13.10.2009 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
13 Ekim 2009

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Basınımızın Değerli Temsilcileri,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Yedi yıla yakın süredir hükümet olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yurt içinde yürüttüğü ilkesiz, tahripkar ve istismara dayalı politikalarının tam bir benzeri dış ilişkilerimizde yaşanmaya devam etmektedir.

Bu süre içinde, milli çıkarlarımız ucuz pazarlıkların konusu haline getirilmiş, Türkiye, yabancı güçlerin baskısının başarı olarak makyajlandığı bir oyunun figüranı haline gelmiştir.

AKP zihniyeti, ancak savaş mağlubu bir ülkenin göstereceği eziklik ve teslimiyete düşmüştür.

“Cesaretlendirme” adı altında, yabancı mihraklardan gelen bütün dayatmalara karşı “hayır” diyebilmesi için şart olan, önce siyasi ahlakını ve sonra milli direncini maalesef kaybetmiştir.

Kıbrıs’ta gelinen nokta ortadadır. Kıbrıs sorununun çözümü ve Kıbrıs Türklerinin geleceği rehin bırakılarak, sorun Rumların etkisi ve kontrolü altındaki Avrupa Birliği’ne havale edilmiştir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliği nihai hedef olmaktan çıkmış, süreç Avrupa Birliği’nin yörüngesinde taciz ve hakaretlere mahkûm hale getirilmiştir.

Irak’taki gelişmelerin ise AKP teslimiyetçiliği ile Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini, milli birliğini ve bekasını tehdit eden vahim boyutlar kazandığı ortadadır.

Yine aynı kapsamda, bir taraftan Filistin sorunlarını dile getiriyor gibi görünerek Musevi cemaatiyle de kucaklaşan; bir taraftan İran’ı savunuyor gibi görünerek diğer yandan ABD’nin bu ülkeyi yalnızlaştırma politikalarına çanak tutan da AKP hükümetidir.

Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgesel projelerini ve Avrupa Birliği'nin politikalarını Türkiye için tek sığınak olarak gören AKP zihniyeti, uluslar arası sorunları lehimize çözümlemede kontrolünü tamamen kaybetmiştir.

Sorunların çözüm inisiyatifi Türkiye dışındaki güç odaklarına geçmiştir.

Ve artık bu teslimiyet Türk milletinden bir şeyler kopartmaya fırsat arayan herkes için tam bir yağmaya dönüşmüş ve Başbakan Erdoğan’ın tarifi ile bu zillet “açılım” adını almıştır.

Cumhuriyet tarihinin en teslimiyetçi hükümetini fırsat olarak gören ve bunu değerlendirmek isteyen bütün ülkeler sıraya girmişlerdir.

Daha bir hafta önce yapılan seçimlerle ülkesinde iktidar olan Yunanistan Başbakan’ı bir toplantı bahanesiyle acele İstanbul’a gelmiştir.

Medyanın “zeytin dalıyla geldiğini” müjdelediği Yunanistan Başbakanı ayağının tozuyla Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne gitmiş ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını Avrupa Birliği sürecinin dayatmalarına havale etmiştir.

Bu gelişmelerden, Yunan Başbakanı’nın bu niyetini, ve Avrupa’nın bu yöndeki baskılarını bir talimat gibi algılayacak olan Başbakan Erdoğan’ın çok yakında “patrikhane açılımı” ile “Ruhban Okulu açılımı” adı altında iki teslimiyet paketini daha gündeme getirmesi ve adına da “demokratikleşme” demesi beklenmelidir.

Muhterem Arkadaşlarım,

AKP hükümetinin. Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulması ve sınırın açılması protokollerini 10 Ekim 2009 günü imzalaması ve Zürih’te yapılan törende yaşananlar, bu konudaki teslimiyetçi anlayışı bir kez daha gözler önüne sermiştir.

İmza töreninde üçüncü ülke yetkililerinin müşahit olarak hazır bulunması, AKP hükümetinin Ermenistan’a açılım politikasının dış vesayet ve güdüm altında olduğunu göstermesi bakımından da ilginç olmuştur.

