Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
Değerli Milletvekilleri, Muhterem Basın Mensupları, Hepinizi saygılarımla selamlıyorum, Bildiğiniz gibi, geçen hafta sonu toplanan 9. Olağan Büyük Kurultayımız büyük bir kucaklaşmaya ve coşkuya sahne olmuştur. Ağır sorunlar altında bunalan milletimiz için yaşanan heyecan ve gösterilen kararlılık ümit uyandırmış, ülkemizin her yöresinden doğan teveccüh iftihar kaynağımız olmuştur. Türkiye, yılladır aradığı dik duruşu, sorunların çaresini, kurtuluş umudunu sonsuza kadar var olmanın heyecanıyla muhteşem katılımla gerçekleşen Kurultayımızda bulmuştur. Kurultayımızda tecelli eden irade bildiğiniz gibi yeni dönemde görev alacak Merkez Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarımızı da belirlemiştir. Dün gerçekleşen ilk toplantımızda ise bu değerli üyeler arasından on beş arkadaşımız Başkanlık Divanı üyesi olmuş ve göreve başlamışlardır. Amacımız ülkemizin bütün sorunlarını çözebilecek kucaklayıcı bir anlayışla, Merkez Yönetim Kurulu, Başkanlık Divanı, Meclis Grubu ve İl ve ilçe teşkilatları arasında tam bir ahenk ve dayanışmanın gösterilmesidir. Bunu da başaracağımızdan eminim. Önümüzdeki zorlu siyasal sürece taşıyacak inanç ve şuura sahip olduklarına inandığım bütün arkadaşlarıma başarılar diliyor, başta aziz milletimiz olmak üzere partimize ve davamıza hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Değerli Arkadaşlarım, Ülkemizin bütün sorunlarını çözme iddiasıyla tek başına iktidara gelen AKP’nin her geçen günü bu iddiaları boşa çıkartmaktadır. Bugün Türkiye;
Hayatın her yanını tam bir gerginlik, kutuplaşma ve çatışma alanına çeviren AKP zihniyeti, kurumların birbiriyle çarpıştığı, gerilimin had safhaya yükseldiği, insanların birbirinden kuşku duyduğu bir çöküntü yaşatmaya başlamıştır. Bir yanda görülmemiş uyum var denilirken, öte yanda birbirine girmiş kurumların uyumsuzluğun alabildiğine arttığı bir kargaşaya şahit olunmaktadır. Giderek siyasi meşruiyetini kaybeden, çok ağır bir yönetim zaafı içine düşen ve tehlikeli yollara sapan Başbakan Erdoğan ve hükümeti, gerginlikten beslenen, korku salmayı, baskı ve tehdidi mubah gören bir çatışma stratejisi benimsemiştir. Özellikle son yıllarda kendi vatandaşından korkan bir despot rejimin tezahürlerini gösteren hükümetin neden olduğu güvensizlik topluma yayılmıştır. Bir tarafta medya üzerinde baskı ve dayatma ile karartma uygulanırken, diğer tarafta özel hayatın gizliliği, aile hayatına saygı, haberleşme hürriyeti gibi temel hak ve özgürlüklerin ihlaline yönelik kuşkular artmıştır. Hükümet, ülkemizi özel hayatların bile denetlendiği ve dinlendiği totaliter bir yapıya doğru hızla sürüklemektedir. Son olarak dinlemenin adalet dağıtan makamlara kadar ulaşmış olması tehlikenin boyutlarını göstermesi bakımından ibret verici olmuştur. Şehidine cenaze töreni yapılmasına tahammül edemeyen hükümet, vatandaşının haber alma ve konuşma hürriyetini kısıtlama arayışına girmiştir. PKK açılımını sözde “demokratik haklar üzerine oturtmaya çalışan AKP, en temel demokratik hakları bile baskı altında tutma arayışına sürüklenmiştir. Kendi vatandaşlarını tehdit gören, bir siyaset anlayışı ile Türkiye’nin yönetilmesi ve devamı mümkün değildir. Hükümeti, PKK’lı teröristlerden önce, vatandaşımıza demokrasi getirmeye ve vatandaşın temel hak ve hürriyetlerine saygı göstermeye davet ediyoruz. Değerli Milletvekilleri, Türkiye giderek ağırlaşan bu ortamda; bölücü ve etnik tahriklerin tırmandığı, iç huzur, kardeşlik ve dayanışma ruhunun yara aldığı, tuzaklarla dolu sancılı bir döneme doğru ilerlemektedir. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yapılan toplantılar kaygı verici gelişmelere sahne olmuştur. Görüşmeler esnasındaki konuşmalar 86 yıllık Cumhuriyetimizin içinde bulunduğu tehlikeyi ve yaşamakta olduğu ağır bunalımı bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Başbakan Erdoğan’ın ısrar ve inatla sürdürdüğü bölünme modelleri arayışları Türkiye’yi çok ciddi risk ve tehlikelerle dolu puslu ve karanlık bir dönemin içine itmiştir. AKP hükümetinin yaz başından beri sözünü ettiği ancak bir türlü içini açmaya cesaret edemediği “PKK açılımı”nın ilk sayfası bu toplantılarla nihayet aralanmıştır. Ve merkezinde kanlı terör örgütünün siyasallaşmasının bulunduğu karanlık bir oyunun ülkemize dayatılmasında ileri bir aşamaya gelindiğinin işaretleri verilmiştir. Hükümet zihniyetinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluş sürecine ve değerlerine karşı fikirleri bilinen bir gerçektir. Ancak bu toplantılarda bunun aslında Cumhuriyetimizle tam bir hesaplaşma olduğu ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde farklı nedenlerle ortaya çıkan ayaklanmaların hükümet tarafından kutsandığı ve alkışlandığı, bunu haklı veya haksız yöntemlerle bastırmaya çalışan devlet gücünün ise aşağılandığı vahim bir manzara Türkiye’nin gözü önünde cereyan etmiştir. İddia edildiği gibi PKK açılımının barış ve huzurla, demokrasi ve hürriyetle, sulh ve sükunla, kalkınma ve refahla, kaynaşma ve kardeşlikle hiçbir şekilde alakası olmadığı anlaşılmıştır. İsyanların meşru ve hak, bastırmanın ise zulüm addedildiği bu alçaklık tablosu hükümetin 25 yıldır milletimize kan kusturan PKK’ya bakışını da ortaya koymuş, yıllardır üzerine neden gidemediğini de hepimize göstermiştir. Türkiye üzerinde sahnelenmek istenen bu oyunun nihai hedefi, tek millet ve tek devlet esasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti'nin milli birlik, bölünmez bütünlük ve birlikte yaşama anlayışının yeniden tanımlanması ve çok kimlikli, çok milletli parçalı bir devlet yapısının kabul edilmesidir. Etnik bölücülük konusundaki siyasi sicili ve eğilimleri çok iyi bilinen Başbakan ve hükümeti Türkiye’yi ayrıştırma ve bölme projelerini İmralı, Kandil ve Barzani’nin desteğiyle hayata geçirmek için çıktığı yolculukta suçüstü yakalanmış, gerçek niyetler bir bir kendi ağızlarından açığa çıkmaya başlamıştır. Başbakan’ın siyasi proje olarak sahip çıktığı bu sürecin etnik bölücülerin taleplerini taksitler halinde karşılama amacına yönelik olduğu gün gibi ortadadır. Etnik bölücülüğe hukuki zemin kazanmasını amaçlayan İmralı ve hükümet işbirliğinin yol haritasına göre girişilecek yıkımın aşamaları son toplantı ile belirginleşmiştir. Adına utanmadan demokratikleşme denilen bu yol haritasıyla, PKK'nın bütün talepleri siyasallaşacak, İmralı Canisi ile Başbakanın rol paylaşımında çıktıkları yolda sözde "demokratik cumhuriyet"e ulaşılacaktır. AKP hükümeti ve Başbakan TBMM Genel Kurulu açıklamalarının tamamında; terör sorununu, etnik bir kimlik sorunu olarak ısrarla tanımlamış ve böylece ayrılıkçı terörün siyasi hedeflerini haklı ve meşru gösteren bir sorumsuzluk sergilemiştir. AKP'nin siyasi çözüm adı altında hayata geçirmeyi amaçladığı bu süreç, Türkiye'de etnik temelde ayrı bir