20.10.2009 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
20 Ekim 2009

 

Muhterem Milletvekilleri,

Basınımızın Değerli Temsilcileri,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta fikir ve gönül adamı olarak yıllarını millet sevdasına adamış gazeteci ve yazar Ergun Göze Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

78 yıllık ömründe milli davaların savunucusu olarak hepimize ışık tutmuş, fikir dünyamızı şuurlandırmıştır.

Merhum’a Cenab-ı Allah’tan rahmet, basın camiasına, düşünce dünyasına ve aziz dava arkadaşlarına sabır ve başsağlığı diliyorum.

Mekanı cennet, kabri nur olsun.

Değerli Milletvekilleri,

Özellikle İsviçre’de imza altına alınan protokollere kadar gidilen süreçte, Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerindeki düşüncelerimizi hepiniz biliyorsunuz.

Bu süreçte ana hatlarıyla;

  •  Ülkeler arasında kalıcı dostlukların olamayacağı gibi kalıcı düşmanlıkların da olamayacağını,
  •   Devletler arasındaki münasebetlerin mütekabileyete uygun olması gerektiğini,
  •   Kurulan bir ilişkinin, kurulmuş başka bir ilişkiyi bozmasından mutlaka kaçınılmasını,
  • Atılan adımlarda Türkiye’nin kalıcı çıkarlarına ve milli haysiyetine dikkat edilmesini,
  • Görüşme ve ilişkilerin küresel dayatma ve ipoteklere bağlanmamasını, geçmişteki konuşmalarımızda vurgulamıştık.

AKP hükümetinin önceki hafta Ermenistan’la imzaladığı protokollerden sonra yaşadığımız gelişmeler kaygılarımızı haklı çıkaracak seyir izlemeye başlamıştır.

Nitekim, muhataplarının yıllardan beri tırmandırarak getirdikleri sözde Ermeni soykırım iddialarından geri adım atacaklarına dair en küçük bir işaret henüz alınmamıştır.

Hatta bu konuda yeni bir dayatma ve telkin kampanyası başlayacağına, protokollerin Meclisten onaylanması için baskıların geleceğine dair güçlü emareler görülmektedir.

Ancak, AKP’nin Ermenistan’la imzaladığı protokollerin ilk ve en hızlı vahim sonucu, dost ve kardeş Azerbaycan’ın küstürülmesiyle yaşanmaya başlanmıştır.

Bu konu, bizim baştan beri üzerine en çok düştüğümüz ve kaygılandığımız bir konudur ve hükümete yönelik uyarılarımız sıcaklığını korumaktadır.

Hükümetin protokollerin imzalanması sürecinde Türk milletinin rızasını alamadığı ortadadır.

Buna ilave olarak, ziyaretlerle ikna edilmeye çalışılan Azerbaycan’ın da açıkça kandırılmış olduğu gelişmelerden ortaya çıkmıştır.

Ve ne üzücüdür ki, Ermenistan’ı kazanmak uğruna Azerbaycan’ı kaybetmeyi göze alan AKP zihniyeti bu kardeş ülke ile olan ilişkilerimizi çok tehlikeli bir yola sokmuştur.

Protokollerin imzasıyla yaşanan gerilime, geçtiğimiz hafta yapılan Türkiye-Ermenistan futbol müsabakasında, Azerbaycan bayrağının AKP zihniyetince yasaklanması da eklenince Azeri kardeşlerimizde tepkilerin had safhaya ulaştığı anlaşılmaktadır.

Milletimizin ve partimizin bayrak konusundaki hassasiyeti ortadayken, haklı ve meşru tepkilerin boyutunu aşan bir öfkenin Azerbaycan yönetimine hakim olduğu görülmektedir.

Özellikle medyaya yansıyan şekliyle Bakü'de Şehitler Hıyabanı'nda bulunan Türk şehitliğindeki Türk bayraklarının kaldırıldığına dair haberler Anadolu Türklüğünü derinden üzmüş ve incitmiştir.

Buradan Azerbaycanlı kardeşlerimize seslenmek istiyorum:

  • Hükümetin Ermenistan’la yakınlaşmasındaki üslup, seviye ve yöntem hepimizi olduğu gibi sizleri de öfkelendirmiş olabilir.
  • Bu konuda yapacağınız eleştirilerin ve göstereceğiniz tepkilerin, mensubu olduğumuz Türk milletinin mukaddesatına saygıyı esas alması şarttır.
  • Üstelik bu tür bir tepki şekli ve milli hassasiyetleri aşan itici tavır iki kardeşin arasını açmak isteyenlerin de ekmeğine yağ sürecektir.
  • Türkiye’nin Ermenistan’la imzaladığı protokollerin keyfiyeti bugün iktidarı elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne aittir. Türk milletinin tamamının iradesini ve duygularını yansıtmaz.
  • Türkiye ve Türk kamuoyu AKP zihniyeti ve kadrolarından ibaret değildir. Bu hükümet ve ilkesiz kadrolar bugün belki vardır, ama yarın olmayacaktır.
  • Onların yapacakları yanlışlar, milletimizin gelecekteki ilişkilerini ve dostluğunu bozmamalıdır.
  • Türk milleti, eşsiz sağduyusu ile Azerbaycan Türklüğünün yanındadır. Karabağ meselesini savunmuş, Azerbaycan bayrağını bağrına basmış ve dalgalandırmıştır.

Bu itibarla, ecdadımızın yadigârı olan al bayrağımızın hatıralarına saygı gösterilmesi hepimizin dileği ve mecburiyetidir.

O ay yıldızları şehitliğe diken AKP zihniyeti değildir ki, AKP’nin yaptığı hata, düştüğü zillet, ay yıldızımıza mal edilsin ve bir nezaketsizliğin vasıtası olsun.