Tören sırasında iki ülke Dışişleri Bakanları’nın yapacağı konuşmaların içeriğinin tartışma konusu olması da protokolleri çürük bir zemine dayandığını göstermiştir.

Türkiye ile Ermenistan arasında yaşanan son gelişmeleri AKP zihniyetinin içine düştüğü teslimiyet ortamının kaçınılmaz neticesi olarak görmek gerekmektedir.

Ermenistan ile olan ilişkilerimiz hakkında geçtiğimiz aylarda yaptığımız analizler ve açıklamalar kamuoyu tarafından bilinmektedir ve nettir.

Bizim bu konuda Ermenistan ile karşılıklı olarak münasebetlerimizin düzeltilmesinde ortaya koyduğumuz görüşler ve koşullar da bellidir.

Nitekim, İsviçre‘de uzunca süredir AKP hükümeti ve Ermenistan yetkilileri arasında sürdürülen görüşmeler ile üzerinde mutabık kalınarak paraf edilen iki protokol hakkında 3 Eylül 2009 tarihinde partimiz görüşlerini kamuoyu ile paylaşmış ve bu gelişmenin AKP’nin lekeli dış politika sicilinin yeni bir sayfası olduğunu belirtmiştir.

Ancak aradan geçen süre içinde hükümet, teslimiyetteki ısrarını sürdürerek hatasından dönme erdemini gösterememiş ve önceki gün İsviçre’de yapılan bir törenle, Ermenistan ile parafe ettiği protokolleri imzalamıştır.

Ermenistan, imzalanan protokollerle Türkiye ile diplomatik ilişki kurulmasının ve sınırın açılmasının takvime bağlanmasını sağlamıştır.

Kafkaslar’da barışın taşını oynattığını söyleyenler, imza töreninde yapacakları konuşmada Dağlık Karabağ’ın ismini zikretmek bir yana, Kafkaslarda istikrarı etkileyen sorunların çözülmesi ve kapsamlı bir barış temennisini dile getirme imkânını dahi bulamamıştır.

“Buzdağı ertesi gün erimez” denilerek aşamalı bir sürece bağlandığı anlaşılan protokollerde “ne olduğunu” sorgulamaktan ziyade, içeriğinde “ne olmadığına” bakmak ve sonucu burada aramak lazımdır.

Metinler incelendiğinde;

  • Ermenilerin soykırım iddialarından vaz geçtiklerine dair hiçbir belirti yoktur.
  • Sahte soykırım yalanıyla, Türk milletini mahkûm etmek için sürdürülen uluslararası karalama kampanyasının sona ereceğine ilişkin hiçbir cümle yoktur.
  • Azerbaycan toprağı olan Karabağ’dan Ermenilerin çekileceğine yönelik tek kelime yoktur.
  • Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğüne razı olduğuna dair açık ve net bir ifade yoktur.
  • Ve ne üzücüdür ki, ecdadımızı soykırımla suçlayan Ermenilere karşı, Asala terör örgütünün şehit ettiği ve yaraladığı diplomatlarımız için en küçük bir özür beklentisi veya üzüntü emaresi de yoktur.

Aksine, bakanlığını yaptığı kuruluşun, geride Ermenilerce katledilen diplomat şehitlerine rağmen, mütebessim bir yüzle protokolleri imzalayan köşeye sıkışmış AKP’nin Dışişleri Bakanı vardır.

Türkiye bu protokolleri bu haliyle imzalamış, içeriğini kabul ettiği ve bunları uygulamaya koyacağı konusunda resmi yükümlülük altına girmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın imzalardan sonra yaptığı açıklamada “Ermenilerin Karabağ’dan çıkmalarının gereğine’ ilişkin sözlerinin ise hiçbir hükmü ve bağlayıcılığı bulunmamaktadır.

Başbakan’ın protokollerde yer almayan ve dile getirilmeyen bir hususu, gayri resmi ortamda bir şart gibi sunmaya çalışması, milletimizi aldatma arayışından başka hiç bir anlam taşımamaktadır.