millet ve milli azınlık olduğunun kabulünü ve devletin niteliği ve yapısının bu ayrışmaya hukuki ve siyasi temel kazandıracak şekilde yeniden düzenlenmesini öngören bir çözülme sürecidir. Bu sözde üç aşamalı yıkım haritası; Anayasamızın değişmez hükümlerinde ifadesini bulan devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve üniter yapısına alenen aykırı emellere hizmet ederek Türkiye'nin milli devlet niteliğinin ve üniter siyasi yapısını tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Başta kimliksiz ve kişiliksiz siyasetin temsilcisi olan AKP zihniyeti olmak üzere, yıllardır Türk milletinin kaderi üzerinde kumar oynayanların maksadının Türkiye’yi ve aziz millet varlığını ayrışma, ayrıştırma ve çatışma ortamına yönlendirmek olduğu bütün gerçeği ile ortaya çıkmıştır. Küresel gelişmelerin dayattığı, teslimiyetçi hükümetin mahkûm hale geldiği bu yıkım projesi; yıllardır dağdaki ve şehirdeki bölücülerin de hedefi olan;
Tahribatın bu hızla ilerlemesi halinde kapanması mümkün olmayan derin toplumsal yaraların açılacağı, bin yıllık kardeşliğin oluşturduğu milli birlik ve bütünlüğün onarılamayacak kadar zedeleneceği “yol ayrımına” kadar gelinmiştir. Bu oyunun ara başlıkları;
“Türk milleti” tanımını kapsayıcı ve yeterli bulmayıp, başka kimlik arayışlarının artış göstermesi “Türk Milleti”ni alt kimliklere doğru döndürecek, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği milli devleti ve üniter yapıyı korumak ve yönetmek imkânsız hale gelecektir. Milleti oluşturan ana gövdeden kimliklerin kaşınarak parçaların kopartılması, oluşmuş bir milleti sosyolojik anlamda geriye götürecek, boy ve kabilelere dönüştürerek iptidai, geri ve ırkçı bir akıbeti doğuracaktır. Ve ne hazindir ki inanç istismarı ile iktidara gelenler şimdi kimlik istismarı ile kafalarındaki kabile kültürünü topluma dayatmaya çalışmaktadırlar. Buna katlanmak, rıza göstermek ve masum görmek mümkün değildir. AKP’nin kafasındaki ilkel siyasi zihniyetin, modern millet anlayışının önüne getirmesini, Türk milletinin parçalı bir yapıya yöneltmesini Milliyetçi Hareket’ Partisi’nin kabul etmesi mümkün değildir. Değerli Milletvekilleri, PKK açılımı konusunda 13 Kasım 2009 günü Meclis’te yapılan görüşmelerde yıkım projesinin taşeronu olan Başbakan, muhalefete yönelttiği hayasız suçlamalarla Yüce Meclis’i lekelemiştir. Bu son konuşmalarla birlikte, sürece tek başına direnen Milliyetçi Hareket ve mensuplarının duruşunu kırmaya yönelik karalama stratejisi de netleşmeye başlamıştır. Bunlardan birincisi, AKP zihniyetinin içine düştüğü teslimiyete gerekçe oluşturmak için kurucu Genel başkanımız Türkeş bey’in anılarına gönderme yaparak partililerimizin aklını karıştırma çabalarıdır. Bu konuda bizim parti tarihimizde ve Başbuğumuz Türkeş Beyin aziz hatıralarında, bugünkü iktidarın içine düştüğü çaresizliğin dayanağı olabilecek hiçbir belge, bilgi ve diyaloga ulaşmaları mümkün değildir. Çünkü merhum Türkeş Bey, hayatının hiçbir safhasında ihanete göz yummamış, alçaklığa pirim vermemiş, seksen yıllık uzun ömrü şerefli ve haysiyetli bir mücadelenin izlerini taşımıştır. Bu sözlerin sahibi olan zihniyete, ihanetlerine aradıkları bahaneleri; Vashington, Brüksel, Erivan ve Erbil’de oturdukları masaların altında aramalarını tavsiye ederiz. İkinci istismar alanı, baştan beri ısrarla dile getirilen ve yıllardır PKK nakaratı olan barış çağrıları ile analar ağlamasın, ölümler son