Bu konuda yaşanan haklı öfkenin, diplomatik alana yöneleceğine, bizleri “bir millet” yapan değerleri incitmekten uzak durulacağına inanıyorum.

Hıyaban Şehitliği bir tarafta 91 yıl önce Azerbaycan'ın bağımsızlığı için savaşan Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu'nun, diğer tarafta ise Hocalı'da 1918'de, Karabağ'da 1990'da katledilen Azerbaycan Türklerinin şehitlerini kucaklamaktadır ve bizim için çok önemlidir.

Azerbaycan Türklüğünden, başta Sayın Cumhurbaşkanı Aliyev olmak üzere bütün siyasi partilerden ve yetkililerden bu vahim hatayı derhal telafi etmelerini bekliyorum.

Ay yıldızlı al bayrağımız ile mavi kırmızı ve yeşil Azerbaycan bayrağı aynı gönderde sonsuza kadar dalgalanmalıdır.

Unutmasınlar ki, Türklüğün müşterek sorunları tam bir dayanışma ile Milliyetçi Hareketin iktidarında çözülecek ve geride kalan bütün yanlışlar mutlaka telafi edilecektir.

Ve böylesi bir yönetim gücü ile muazzam bir coğrafyaya yayılmış muhteşem kudret hak ettiği mevkiiye yükselecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Hükümetin Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme adı altında giriştiği yol ve yöntemin sakat bir anlayışa, çürük bir zemine ve küresel dayatmalara dayandığı bir gerçektir.

Kamuoyu haklı olarak bu konudaki ikna girişimlerini inandırıcı bulmamış ve süreci sorgulamaya başlamıştır.

Teslimiyetçi icraatları konusunda hakkında ciddi tereddütler uyandıran AKP hükümeti, yaptığı yanlışları aklayacak bahaneler ve gerekçeler arama yarışına girmiştir.

Ve bu konuda hepinizin bildiği gibi, Başbakan Erdoğan’ın ağzından, Kurucu Genel Başkanımız Alparslan Türkeş Bey’in 1993 yılında Ermenistan devleti ile ilişkilerin kurulması için yaptığı girişimler bizlere hatırlatılmak istenmiştir.

Merhum Genel Başkanımızın bir milli meseleyi sahiplenerek 16 yıl önce başlattığı girişimle ilgili olarak gerekli açıklamaları, bugün partimizin milletvekili de olan Sayın Tuğrul Türkeş Bey yapmıştır.

Rahmetli Başbuğumuzun bu temasları, basına da yansıdığı gibi, Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgalini durdurması, esir alınan Azeri kardeşlerimizin serbest bırakılması amacına dönük olmuştur.

O günlerde, yapılmak istenen ile bugün karşımıza çıkartılmak istenenin aynı olmadığı, yol, yöntem ve hedeflerin tamamen ayrı olduğu konuya şahit olanların anlatımlarıyla ortaya çıkmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi, her türlü milli meselede ve her zeminde; milletinin yararına, yarınına ve haysiyetine uygun olmak koşuluyla destek vermeye hazır ve donanımlıdır.

Ancak bugünkü teslimiyetçi şart ve ortamda, dayatmalarla ilerlenen tünelde yer almamız veya göz yummamız asla düşünülemeyecek bir sonuçtur.

Başbakan Erdoğan’ın girdiği yanlış yolda ve teslimiyet sürecinde içine düştüğü çaresizliği kapatmak amacıyla Merhum Türkeş Bey’in fikirlerine sığınmış olması ve onu örnek alması hepimiz için umut verici olmuştur.

Bu yolla, milli meselelerde girdiği yanlışları bir nebze olsun fark ederek, gerçek bir devlet adamının onurlu ve muhteşem mücadelesini takip etme ve ders alma imkânı bulabilir.

Bu itibarla, Başbakan Erdoğan’ın Türkeş Bey’i okumasında, izlemesinde kendisi açısından sonsuz yarar vardır. Bu tutum, bizi Başbakan’ın doğruları ve haysiyetli münasebetleri öğrenmesi konusunda ancak mutlu eder.

Madem ki Ermenistan’la münasebetlerde Türkeş beyin yaptıklarını rehber edinme arzusu uyanmıştır, biz Başbakan Erdoğan’a hidayete erme noktasında merhum liderimizin millet, milliyetçilik, siyasi ahlak, mücadele, onurlu duruş ve Türklük konularında da takipçisi olmasını temenni ediyoruz.

Ve bu konuda samimi ise Türkeş Bey’in 12 Aralık 1994 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmadaki şu sözlerini de, milletimizi etnik kimliklere bölmeye çalışan ilkel anlayışını ve karanlık vicdanını aydınlatması için Başbakan’a hatırlatıyoruz.

Merhum Başbuğumuz diyor ki,

“Burası Türkiye’dir; bu kutsal vatanın adı, köyümüz, kentimiz, bölgemiz ne olursa olsun, Türkiye’dir.

Türkiye’de yaşayan herkesin, ailesi, sülalesi, aşireti, kabilesi, etnik kökeni ne olursa olsun, müşterek adı Türk’tür.”

Muhterem Milletvekilleri,

Milliyetçi Hareket Partisi, yıllardan beri terörü ve terör örgütünü, yalnızca kanlı eylemlerinden ibaret bir suç ve cinayet şebekesi gibi görmekten uzak bir anlayışla, daha yukarıdan yorumlama ve değerlendirme çabası içinde olmuştur.

Özellikle çağımızda, terörizmin uluslararası karanlık oyunların çok etkili bir vasıtası olduğu açıktır.

Yine bu kapsamda, terör eylemlerinin de muhasım ülkeleri istenilen kıvama getirmek için kullanılan stratejik senaryoların kirli yüzü olduğu herkes tarafından bilinmektedir.