Buradan cevabını aradığımız sorular şunlardır:

1. Madem ki, Ermenilerin Karabağ’dan çekilmesi bu derece önem verilen bir konudur ve doğrudur, AKP hükümeti protokollerde yer almasında neden ısrarcı olmamıştır?

Hatta, bu konuda, Zürih’te yapılacak imza töreninin üç saat gecikmesine yol açacak kadar tedirgin olan Ermenilerin tepkileri karşısında neden geri adım atılmış ve zaten yetersiz olan açıklama metinleri hangi sebeple okunmamıştır?

2. Üzerinde mutabık kalınan “tarih boyutu hakkında diyalog yapılması” konusunun tarafsızlığı ve bilimselliği nasıl sağlanacaktır?

Üstelik, bu konunun bir alt-komitede ele alınmasına yönelik mutabakatın, Türkiye’nin 1915 olayları hakkında Ortak Tarih Komisyonu Kurulması önerisi ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu sapma nerede ve neden yaşanmıştır?

Ermenistan Cumhurbaşkanı ilişkilerin tarih boyutunu ele alacak alt-komitede 1915 olaylarının soykırım olup olmadığının tartışılmasını asla kabul etmeyeceklerini açıklamıştır?

Ermeni Cumhurbaşkanı buna karşılık bu alt komisyon gündemine “soykırım kurbanlarının kanuni mirasçılarının Türkiye’deki mal varlıklarının arşiv kayıtlarından araştırılması konusunu” getireceklerini de söylemiştir.

AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı bu konularda ciddi sakatlıklarla malul Protokolleri imzalayarak Türkiye’nin bunlara bağlanma niyet ve iradesini resmileştirmiştir.

Bu itibarla, Türklüğe karşı bu kadar önyargılı olunan ve hükümetin de çanak tuttuğu bir ortamda, akademik gerçekler siyasal kararlardan ayrı tutularak hakkaniyet ne ölçüde ortaya çıkabilecektir?

3. Bu metinler tamamen Türkiye’nin iradesi dışında hazırlanmış ve hükümete dikte ettirilmiştir. Nitekim geçen hafta Ermenistan Dışişleri Bakanı da protokolü kendilerinin yazdığını açıklayarak hükümetin bu müzakere sürecindeki yerini ilan etmiştir.

AKP’yi, muhataplarının koyduğu ve istediği şartlarda müzakereye iten aceleciliğin gerekçesi nerede aranmalıdır?

4. Protokol maddelerinden biri de iki ülke arasındaki sınırın açılmasıdır. 

Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ'da başlayan Ermeni işgali üzerine, sınır kapısı 1993 yılının Nisan ayında kapatılmıştır.

Şimdi sınır kapısının açılması için, kapanmasına neden olan gerekçelerden hangilerinde ilerleme kaydedilmiş veya taahhüde bağlanmıştır?

5. Bütün bu gelişmeler karşısında Ermenileri kazanma adına Azerbaycanlı kardeşlerimizi kaybetmek gibi bir tehlikenin önüne nasıl geçilecek, soydaşlarımızın gönlü nasıl alınacaktır?

6. Protokollerin imzası ile birlikte ABD ve Avrupa’ya AKP hükümetine baskı yapacakları yeni bir dayatma alanı daha açılmıştır.

Bu itibarla, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bugünden itibaren protokollerin onaylaması için davet edileceği uluslararası yeni baskılara, geride kalmış teslimiyetleri bilinen AKP hükümeti nasıl direnecektir?

Ayrıca böyle bir durum Ermenistan’ın eline Türkiye’yi “oyun bozan taraf” olarak suçlama imkânı verecek ve soykırımın tanınması kampanyasının yeni bir ivme kazanmasına yol açabilecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Bu konuda tarihi bir ibret vesikasını AKP zihniyetinin girdiği tuzağı ve nerelerden nerelere düştüklerini göstermesi bakımından ifade etmek istiyorum.

