayacağız. Ya dayatmalarla ve tavizlerle onurunu kaybetmiş bir ülkede yaşamayı içimize sindireceğiz. Ya da hür, bağımsız, haysiyetli ve kudretli lider Türkiye’de yaşamayı seçeceğiz. Milliyetçi-ülkücü hareket tercihini çoktan milli devlet ve güçlü iktidardan yana yapmış ve kırk yıl önce yürümeye başlamıştır. Sizlerden isteğim odur ki; Bu kutlu bir yolcuktur. Durmayınız, dönmeyiniz, düşmeyiniz, yorulmayınız. Aldığınız sancağı hedefe taşıyınız. Aziz Dava Arkadaşlarım, Elbette ki, her ülkücü için inançtan beslenen güçlü heyecan çok önemlidir. Heyecanla birleşmiş cesaret de önemlidir. Takdir edersiniz ki bunlar olmadan hiçbir yola çıkılmaz. Ne var ki bunlar bir ülküye varmak için yeter şart değildir. Ülkücü olmak için olmazsa olmaz ön şartın adı “şuur”dur. Şuur, heyecanı yılgınlıktan kurtarır. Şuur cesareti çılgınlıktan kurtarır. Şuursuz heyecan tez söner, şuursuz cesaret ziyan olur. Ama şuurdan doğan heyecan, iman ve cesareti yenecek bir kuvvet ise henüz ortaya çıkmamıştır. Heyecan, iman, cesaret ve mutlaka şuur. Tarih boyunca ecdadımızı cihanın hakimi yapan bu terkibin gücüdür.
O halde, bize güç veren, güç katan, bilgi, görgü, tecrübenin muhakemeye akıl ve iman vasıtasıyla yerleşmiş hali olan “şuur”la aramamız gerekenler nelerdir? Bu noktada her ülkücünün araması gereken sorular ve ulaşması gereken cevaplar şunlar olmadır:
Bunlara koyacağımız doğru teşhisler ve vereceğimiz ortak cevaplar bize ülkücülüğümüzü hatırlatacak ve ülkümüzü işaret edecektir. Ne var ki, neyin doğru, neyin yanlış, neyin milli, neyin gayri milli, neyin gerçek neyin yalan olduğunun anlaşılamadığı bulanık bir toplum hayatı içinde yaşamaktayız. Kafalar karışık, gözler mahmur, zihinler bulanık, şuurlar kapanık. Biz biliyoruz ki, ancak milletimizin ülküleriyle hemhal olursak ülkücü olabiliriz. Öyleyse ardına takılacağımız ülkü hangi ülküdür? Arayacağımız gelecek hangi geçmiştedir? Bugün yaşadığımız yozlaşmanın, yoksulluğun ve çaresizliğin ruhlarda uğrattığı erozyonun neticesi olan tahribat mı, veya bir adım ötesi mi? Yoksa binlerce yılın yoğurduğu ve damıttığı; yönümüzü bir kutup yıldızı gibi aydınlatan tarihi sürecin tamamı mı? Değerli Ülküdaşlarım, elbette ki bizim yolumuz ikincisidir. Milletimizin yaşanan şartlara göre değişime uğradığı, yıprandığı, ufkunun kısıtlandığı, hatta yozlaşma emareleri gösterdiği anlık dilimler bizim savunduğumuz milletin tamamı demek değildir. Bu nedenle, milletin anlık profili sizleri kaygıya düşürmesin, inancınızı sekteye uğratmasın, sizlerde tereddüte yol açmasın. Bizler binlerce yılın ilerleyişi içinde milletimizde oluşan bütün iyi hasletlerin ve yüksek seciyenin bütününün savunucularıyız. Diyebiliriz ki, hali yaşayan milletin anlık gerçeklerinden ziyade, olmasını arzu ettiğimiz bir milletin ülkücüsüyüz. Bu açıdan hedefimiz de milletimizi sosyal, kültürel, ekonomik her alanda ideale ulaştırmak, inandırmak ve toplumun önüne bir proje olarak koyabilmektir. Ve bunun aranacağı yer asırların içinde vücut bulmuş milli varlıklardır. Ne var ki, bizim ülkücü olmamız, milletimizin bize inanmasını ve yanımızda yer almasını sağlayacak yeter şart değildir. O halde her ülkücü, ülküyü yüreğinin bir köşesinde kıymetli bir mücevher gibi saklayacak, bugün yapılması gerekenleri de toplumun anlayacağı bir dil ve üslup ile onlara anlatacaktır. Bunun başka çaresi ve yolu yoktur. Aksi durumda milletimizin haldeki gerçeği, gelecekte vaad ettiklerimizin peşinde koşmasına engel olacaktır. Biz ülkücüler, geçmişin gerçeğini, bugünün gerçekleşenini, yarının gerçekleşmesini istediğimizi bir ve bütün olarak yorumlamak ve sentez yapmak durumundayız. Bugün zor günler yaşayan Türk milletinin ihtiyacı olan kudret yine ülkücülerin gönlünde ve elindedir. Bu ışığı, pırıl pırıl yüzlerde, aydınlık gönüllerde, inançlı yüreklerde görüyorum. Biliyor ve inanıyorum ki, hepiniz;
Ancak, bu kutlu yolculuk ve sonunda ulaşılacak başarı mukadder bir son ve kendiliğinden gelecek bir hedef değildir. Yapacağımız çok iş vardır: Çünkü merhum Taşer’in dediği gibi “biz çadırımızı sırtlanların yolu üstünde kurmuşuz.”