Bu gerçeği, ülkemize yönelik tehditlerde bulmak istemeyenlerin, terörün hangi amaçlarla kullanılabileceğini anlamaları için çok uzaklara gitmelerine gerek yoktur.

Yalnızca komşumuz Irak’a baktığımızda bile Amerika Birleşik Devletlerine yönelik terör saldırısının sanal suçlusu ilan edilen bir diktatörün idamına ve ülkesinin kan gölüne çevrildiğine şahit olabiliriz.

Bu itibarla, yaklaşık yirmibeş yıldır kanlı eylemleri ile ülkemizin ilk gündemi haline gelen PKK terörünün bir sonuç değil bir vasıta; bir amaç değil araç olduğu bilinmektedir.

Nitekim, kurulduğu ilk yıllardan itibaren PKK’nın, Türkiye üzerinde emelleri olan her devletin kullandığı, uluslararası ve hatta uluslar üstü bir baskı ve pazarlık vasıtası olarak şiddete ve teröre başvurduğu ortadadır.

Millet varlığına kasteden PKK terörüyle mücadele ve teröristlerin imhası yıllardır en üst seviyede ve büyük bir fedakârlıkla sürdürülmüştür.

Bu uğurda çok sayıda şehit verilmiş, çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetmiş ve yaralanmıştır.

Ülkemiz başka sahalara ayırması gereken maddi imkânlarını haklı olarak terörle mücadeleye aktarmış, bu konuda da kayıplar yaşamıştır.

Burada, sizlere geride kalan yılların acı bilançosunu tekrarlayacak ve terör örgütünün katliamlarından bahsedecek değilim.

Ancak, yıllardır süren bu eylemlerin arkasındaki stratejik nedenleri, küresel aktörleri, yerli işbirlikçilerini, tarihsel köklerini ve emellerini dikkate almadan yapılacak analizlerin asla doğru olmayacağını düşünüyorum.

Bu açıdan PKK terörünü, silahsız bölücülükten; bölücü faaliyetleri de bölgemizdeki küresel projelerden bağımsız düşünmek ve birbirinin içinden çıktığını görmeden tek tek ele almak hepimizi yanlış sonuçlara ve elbette ki yanlış sebeplere götürecektir.

Aslında kökleri Osmanlı İmparatorluğuna kadar dayanmasına rağmen, bugünkü haliyle 1984 yılında ortaya çıkan bölücülüğün silahlı boyutu olan PKK terör örgütünün, yıllar içinde aldığı boyut ve şekil terörizmi Türkiye’mizi de içine alan bir projenin parçası haline getirmiştir.

Yalnızca son yirmi yılın Irak coğrafyasındaki gelişmelerine baktığınızda PKK terörünün arkasında Türkiye üzerinde hesabı olanların tamamının isimlerini görmek ve arka planda yer alan ülkeleri bulmak mümkündür.

Nitekim, devletin terörle mücadeleden sorumlu veya yetki verilmiş resmi makamlarının zaman zaman bunları dile getirdiği ve hatta şikayetçi olduğu bilinmektedir.

Ne var ki Türkiye, PKK’nın ve bölücülüğün arkasındaki küresel aktörleri bilmesine ve görmesine rağmen sadece sızlanmakla yetinmiştir.

Milli güvenliği bu derece etkileyen bir meselede örgüte verilen gizli veya açık desteği muhataplarının yüzüne çarpmaktan kaçınmıştır.

Bu çaresizlik ve acziyet, tarihi Şark Meselesi dediğimiz emellerin peşindeki küresel aktörler tarafından, bölücülük ve silahlı uzantılarını çok maksatlı ve çok destekli bir uluslar arası yıkım enstrümanı olarak kullanılmasının da önünü açmıştır.

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin son yirmi yılda komşumuz Irak’a yönelik iki ayrı savaşının siyasi sonuçlarını sebepleri ile birlikte yorumladığınızda, karşımıza yıllardır Türkiye’yi bir kıvama getirmek için kullanılan bölücülük ve bölücü terör oyununa şahit olunmaktadır.

Gelişmeler, Türkiye ve Türkiye’yi yönetenlerin günübirlik açıklamalarla durumu kurtarmaya çalışırken, ülkemizi ve bölgemizi tanzim etmek isteyen küresel gücün uzun vadeli ve bizim için yıkımla sonuçlanacak bir senaryoyu sahnelediğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur.

Gerilere gitmeden, daha geçtiğimiz ay Türkiye'nin Terörle Mücadele Özel Temsilcisi olarak görev yapan ve zamanında bu konuda aktif görev üstlenmiş emekli bir zevatın Amerika’nın PKK’ya yardım ettiğine dair açıklamaları bilinmektedir.

Devletimizin istihbarat arşivleri PKK ile Avrupa, PKK ile ABD arasındaki ilişkileri doğrulayacak belgelerle doludur.

Türkiye yıllarca bu kirli ilişkileri görmezden gelmiş, içten içe ve adına sözde dost dediği müttefikler tarafından ülkesinin altının oyulmasına seyirci kalmıştır.

Her yıl yayınlanan terör örgütleri listesinde PKK adının da bulunuyor olmasını bir lütuf gibi algılayan teslimiyetçi zihniyetlerin bununla yetindikleri bilinmektedir.

Nitekim geçtiğimiz hafta Amerika Birleşik Devletlerinin Kandil kadrolarından üçünü uyuşturucu kaçakçısı ilan etmesinin, teröristlikten kaçakçılığa terfi mi, yoksa teröristlikten tenzili rütbe mi olduğu anlaşılamamıştır.

Yıllardan beri milletimize büyük acılar çektiren ve son yıllarda da ABD kontrolündeki Irak’tan hiçbir engele uğramadan, Türkiye’ye saldıran teröristlerin, kanlı eylemlerine uyuşturucu kaçakçılığını da ilave etmiş olmaları Amerika’nın aklına bugün mü gelmiştir?