Bakınız, bugün Başbakan Yardımcısı sıfatını taşıyan bir hükümet üyesi, 16 Şubat 2000 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yaptığı konuşmada Fransa Parlamentosunu eleştirerek haklı olarak şunları söylüyor: Diyor ki,

“Parlamento kararıyla tarihî gerçekler değiştirilemez, hele hele tersyüz edilemez; Ermenilerin, Doğu Anadolu'da onbinlerce Müslüman Türk'e, kadın, çocuk, ihtiyar demeden nasıl bir vahşet icra ettikleri gerçeğini hiç değiştiremez.”

Biz bu sözlere aynen katılıyoruz. Ve bu bakana ve başbakanı’na soruyoruz, aradan geçen dokuz yıl sonra teslimiyet belgelerini Meclis zemininde bekleterek tarihi gerçekleri nasıl değiştireceksiniz?

Başlattığınız yeni dönemde, Doğu Anadolu topraklarının Batı Ermenistan olup olmadığını mı, Ağrı Dağı’nın kime ait olduğunu mu müzakere edeceksiniz?

O gün söylediklerinizi yutup, bugün yaptıklarınızı nasıl sineye çekeceksiniz?

Bunun hesabını nasıl verecek, vebalini nasıl taşıyacaksınız?

İşte, bütün bu sorulara vereceğimiz cevaplar bu işten kimin karlı çıkacağını gösterecek, Türkiye’nin küresel alkışlar altında nasıl bir sahneye doğru itildiğini ortaya koyacaktır.

Bu kıskacın baskısı şimdiden hissedilmiş ve hükümet girdiği sürecin kâbuslarını görmeye, korkularını yaşamaya başlamıştır.

Nitekim, Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın sınır kapısının açılması şartıyla Bursa’da 14 Ekim’de yapılacak Türkiye Ermenistan arasındaki futbol maçına geleceğini açıklaması bu paniği artırmıştır.

Hükümetin il valisi marifetiyle maçın yapılacağı Bursa’da milletimizin tepkilerini bastırmaya yönelik tedbir arayışları hız kazanmıştır.

  • Ermenileri üzmemek için Azerbaycan bayrağının sahaya sokulmaması,
  • Bir tepkiye mahal vermemek için seyircilerin seçilerek içeriye alınmak istenmesi gibi arayışlar AKP zihniyetinin aczini göstermektedir.

Buradan hükümeti yöneldiği tehlikeli gidişat için uyarmak istiyorum:

Spordan siyasetinizin kirli ellerini çekiniz. Bursalıdan korkmayınız.

Bursa’nın tertemiz insanlarını milli meselelerde tehdit görmeyiniz.

Bursa’mızı teslimiyetinize basamak ve mekân olarak kullanmayınız.

Son tahlilde diyeceğimiz şudur:

Milliyetçi Hareket Partisi bu şartlar altında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önüne geldiğinde bu Protokollere karşı çıkacak, bunlara onay verilmesinin tarihi vebaline ortak olmayacaktır.

Bu ilişki şekli ve yöntemi AKP zihniyetinin alnına kazılan yeni bir kara lekedir.

Başbakan Erdoğan’ın Ermenistan talepleri karşısında “eğilip bükülemeyiz” sözlerinin millet vicdanında karşılığı ve anlamı yoktur.

Zira başbakan ve hükümetinin omurgası, yıllardır yabancılar karşısında eğile büküle bütün kat yerlerinden kırılmıştır.

Hiçbir mesele karşısında yabancı payandaların desteği dışında dik durabilmelerinin ve görünebilmelerinin imkânı kalmamıştır.

Değerli Milletvekilleri,

Dıştaki açılım olanca teslimiyeti ile devam ederken, içteki açılımın adı olan yıkım projesi de yeni bir aşamaya yönelmiş görünmektedir.

Türkiye’nin ayrışması ve Türk milletinin çözülmesi ile sonuçlanacak olan sözde “Kürt açılımı” sürecinde başrolü oynayan AKP zihniyeti, kendilerine koltuk değneği ve suç ortağı arama yolunda geçtiğimiz hafta mesafe kaydetmişler ve DTP’den sonra CHP ile de temas kurmuşlardır.