Yüreği, Türk milleti için atan, Nabzı, vatan sevgisi ile çarpan, Gönlü, aziz şehitlerimizle yanan, Ve kucaklaşmak için tek yürek olan ülküdaşlarımla övünüyorum. Sizler Türklüğün yaşama arzususunuz. Sizler makus talihli ülkemin ümidisiniz. Sizler milletin övünç nişanı, Gönderinde bekleyen albayrağın rüzgârısınız. Dost için kadife elli, düşman için çelik bileklisiniz. Gözler onun için sizin üstünüzde, Dikkatler bu nedenle sizde. Suskun musunuz, yoksa vakur mu? Korkak mısınız, yoksa sabırlı mı? Uyuyor musunuz, yoksa uyanık mı? Tarttıkları bu. Aradıkları bunlar. Hesaplar bunun üstüne. Ve şimdi yanıldıkların anlıyorlar. Anlayacaklar. Hepinizi, kucakladığım emanetin hasretiyle gözlerinizden öpüyorum. Siz oldukça, millette korku olmayacaktır. Ve bu salondan haykıracağınız ses şudur, şu olmalıdır: Biz biriz. Biz bütünüz. Biz büyük bir aileyiz. Biz büyük Türk milletiyiz. Ne oyuna geliriz, nede oyun oynatırız. Bozkurt olur, engelleri birer birer aşarız. Geride bıraktığımız yüzyılın başında millî kurtuluş mücadelesi verenler bizim ceddimizdir. Bugün de ihtiyacımız olan inanç ile yüksek karakterin torunlarında yaşamaya devam ettiğine inanıyorum. Aynı şuur ve heyecanla tarihî, sosyal ve kültürel potansiyel ve dinamikleri harekete geçirerek Türkiye’yi ayağa kaldıracağınızdan eminim.
“Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe Türk milletinin ilini, töresini kim bozabilir?“ Bu vesile ile Türk milletini düştüğü buhrandan çıkaracak, milli kimliğine sahip çıkacak bütün dava arkadaşlarıma başarılar diliyorum. Döneceğiniz vatan köşelerindeki her kardeşimize sevgi ve selamlarımı götürünüz. Kötü talihlerini yenmeleri yolunda davamızın yaptığı buluşma çağrısını milletimizin her ferdine iletiniz. Ayak basmadık yer, ocak, ulaşmadık gönül bırakmayınız. En kalbi duygularımla niyaz ediyorum ki, Cenab-ı Allah, Türkiye'nin geleceğine sahip çıkma mücadelesinde yardımcımız olacak, şehadetle şereflenmiş azmimizi karşılıksız bırakmayacaktır. Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyor ve kucaklıyorum. Tarih boyunca, dünyanın her yanında, milletimizi yaşatmak ve yüceltmek için mücadele etmiş ecdadımızı minnet ve rahmet duygularımla anıyorum. Muhteşem bir mücadelenin kahramanı ve devletimizin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk ile silah ve dava arkadaşlarının, terörle mücadele şehitlerinin aziz hatırasını şükran duygularımla yad ediyorum. Ömrünü Türklük ve Türkiye ülküsüne adamış Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey’e ve gönlümüzde ilelebet yaşayacak olan bütün dava arkadaşlarıma, millet ve ülkü şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Bu vesile ile hepinize bir kez daha sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Ve partimizin kırkıncı yıl konuşmasında olduğu gibi Dedem Korkut’tan ilhamını aldığım yeni bir “Hayır Duası” ile konuşmamı tamamlıyorum. Hak Taala, Dirliğimizi bozmasın, birliğimizi dağıtmasın. Hilalimizi karartmasın, kılıcımızı köreltmesin. Sancak yere düşmesin, Bayrak leke tutmasın. Ülkümüzün yolunu açık etsin. Durdurmasın, düşürmesin, döndürmesin. Türklüğün ömrünü daim etsin. Rüzgarı hiç tükenmesin, Ezelden gelmiş, ebede gitsin. Varsa bir kusurumuz affetsin, Şehitlerim, yiğitlerim, analarım, bacılarım haklarını helal etsin. Gönlünüzden ülkü, yüreğinizden sevgi, kalbinizden inanç eksilmesin. Nice asırlara doğru, yolunuz, bahtınız ve alnınız açık olsun. Ne mutlu Türküm diyene. |