Başta İmralı Canisi’nin yargılanma konularından biri de olan ve Türkiye’nin yıllardır yaptığı bu tespitlere Washington şimdi mi ulaşmıştır?

Yoksa herkesçe malum olan bu konunun bugün gündeme getirilmesi, kendi yazdığı yeni bir oyunun son perdesini açan gongun vurulduğuna mı işaret etmektedir.

Kuzey Irak’taki fiili Kürt devletine giden süreç incelendiğinde,

Türkiye’deki bölücülüğün kazandığı mevziler değerlendirildiğinde,

AKP hükümetinin içine düştüğü sarmal doğru okunduğunda,

Başbakan’ın Büyük Ortadoğu Yıkım Projesinin eşbaşkanlığı analiz edildiğinde, bu son gelişmelerin Türkiye’yi milleti ve devleti ile tam bir yıkıma sürüklediği anlaşılacaktır.

Elbette ki yabancı güçlerin güdüm ve kontrolündeki bölücü gelişmelerin tamamından AKP zihniyetini sorumlu tutmak doğru da değildir, ahlaki de sayılmayacaktır.

Ne var ki, tam yedi yıldır tek başına iktidar olan AKP, bölücülüğün arkasındaki küresel desteği görmezden gelmenin de ötesinde, yardım ve yataklık edecek kadar stratejik türbülansa girmiş ve gelişmelere tam teslim olmuştur.

Irak’taki gelişmelere paralel olarak ilerleyen vahim süreç, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’daki sınırları değiştiremeye doğru giden projelerinin, hükümeti düşürdüğü açmazın adıdır.

Uluslar arası literatürde, aşılması halinde “kan dökülmesini göze almayı” ifade ve ilan eden “kırmızı çizgiler” kavramı Irak’taki gelişmelerin tırmanması üzerine gerek hükümet ve gerekse güvenlik makamları tarafından geçmişte defalarca dile getirilmiştir.

Bugün başta Irak’ın Kuzeyinde olgunlaşarak ilan edilmeyi bekleyen  sözde Kürdistan devleti olmak üzere, Türkmenlerin ve Kerkük’ün durumu ile Kandil’e göz yumulması gibi adeta savaş nedeni gördüğümüz bütün şartların ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin çizdiği kırmızı çizgiler bugün tamamen silinmiştir.

Şimdi hükümetin yaptığı, başkalarının çizdiği kırmızıçizgilere ve önleyemediği bölgesel gelişmelere “sıfır sorun” adı altında boyun eğmekten ibarettir.

Türkiye geride bıraktığımız yıllar içinde süreci yönlendirmekten tamamen uzak kalmış, başa geçirilen çuvalların korkusu hükümeti dayatmalara teslim olmaya itmiştir.

Bugün aktif dış politika, sorunsuz ilişkiler, barışçıl gelişmeler adı altında yürütülen teslimiyetin tamamı Türkiye’nin AKP çaresizliğinin kılıfı ve makyajıdır.

Değerli Milletvekilleri,

Son günlerde sözde açılım adı verilen süreçleri de küresel projeler kapsamında değerlendirmek ve yabancı dayatmaların yeni bir şekli olarak yorumlamak doğru olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi, yıllardan beri milletimizin huzur ve emniyetine musallat olan PKK terör örgütü ile etkili ve anlayacakları yöntemlerle mücadeleyi savunmuştur.

Bu konuda hükümetlerin ihtiyacı olan her desteği vermeye hazır olduğunu da her ortamda açıklamıştır.

Terörle ve bölücülükle mücadelede ne gerekiyorsa, siyasi, sosyal, ekonomik bütün tedbirlerin alınmasının gereğinden ısrarla bahsetmiştir.

Ancak, bugün gelinen nokta bu senaryonun son sahnesine girildiğini işaret eden çok ciddi gelişmelerle doludur.

Yıllardır ülkemizi yoran ve acı çektiren terör örgütünün sona erdirilmesinin koşulları bellidir:

Türkiye silahlı ve silahsız bütün imkânlarını kullanarak teröristleri ortadan kaldırmak, silahları ile birlikte adalete teslimiyetini sağlamak zorundadır.

Ancak, böylesi bir tam teslim almanın hiçbir pazarlığa tabi olmaması, kimsenin ipoteğine bırakılmaması, başkalarının insaf ve iznine tabi olmaması şarttır.

Ne var ki, dün kortejler halinde ülkemize sınırdan giren üniformalı terör temsilcilerinin; güvenlik kuvvetlerince teslime zorlanmış, teslim olmaya mecbur kalmış çaresiz ve aldatılmış kişiler olduklarını söylemek mümkün değildir.

1999 yılında da PKK teröristleri Türkiye’ye dönüş yaşamış, teslim olanlar doğruca adalete verilerek mahkûmiyetleri sağlanmıştı.

Oysa bugün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kandil kadrolarıyla girdiği pazarlığın verdiği cüret ve küstahlık, bu rezalette bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.

Kalabalık karşılama komitelerinin çadır kurarak, sözde marşlarla ve sevinç çığlıkları altında yapılanlar AKP zihniyetinin eseri ve sonucudur.

  • Dikkat buyurunuz, alkışlarla karşılananlar Mekke-i Mükerreme’den dönen hacı kafilesi değildir.
  • Ya da alın terleriyle ekmeklerini kazanmak için gittikleri yabancı ellerden kesin dönüş yapan gurbetçiler değildir.
  • Milletini yabancı coğrafyalarda şerefle temsil etmiş Mehmetçik birlikleri hiç değildir.