Böylece yıkım projesinde görev alacak taşeronlar netleşmeye başlamış, Ana muhalefet partisi liderinin “Postacı bugün de kapımızı çalmadı” diyerek yollarını gözlediği mektup nihayet muhatabına ulaşmıştır.

Ana muhalefet liderinin, daha önce “saygınlığını ve inandırıcılığını kaybettiğini” söylediği yıkım sürecinde iade-i taahhütlü postayı reddedeceği yerde bir cevapla randevu vermesi sürece dahil olmak arayışının işareti olmuştur.

Sayın Baykal bu girişimiyle istemese de AKP’ye kapıları aralamış ve sindirim sistemine dahil olarak “hazmedilme” sürecinin parçası ve “hazmettirme” arayışının unsuru haline gelmiştir.

Bu günden sonra vereceği cevap ve görüşmelerin kamera önünde yapılması da CHP’yi sürecin sorumluluğundan kurtaramayacaktır.

Sayın Baykal, 1989 yılında o günkü partisinin Genel Sekreteri olarak yayınladığı raporun baskısı altında bunalmıştır.

Bu raporda bugün AKP ve işbirlikçilerinin dile getirdiği ve 1991 yılındaki Erdoğan raporuna benzer tespitlerin bulunduğu ortadadır.

Bu nedenle ya 21 yıl önceki görüşlerini inkar edecektir, ya da bunlara sahip çıkmaya devam edecektir. Çıkışı kalmamıştır. Başbakan Erdoğan bu konuyu şantaja dönüştürmüştür.

Sayın Baykal, AKP Genel Başkanı vatandaş Recep Tayip Erdoğan’ı, karanlık gelişmelerle gidilecek bir seçim sonunda başbakan yapan süreçte olduğu gibi yeni bir çözüm ortağı ve yol arkadaşı haline gelmek üzeredir.

Sayın ana muhalefet liderinin, kendi ifadesiyle “tutarsızlıklar, çelişkiler, belirsizlikler içeren, tehlikeli tuzaklar barındıran bu ’Açılım Politikası’nda hiçbir şekilde sizinle birlikte olmayacağımız çok açıktır.” sözlerine rağmen, baş başa ikili görüşmeye daveti, tutumunu hala netleştiremediği konusunda manidar işaretler vermiştir.

Belki de böylelikle, Başbakanın ifade ettiği gibi “bağcıyla uğraşmayacaklar ve üzümü beraber yemeye” başlayacaklardır. Taşlar yerine oturacak ve “yıkım troykası” bu yolla tamamlanacaktır.

Ve fotoğraf karesinde eksik parça da yerini alacak Meclis kürsüsü önünde poz veren AKP ve DTP’nin arasına CHP de girecektir.

Değerli Arkadaşlarım,

Yıkım projesi kapsamında ikna çabalarını sürdürmeye devam eden İçişleri Bakanı’nın Diyarbakır’a olan ziyareti ve yaşanan rezaletler ise tam bir AKP çürümüşlüğünün ve yönetim zafiyetinin göstergesi olmuştur.

Ülkemizin emniyet ve asayişinden birinci derecede sorumlu olan bir hükümet üyesinin gözleri önünde kepekler kapatılmış, sokaklar boşaltılmış ve bu tehdit bakan tarafından görmezden gelinmiştir.

Hatırlanacağı gibi Mahalli İdareler seçimlerinden önce de, Başbakan Erdoğan’ın ziyaretlerde aynı manzaralara şahit olunmuştu.

Bu ülkenin bir başbakanı olarak ziyaret ettiği illerde kendi halkından korunmak durumunda kalmış, polis kuşatması ve kordonu altında siyasi gösteriler yapmıştı.

Bugün gelinen aşamada yaşadığımız sokak eylemleri, ihanet provaları, değişen hiçbir şeyin olmadığını, hükümetin terör örgütüne teslim bayrağı çektiğini göstermektedir.