Bunlar, elinde bebeklerin, anaların, kadınların, şehitlerin kanı olan, silahlarına masum binlerce vatandaşımızın kanı bulaşmış hain teröristlerdir.

Teslim olmak için değil de İmralı Canisi’nin talimatıyla Türkiye’ye dönenlere baktığınızda, AKP kadrolarının analarının namı hesabına arkalarından gözyaşı döktükleri “kandırılmış çocuklara” benzerlikleri var mıdır?

Bu yakada Mehmetçik silahı omzunda beklemektedir, öte yakada terörist elinde silahı ile beklemektedir.

Hükümetin açılım adı verdiği rezalete hala kulak verenlere soruyorum:

  • Son ihanet tablosunda, silahı kimin bıraktığını anlayanınız var mıdır?
  • Gelenlerde bir teslimiyet ve pişmanlık, bir suçluluk duygusu ve milleten utanma ve mahcubiyet var mıdır?
  • Dün yaptıkları katliamları yarın yapmayacaklarına dair bir terbiye hali, ıslah işareti var mıdır?

Bu alçaklık tablosu, Başbakan Erdoğan’ın eseri ve sözde açılımın tipik sonucudur. Hazmettirilmek istenen seri alçaklıkların birincisi budur.

Bu, PKK’nın teslim alınmasını değil, AKP’nin ülkemiz sınırlarında teslim alındığını gösteren tarihi bir rezalet, ihanet ve melanet tablosudur.

PKK Türkiye’ye değil, AKP PKK’ya teslim olmuştur. Durum bundan ibarettir.

Yıllardır özellikle AKP ile birlikte sayısız zillete şahit olmuş bu millet, ne üzücüdür ki “açılım” adı altında yürütülen pazarlıkların geldiği noktayı, milli haysiyetin düştüğü seviyesizliği de görmek durumunda kalmıştır.

Aslında bu gelişmeler bizim için sürpriz olmamıştır. AKP’yi tanıyanlar için bu gelişme beklenen bir sondur ve işaretleri iki yıl önce alınmıştır.

21 Ekim 2007 günü Dağlıca karakoluna yapılan saldırının ardından Irak’a kaçırılan 8 Mehmetçiğin 4 Kasım 2007 tarihinde geri alınmasına katkıda bulunanların oluşturduğu sevk zincirini hatırlayınız.

Kandil Kadroları, Barzani çeteleri, Irak İstihbaratı, Amerikalı General ve subaylar, Türkiye’den bölücü refakatçiler ve AKP’den teslimat memurları hazır bulunmuşlardı. Ve hepinizin bildiği gibi bunlar yıllarca “bulmak imkânsız” diyerek Kandile gitmekten ısrarla kaçınmışlardı.

İşte ABD, Barzani ve AKP’nin sözde bir türlü bulamadığı teröristlerin öncü kafilesi ortaya çıkmıştır. Açılım sevdalısı Başbakanları ile kucaklaşmak için gün saymaktadırlar.

Değerli Arkadaşlarım,

Elbette terör son bulmalı, şiddet ortadan kalkmalı, vatandaşımız huzur ve emniyet bulmalıdır.

Bunun aksini savunmak ve söylemek mümkün değildir.

Ancak eline silah alarak ülkemizi bölmek için dağa çıkmış teröristlerin bütün taleplerini, silahsız çözecekleri ortam oluşturarak onlara kucak açmak dünyada görülmemiş bir uygulamadır.

Böylesi bir mantık garabeti ile ne Çanakkale savunulabilirdi, ne de Milli Mücadele yapılabilirdi?

Anadolu’yu Yunanlıya bırakırdınız, İstanbul’u İngilize teslim ederdiniz, böylece pürüzler ve sorunlar ortadan kalkmış ve AKP’nin tanımındaki barış da sağlanmış olurdu.

Bugüne kadar sorunları çözmek adına onları yok sayan ve hatta sorunun parçası haline gelerek teslim olan hiç bir ülkenin ayakta kaldığına şahit olunmamıştır.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun son yılları bunun örnekleri ile doludur ve ders almak gerektir.

Gelişmeler yirmibeş yıldır Türkiye’ye musallat olan terör örgütünün görevinin tamamlandığını, silahlı bölücülüğün silahsız olana devir teslim yaptığını göstermektedir.

PKK’nın ve uzantılarının bütün tasavvurları artık AKP tarafından temsil edilmektedir.

PKK’nın teröre başvurarak isteklerini dayatmasına gerek duyacağı şart ve ortam kalmamıştır. Bütün istekleri Başbakan tarafından dile getirilmektedir.

Sonuçta böyle olacak idiyse, 1984 yılında ilk silahlı eylem başladığında ne ordu sevk etmeye lüzum vardı, ne de Mehmetçiğin, polislerin ve korucuların yıllar süren fedakârca mücadelelerine.

Ne isteniyorsa verirdiniz, ne dayatılıyorsa teslim olurdunuz, ne yapmayı arzu ediyorlarsa el sıkışırdınız, böylece aradan geçen yirmibeşyıldaki kayıplarımız da gerçekleşmezdi.

Geriye kalana da Türkiye diyebilirsek, bir avuç toprak parçasında haysiyetini kaybetmiş halde yaşıyor olurdunuz.

Bugün gelinen aşamada Türkiye’nin bölünmesi için PKK’ya ihtiyaç kalmamıştır.

Başbakan bu projeyi gönüllü olarak okyanus ötesinden teslim almıştır. Ayrıntıları görüşmek üzere de 29 Ekimde baş aktörle buluşacaktır.

AKP zihniyeti ve Başbakan Erdoğan Kandil Kadrolarının geride kalmış bütün niyetlerini siyaset zemini içinde çözmeyi kafasına koymuş ve bölücülüğün yeni liderliğine soyunmuştur. Ve bu konuda İmralı Canisi ile rekabet ve işbirliği başlatmıştır.

Bu itibarla Kandil gezisinden dönen eli kanlı teröristleri kucaklama ve affetme görevi Başbakan Erdoğan’a düşmektedir.

Başbakan’ın sebeplendiği bu yıkım projesi İmralı canisinin, terör örgütünün Kandil’deki kadrolarının, etnik bölücü mihrakların Barzani ve Talabani’nin etrafında kenetlendiği Türkiye’ye kefen biçme projesidir.

Başbakan’ın hesabı ortadadır:

Teröristlere örtülü siyasi af çıkartılacak, Türkiye’de etnik bölücülerin etnik kimlik ve dil eksenindeki taleplerini karşılayacak bir siyasi çözüm süreci başlatılacak, bu süreçte askeri operasyonlar asgari düzeyde tutulacak ve PKK teröristleri bu yolla dağdan indirilecektir.

Bu aşamalarla, Türkiye, çok yakında yaşayacağı daha vahim gelişmelerle Başbakanın ve AKP’nin foyasını görecek; kendisine huzur, esenlik, refah ve onur kazandırsın diyerek bu zihniyete verdiği desteğin pişmanlığını duyacaktır.

Ve tarihimizde göremeyeceğimiz bu alçalmanın adresi AKP, mihrakı işbirlikçiler, odağı ise Başbakan Erdoğan olacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki sorunlu ilişkiler ve sanal müzakere sürecinin anatomisi niteliğini taşıyan 2009 İlerleme Raporu geçtiğimiz hafta yayınlanmıştır.

Avrupa Birliği’nin Türkiye konusundaki önyargılı yaklaşımı, dışlayıcı tutumu ve çarpık bakış açısı bu yılki rapora da aynen yansımıştır.

Bu yılki raporun en fazla dikkat çeken bir yönü, Başbakan Erdoğan’ın takma ve sahte isimler arkasında saklamaya çalıştığı “Kürt açılımı” adının Avrupa Birliği tarafından “Kürt sorununun çözümü” olarak doğru biçimde konulması olmuştur.

Avrupa Birliği’nin 2009 raporuna da yansıyan bakış açısı;

  • Etnik bölücülüğün demokratik bir hak ve özgürlük olarak koruma altına alınmasını,
  • Anayasa’nın değiştirilerek Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü aleyhine faaliyet gösteren siyasi partilerin kapatılmamasını,
  • Eğitim ve kamu hizmetlerinde iki dilli sisteme geçilmesini,
  • Farklı etnik kökenlerin azınlık olarak kabulü ve Anayasa güvencesinde kolektif haklara sahip olmasını öngörmektedir ve,

Başbakan Erdoğan ve hükümetinin ideal rapor olarak alkışladığı maalesef budur.

Avrupa Birliği bunların yanı sıra;

  • Rum ve Ermeni cemaat kurumlarına tüzel kişilik tanınmasını,
  • Bu cemaatlerin dini kurumu olan Fener Rum ve Ermeni Patriklerinin papaz ihtiyacının karşılanması için yeni kurumsal düzenlemeler yapılmasını,
  • Türkiye’nin Kıbrıs Rumlarını adanın tek meşru temsilcisi olarak tanımasını,
  • Kıbrıs sorununa AB üyesi Rumların bu konumuna uygun bir çözüm bulunmasını,
  • Kıbrıs Türkleri üzerindeki hukuk dışı ambargolar sürerken Türkiye’nin tek taraflı olarak limanlarını Rumlara açmasını ve,
  • Ege sorunlarının Yunanistan’ın istediği zeminde çözümüne razı olunmasını istemektedir.

Başbakan Erdoğan ve hükümetinin olumlu, adil ve dengeli dediği raporda bütün bu hususlar açık biçimde ortaya konulmuştur.

Bütün bunlara rağmen Başbakan’ın bu raporu adil bulmasının gerçek nedenleri, AKP hükümetinin uzun vadeli düşünce ve hedeflerinde aranmalıdır.

2009 yılı İlerleme Raporu’nda Başbakan’ın ne pahasına olursa olsun geriye dönüşü olmadığını söylediği “Kürt açılımı”nın göklere çıkarılması bu bakımdan tesadüf sayılamayacaktır.

Terör örgütü ve etnik bölücülerin siyasi gündeminin savunucusu olan Avrupa Birliği, Başbakan’ın taşeronluğunu yaptığı bu yıkım projesini bu nedenle tarihi fırsat olarak görmektedir.

Bu noktada Brüksel ile Cumhurbaşkanı Gül’ün tarihi fırsatları örtüşmüş, Başbakan’ın tarihi dediği açılım da bunun ortak zeminini oluşturmuştur.

Bundan cesaret alan Avrupa Birliği taciz boyutlarına taşınan müdahale ve dayatmaları için uygun bir ortam bulmuş ve 2009 yılı raporunda ortaya koyduğu taleplerle Başbakan’ın “Kürt açılımının” adeta yol haritasını çizmiştir.

Amerika Birleşik Devletlerine yapacağı son gezide “Kürt açılımını” görücüye çıkararak bu konuda tekmil verecek olan Başbakan’ın, Avrupa Birliği’nin bu yol haritasını da aşamalı olarak hayata geçirmek suretiyle Avrupalı kimliğini ispat etmesi beklenmelidir.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Açılan, saçılan ve sınırları gevşetmekle uğraşan AKP hükümeti, işi ülkemizin bütün emniyet ve güvenlik duvarlarını yıkma noktasına kadar getirmiştir.

Milli ve omurgalı bir politika izlemek yerine, bölgemizde başkalarının hedeflerini gerçekleştirmek ve bu yolla göze girmek amacıyla ciddi bir gayret sarf eden iktidar partisinin, asli ve öncelikli görevlerini unutmuş olduğu görülmektedir.