Bu teslimiyet öylesine vahim bir boyut almıştır ki, yıllardır yurt dışında sözde kongre adı altında toplanan PKK kadroları, son kongrelerini siyasi parti toplantısı kimliğiyle Başkent Ankara’da yapmaktan çekinmemişlerdir.

Ve bütün bunlar hükümetin, güvenlik kuruluşlarının ve adli makamların adeta gözetiminde ve nezaretinde yapılmaktadır.

Anlaşıldığı kadarıyla, artık bölücülük suç olmaktan çıkmış, isyan provası yapmanın, ihanete alkış tutmanın, ayrılma tehditleri savurmanın itibar gördüğü bir “hukuki, fikri ve siyasi kangren” bütün ülkeyi sarmıştır.

Bu gelişmeler olurken bir başbakan Yardımcısı’nın rahle-i tedrisinden geçtiği eski genel başkanı ile şimdiki Cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere bütün başbakanları “tembel ev kızlarına” benzetmesi elbette ki kendi bileceği iştir.

Ancak Başbakan Erdoğan’ı kutsayacak sözler sarf etmiş olması kangrenin hangi boyutlara ulaştığını, cerahatın hangi mevkilere sirayet ettiğini göstermesi bakımından ibret verici olmuştur.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Yoğun bir siyasi gündemin yanı sıra, ekonomi alanında da, insanımız için olumlu sonuçlanmayacak gelişmelere, toplantı ve kararlara şahit olunmaktadır.

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da yapılan IMF ve Dünya Bankası yıllık toplantılarını bu zaviyeden değerlendirmek yerinde olacaktır.

Küresel bir organizasyonun ülkemizde yapılmasının, tanıtım ve sorunların ilk elden konuşulması açısından olumlu bir tarafı bulunsa da, ortaya çıkan neticelerin milletimiz adına bir hayrının olmayacağını, geçmiş tecrübelere bakarak söylemek mümkündür.

Ayrıca Ekim ayının ilk haftasında gerçekleşen IMF ve Dünya Bankası toplantılarına damgasını vuran asıl gelişme, krizin analitik bir bakış açısıyla değerlendirilmesi ve alınması gereken önlemlerden ziyade, İstanbul’un belirli yerlerinde meydana gelen protesto gösterileri olmuştur.

Elbette demokrasinin en temel gereklerinden biriside, yıkıcı ve tahrip edici olmamak kaydıyla toplantı ve gösteri yapabilme hürriyetidir. Buna bir diyeceğimiz yoktur.

Hatta bu tip toplumsal hareketlerin uyarıcı bir işlevinin de olduğu söylenebilecektir.

Ne var ki, gösteriler sonucunda ortaya çıkan manzaranın, demokratik bir hakkın kullanılmasından daha çok, çevreye zarar veren eylemler olarak vuku bulması, sokakların savaş alanına çevrilmesi doğru ve yerinde olmamıştır.

Esasen, IMF ve Dünya Bankası’na yönelik dünyanın değişik bölgelerinde İstanbul’dakine benzer itirazlar yapılmıştır.

Ancak, protestoların yakın hedefinde hiçbir suçu günahı olmayan masum insanların yer alması, işyerlerinin zarar görmesi kabul edemeyeceğimiz ve asla hoş göremeyeceğimiz bir tabloyu ortaya çıkarmıştır.

Demokratik sınırların zorlanması, izan ve insaftan yoksun taşkınlıkların oluşması, herkeste haklı olarak toplumsal huzur ve güvenliğimizle ilgili endişe uyandırmıştır.

Bizi kaygılandıran başka bir husus da, Başbakan Erdoğan’ın; IMF ve Dünya Bankası toplantılarının açılış konuşmasında dile getirdiği konular ve meselelere yaklaşım tarzı olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın, taşıdığı sorumluluğu unutarak, toplantıya katılanların protestolarına kulak verilmesini istemesi son derece küçültücü ve teslimiyetin aldığı mesafeyi göstermesi bakımından önemli görülmelidir.