Açılımların dağılmayla sonuçlanacağını göremeyen bir akıl tutulmasının hâkim ve etkili olduğu bugünkü hükümet etme anlayışının, gerçek anlamda yarınlarımızı ateşe atmaya çabaladığı gelişmelerden anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin huzur ve refahı, esenlik ve saadeti, özgüven ve gururu AKP eliyle tahrip olmuştur.

Sokaklar öfkeli, haneler bitkin, dükkânlar boş, tarlalar bereketsiz, tezgâhlar paslanmış haldedir.

Ve bunların yanı sıra, Türkiye’nin gelecek perspektifi zedelenmekte, bağımsız ve hür yaşama idealinden hızla uzaklaşılmaktadır.

Sırnaşık ve tavizkar siyaset uygulamaları Türkiye’yi bir kördüğümler ülkesi haline getirmiştir.

Demokrasiyi, milli konularda kapanmayacak yaralar açmakla eşanlamlı gören AKP iktidarı, ekonomide de açık vererek, siyasetteki ve diplomasideki alışkanlığını buradada sürdürmüştür.

Bugünkü şartlarda; dış ticarette, cari dengede ve bütçe dengesinde milletimizin hayat şartlarını kötüleştirecek bir açık politikası izleneceği anlaşılmaktadır.

Bunlar arasında bütçe dengesindeki açık, hükümetin yanlış tutum ve uygulamalarından dolayı tehlike sınırını çoktan aşmıştır. Son verilerle birlikte Ocak-Eylül arasında bütçe açığının geçen yıla göre yüzde 747 arttığı görülmektedir.

Kamuoyuna açıklanan 2010 yılı bütçe kanunu tasarısı ise, önümüzdeki yılda da sorunların ağırlığından bir şey eksilmeyeceğini kanıtlamıştır.

Bu çerçevede; TBMM’nde ayrıntısıyla görüşülecek olan önümüzdeki yılın bütçe büyüklüklerinden, giderlerin 286 milyar 928 milyon TL, gelirlerin 236 milyar 794 milyon TL, bütçe açığının ise 50 milyar 134 milyon TL olacağı tahmin edilmiştir.

Öncelikle şunu kabul etmemiz lazımdır. 2010 yılı bütçesi krizden çıkış bütçesi değil, krizi toplumsal tabana iyice yayacak olan bir bütçedir.

Bunun en somut göstergesi ise, bütçenin açıklar üzerine kurulu olmasıdır. Krizden çıkışın işaretlerini verecek olan bir bütçenin doğal olarak büyük açıklara konu olmaması gerekirdi.

İlgili bakanın söylediğinin aksine, hazırlanan 2010 Merkezi Yönetim Bütçesi’nin bu haliyle; sosyal yönü olmayan, kamu görevlilerini gözetmeyen, insanımızın sorunların altında ezileceğini adeta tescil eden içeriğe sahip olduğu anlaşılmıştır.

Kaldı ki, kamu çalışanlarına yönelik önümüzdeki bir yıllık sürede yüzde 5’lik zam yapılmasının açıklanması, kamu görevlileri için yine değişen bir şey olmayacağını göstermiştir.

Akaryakıttan doğalgaza kadar yapılan zamlar, sağlıklı beslenebilmek için gerekli olan et fiyatlarındaki son günlerdeki artışlar; kiradan, ulaşıma, haberleşmeden giyim eşyalarına kadar birçok mal ve hizmetteki pahalılık, kamu çalışanlarının maaşlarındaki komik artışın bir manasının olmayacağını bariz olarak ortaya çıkarmıştır.

Ayrıca, maliye politikası hedefleri arasında yer alan, kamu açıklarının tedrici olarak makul seviyelere çekilmesi hedefinin ise yeni bir aldatmacadan başka bir anlamı bulunmamaktadır.

2008 yılında 17 milyar 69 milyon açık veren bütçenin, orta vadeli programda ifade edildiği üzere; 2010 yılında 50 milyar TL, 2011 yılında 45,1 milyar TL, 2012 yılında ise 39,1 milyar TL düzeyinde açık vereceği düşünüldüğünde, üç yıl sonra bile 2008 yılındaki açık miktarı ikiye katlanacaktır.

Bütçe açığı artışı, borç stokunda yükselişe neden olacağından, önümüzdeki süreçte başta iç borç miktarı olmak üzere, toplam borç miktarı yükselen bir seyir izleyecektir.

Ayrıca, orta vadeli programda; bu yıl için dış ticaret dengesinin 35,5 milyar dolar, cari işlemler dengesinin 11 milyar dolar, merkezi yönetim bütçe dengesinin ise 62,8 milyar TL açık vermesi öngörülmüştür.

Her üç parametrede önümüzdeki üç yılda da değişen bir şeyin olmayacağı, özellikle dış ticaret ve cari işlemler açıklarının hızla artacağı anlaşılmaktadır.

Verilen bu açıkların, daha fazla emeğe, daha fazla alın terine, daha çok vergiye ve artan yoksulluğa neden olacağını söylememiz abartılı ve yanlış olmayacaktır.

Bu kapsamda, azalan refahın, artan sorunların kişi başına geliri düşüreceği, fakirliğin düne göre bugün ve yarın daha fazla olacağı ortadadır.

Değişen hesaplama yöntemine göre, 2008 yılında kişi başına düşen gelir 10 bin 372 dolar iken, bu rakamın 2009 yılında 1916 dolar düşerek 8 bin 456 dolar olacağı tahmin edilmektedir. Ne üzücüdür ki, 2012 yılında bile, 2008 yılındaki kişi başına düşen gelir rakamına ulaşmak mümkün olmayacaktır.