Başkalarından tepkilere kulak verilmesini isteyen Başbakan’dan cevabını aradığımız sorular şunlardır:

  • Devri iktidarınızda, çoğalan borçlarının altında ezilen, tarlasından çıkan mahsulün dahi karnını doyuramadığı çiftçi kardeşlerimizin sesini duydunuz mu?
  • Siftah yapmadan kapatılan kepenklerin altında hayalleri kalan esnafımızın çığlıklarını işittiniz mi?
  • Aldığı harcamasına yetmeyen, kira baskısından bunalmış, taksitlerden yorulmuş, kredi kartı bataklığında kaybolmuş memurlarımızın feryadına kulak verdiniz mi?
  • Emeklilerimizi, işçilerimizi, dul ve yetimlerimizi, siyaset malzemesi yapmak dışında; hatırınıza ve aklınıza hiç getirdiniz mi?

Elbette bu sorulara verilecek olumlu bir cevabın olmadığını aziz milletimiz hem bilmekte, hem de yaşamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın bu yaklaşımı tarihte sömürge valilerinin dahi, uygulamalarında görülmemiştir.

Biz beklerdik ki, Başbakan Erdoğan’ın gerçekten de söyleyeceği bir düşüncesi var idiyse, küresel ekonomik sistemin adaletsizliğinden duyduğu rahatsızlığı, geçtiğimiz ay ABD’de yapılan G–20 zirvesinde dile getirmiş olsun.

Yönettiği ülkenin gerçeklerinden kopuk olan, sorunları öncelikle kendisinin duyması gereken Başbakan Erdoğan, IMF ve Dünya Bankası yetkililerinden yardım ve aman dilemiştir.

İlerleyen günlerde yaptığı yanlışın farkına varmış olmalıdır ki, gösterileri bu defada fiili saldırı olarak tanımlamıştır.

Eğer toplumda bir huzursuzluk ve kaynama varsa, bundan öncelikle sorumlu olan ve bunları dikkate alması gerekenin iktidar partisi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Sokağın itirazlarını küresel bilirkişi olarak gördüğü kurumlara anında ihale eden ve dikkate alınmasını talep eden Başbakan, bu tavrıyla ortaya çıkan protestolardan muaf olduğu izlenimi vermeye çalışmıştır.

Bilinmesi gereken en yalın gerçek şudur: İşsizlikten, yoksulluktan, krizlerden bunalan milletimizin muhatabı öncelikle uluslar arası kuruluşlar değil, hükümet etme yetkisini uhdesinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.

Her geçen gün yoğunlaşan şikâyetlere, toplumsal ve ekonomik sorunlara dikkat kesilmesi ve bunları çözmesi gereken bizatihi Başbakan Erdoğan ve hükümetidir.

Sorunları kendi irademizle çözemediğimiz takdirde, başkalarının devreye gireceğini iddia eden bir siyasi zihniyetin, sıra ekonomiden kaynaklanan problemlere geldiğinde, küresel organizasyonlara görev hatırlatması ve bunun için davetiye çıkarması tam anlamıyla kara mizah örneği olmuştur.

Küresel ekonomiye yön verenlerin başlarını iki ellerinin arasına alarak; nerede yanlış yaptıklarıyla ilgili bir değerlendirme yapmalarını tavsiye eden Başbakan Erdoğan’ın, asıl kendisinin şapkasını önüne koyup düşünmesi, yanlışlarının idrakine varması ve Türk ekonomisindeki anlam ve değer kaymasına odaklanması bize göre bir zorunluluk haline gelmiştir. 

Değerli Milletvekilleri,

IMF ve Dünya Bankası toplantılarının sonucu İstanbul kararları adıyla Türk ve Dünya kamuoyuna duyurulmuştur.

Buna göre, alınan kararlarda;

  • IMF’nin görev tanımının değişeceği,
  • Bazı ülkelerin sahip oldukları yüksek rezervlerin kullanılacağı,
  • Finansal piyasaların istikrarı için çok taraflı denetim ve gözetim işlevinin sağlanacağı,
  • IMF ve Dünya Bankası nezdinde temsil hakkı az olan ülkelere kota aktarılması görüşleri yer almıştır.

Ayrıca, IMF Başkanı tarafından özellikle üç konunun altı çizilmiştir.

Bu kapsamda;

  • Uluslararası finansal işbirliğinin asıl olduğu,
  • Finansal istikrarın daha iyi düzenlemeler ve denetim gerektirdiği,
  • Uluslararası parasal sistemin daha istikrarlı olması ve
  • Bir küresel son borç verici merci tarafından çapayla sabitlenmesine işaret edilmiştir.

Görev ve yetkilerini krizle birlikte tekrar gözden geçirme eğiliminde olan bu iki küresel ekonomik organizasyonun, alınan kararlar çerçevesinde hareket edeceği, yeni bir ekonomik yapının alt yapısının kurulacağı gelişmelerden anlaşılmaktadır.

Ancak, küresel düzlemde eşitsizliğin ve çaresizliğin önüne geçilmesine, adaletsizliğin ve yoksulluğun azaltılmasına, işsizliğin hafifletilmesine dönük somut tedbirler her zamanki gibi ortaya çıkmamıştır.

Bilinenlerin tekrarı niteliğindeki açıklamalar, geçtiğimiz ay ABD’de yapılan G–20 toplantısındaki alınan kararlardan temelde bir farklılık içermemiştir.

Durum tespitleriyle geçiştirilen toplantılarda, hem IMF Başkanı hem de Dünya Bankası Başkanı tarafından işsizliğin artacağı yönündeki uyarılar, akıllara bu iki kurumun bu alandaki yetersizliğini de getirmiştir.

Bu yıl içinde dünya genelinde 59 milyondan fazla insanın işini kaybedeceği, krizden sonra 90 milyon insanın ağır bir yoksullukla karşı karşıya kalacağı, özellikle Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş ülkelerde 30 bin ile 50 bin bebeğin öleceğinin itirafı, gelecek yıllarda da yerkürede değişen herhangi bir şeyin olmayacağını göstermiştir.

Daha ileri gidilerek, IMF Başkanı tarafından 2010 yılında düşük gelirli ülkelerde işsizlik ve sefalete bağlı olarak; toplumsal huzursuzlukların artacağı, hatta savaşların bile görülebileceğinin tespiti çok düşündürücü ve kaygı vericidir.

Özellikle ülkemizdeki ekonomik sorunların bir türlü giderilememesi, milyonlarca insanımızın karnını doyurabilecek bir gelirden mahrum olması, tehlike çanlarının Türkiye için de çaldığını kanıtlamaktadır.

Hal böyleyken, IMF’yle anlaşıp anlaşmama konusunda bile sürekli çelişkili bir siyasi duruş gösteren Başbakan Erdoğan’dan beklentimiz;

  • Başkalarına nasihat vermeyi bırakması,
  • Artık laf olsun diye yaptığı konuşma üslubundan vazgeçmesi,
  • Gerçek gündeme yoğunlaşması,
  • Vatandaşlarımızın tahammül edilemez hale gelen sorunlarına bir an önce eğilmesidir.

Görünen odur ki, kemerleri sıkmaktan bahsetmeye başlayan AKP hükümetinin, yeni ve katlanılamaz hayat şartlarını kendi sorumsuzluğunu ört bas etmek amacıyla milletimize reva göreceği son açıklamalarla ortaya çıkmıştır.

  • Biz kemerlerin değil, yolsuzluk kanallarının sıkılmasını,
  • Garip gurebaya sahip çıkılmasını,
  • Refah kapılarının açılmasını, iş sahalarının oluşturulmasını,
  • Pahalılığın azalmasını, sofraların zenginleşmesini, ekmeğin çoğalmasını istiyoruz.

Bu konuların, milletimiz adına sonuna kadar takipçisi olacağımızı, sıka sıka kemerinde delik kalmayan insanımızın dertlerini usanmadan, bıkmadan ifade etmeye devam edeceğimizi buradan kararlılıkla duyurmak istiyorum.

Konuşmama burada son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.