2008 yılında 735 milyar dolar civarında olan GSYH’nın, ekonomideki alaboradan dolayı 2009 yılında 608 milyar dolar düzeyinde gerçekleşeceği öngörülmüştür. Yine aynı şekilde 2008 yılı milli gelir rakamına, üç yıl sonra bile yetişebilmek imkân dâhilinde görülmemektedir.

Bir yıl içinde, milli gelirde yaklaşık 130 milyar dolarlık azalmanın, elbette AKP hanedanında yol açacağı bir sıkıntı, onlar açısından endişe verici bir durum yaşanmayacaktır.

Bu kara tablonun faturasını her zamanki gibi esnafımız, çiftçimiz, memurumuz, işçimiz ve emeklimiz ödeyecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye ekonomisi; pusulasını kaybetmiş, dümeni kırılmış, kaptanı olmayan bir gemi misali kriz kayalıklarına çarparak su almış ve batma noktasına gelmiştir.

En belirgin problem alanlarının başında gelen işsizlik konusunda gözle görülür ve hissedilir bir iyileşme, umut verici bir gelişme yaşanmamaktadır.

Hala insanımız işsiz, piyasalar durgun, üretim düşük, yatırım yetersizdir.

Açıklanan en son işsizlik verileri; geçen yıla kıyasla işsiz sayısında 842 bin artış olduğunu, tarım dışı istihdamda 314 bin, ücretli istihdamında da 163 bin düşüş yaşandığını göstermiştir.

İşsizlik oranının, diğer dönemlere kıyasla nispeten düşük çıkmasının arkasında en başta tarım kesiminde meydana gelen 364 bin kişilik bir istihdam artışı bulunmaktadır.

Şehirlerde işsizlik oranı, kırsal kesimlere göre daha fazla olup yüzde 16 düzeyinde gerçekleşmiştir.

15–24 yaş arasındaki genç nüfustaki işsizlik sorunu daha endişe verici olup yüzde 23,2 seviyesindedir.

Yüzbinlerce üniversite mezunu bugün iş beklemektedir. Yuva kurmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın ve topluma yararlı olmanın yollarını aramaktadır.

Her fırsatta, Türkiye ekonomisinin ülkeler arasındaki sıralamasından bahseden Başbakan Erdoğan, işsizlik sorununu çözmeden, çalışma istek ve arzusunda olan kardeşlerimize hayatlarını idame ettirecek yeni iş sahaları oluşturmadan ekonomideki gelişmeden bahsetmesi siyasi iki yüzlülük olacaktır.

Doğrudur; Türkiye GSYH büyüklüklerine göre yapılan sıralamada 182 ülke arasında 17’nci sırada yer almaktadır. Ancak, sıra kişi başına düşen gelir rakamına geldiğinde, Türkiye 182 ülke arasında 63’üncü sıraya gerilemektedir.

İşin içine yaşam beklentisi, yetişkinlerin okur yazarlık oranı, eğitim ve sağlıktaki gelişmeler gibi faktörler girdiğinde, Türkiye’nin ülkeler klasmanındaki yeri 79’uncu sıraya inmektedir.

Başbakan Erdoğan, özellikle işsizliğin üzerinden gelemediğini defalarca kabul ederek, bu konuda yapabileceklerinin sınırlı olduğunu, hatta daha ileri giderek, her üniversiteyi bitirenin iş bulacak diye bir kuralı olmadığını söyleyerek milyonlarca genç evladımızı hayal kırıklığına uğratmıştır.

Kendi mahdumlarına imrenilecek eğitim imkânlarını ve çalışma şartlarını sağlayan Başbakan’ın, aynı ilgi ve desteği milyonlarca evladımızdan esirgemesini kabul etmemiz, hoş görmemiz mümkün olmayacaktır.

“Yoksul hanelere deva olmaya, üşümüş elleri ısıtmaya, sönmüş ocakları yeniden yakmaya, düşenlerin elinden tutmaya gayret ettiğini” iddia ederek, yoğun bir duygu istismarına teşebbüs eden Başbakan Erdoğan’ın samimi ve dürüst olmadığı, gençlerimizin en tabii hakkı olan iş bulma konusundaki yaklaşımından açıkça görülebilecektir.

Eğer, evinde sobası yanmadığı için titreyen elleriyle kalem tutmaya çalışan kız çocuğunun hakkı sizin omuzlarında ise, evine ekmek götürme derdine düşmüş, o kız çocuğunun karnını doyurması gereken babaya iş bulmakta sizin sorumluluğunuzdadır.

Bir kap sıcak çorbaya muhtaç yaşlı teyzeyi eğer gerçekten düşünüyorsanız, çocuğunun bir işe sahip olmasını sağlamayı da görev olarak görmeniz gerekmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi; ekmekle soğanı katık yapan, bir tas çorbaya şükreden, cebinde olmadığı zaman hayır dileyen, olduğu zaman şımarmayan, siftahı müşteriden, bereketi Allah’tan bekleyen, mütedeyyin, sabırlı, kanaatkâr insanımızın daha fazla istismar edilmesine asla rıza göstermeyecektir.

Öncelikle hayatın normal ve rutin sorunlarının çözülmesini isteyen, mutlu ve gülen bir yüzle, kimseye muhtaç olmadan hayat geçirme niyetinde olan milyonlarca insanımızın daha fazla aldatılmasına, kandırılmasına geçit vermeyecektir.

AKP’nin kurduğu kumpaslarla örülü, sorunlarla yüklü, yoksulluk ve işsizlikle çevrili düzenini yıkmaya da sonuna kadar uğraşacaktır.

Bu sözlerim sarsılmaz bir inancın, büyük bir kararlığın hülasası şeklinde görülmeli ve öyle anlaşılmalıdır.

Konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha saygılarımla selamlıyorum.