bulsun ve akan kan dursun istismarı üzerine şekillenen vicdan sömürüsüdür. Tamamen kavramların çarpıtılması üzerine kurgulanan bu hain propaganda yıllardan beri bebek, çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden bir yanda kan döken PKK’nın, ardından gelen barış talebiyle eşanlamlıdır. Bu ağız, milletimize kan kusturan teröristlerin cinayetlerini maskelemek için kullandığı propaganda makyajıdır. Ne tesadüftür ki, Kandil kadrolarının sloganları Başbakan’ın ağzına sakız olmuştur. Doğrudur, şehit ve gazilerin anaları ağlamaktadır. Milletimizde onlarla birlikte ağlamaktadır. Bunu önlemenin yolu, anaları ağlatanların hakkında kesinkes gelmektir. Ancak o zaman anaların ağlamaları bir nebze olsun duracaktır. Üçüncü istismar alanı, Başbakan’ın millet ve milliyetçilik konusundaki sığlığını bütün gerçeğiyle ortaya koyan, Orhun Anıtlarının yolunu yapma polemiği üzerine şekillenmiştir. Milli tarihimizin başlangıç noktası saydığımız bu coğrafyaya yapılacak her hizmeti iftiharla anarız. Ancak buraya yapılacak müteahitlik hizmeti insanı milliyetçi yapmayacağı gibi, dana önce de belirttiğim gibi mesela Akdamar kilisesini onarmakta aynı müteahidi Ermeni yapmayacaktır. Milliyetçilik bir gönül, yürek ve aidiyet şuurudur. Kimliğini otuz altı parçada bulamamışların sahip olacağı bir değer olmadığı gibi, algılayabileceği ve anlayabileceği bir anlayış da hiç değildir. Türk milletini dilimleyerek bütünleştirmeye çalışan bu özürlü bakışın milliyetçilikle ilgili değerlendirmesi olsa olsa, eksik ve yetersiz tarafını kapatma telaşı olacaktır. Ben milliyetçiyim demek için önce bir millete mensup olmak gerekmektedir. O halde, kimlik arayışı bitmeyen Başbakan Erdoğan’a hangi milletin milliyetçisi olduğunu sormak ve cevabını beklemek de en tabii hakkımız olacaktır. Dördüncü istismar kampanyası ise, partimizi ve partililerimizi kandan beslenen siyasi hareket olduğumuz iddiasından yola çıkarak, şehitler üzerinden geçindiğimizi söyleyen ve terör durursa tükeneceğimizi iddia eden temelsiz ve ahlaksızca yaklaşımlardır. Nitekim son gelişmelerde de görüldüğü gibi, Başbakan Erdoğan zihin kontrolünü tamamen kaybederek öfke nöbetine girmiş, partimizin duruşuyla ilgili ahlak, namus ve şehadetin mukaddesatıyla bağdaşmayan, edep ve adaba sığmayan çirkinlikler sergilemiştir. PKK açılımı ile İmralı’nın çizgisine gelen Başbakan’ın, utanç duymadan buna karşı çıkanları “şehitler üzerinden rant sağlamaya çalışmak ve şehit cenazelerinin gelmesini beklemekle” suçlaması içine düştüğü çaresizliğin ve sığınacağı son iftiranın zirvesi olmuştur. Ne üzücüdür ki, bugün Türkiye, şehit cenazelerinden tahrik olan bir Başbakan’ın ayıbını yaşamaktadır. Başbakan elinden gelse, şehit cenaze törenlerine müdahale edecek ve aziz naaşının ardında saf tutanları kamu gücüyle dağıtacaktır. Yapmak istediği budur. Buraya dikkatinizi çekmek isterim ki; Başbakan Erdoğan’ın niyeti yalnızca şehidi kucaklayan ve sahiplenen muhterem vatandaşlarımızı sorgulamak değil, aynı zamanda şehadete neden olan kutlu mücadeleyi aşağılamak ve küçümsemektir. Bu manzara; katile sayın, şehide kelle diyen çürümeye başlayan bir zihniyetin etrafa yaydığı mide bulandıran kokusudur. Değerli Arkadaşlarım Partimiz, yıllardan beri, terörle mücadelede yaşanılan şehadetlerin acısını aziz milletimizle sessiz ve vakur bir şekilde paylaşmış, kahramanlıklarını savunurken, üzüntülerini de yüreğine gömmüştür. Hiç kimse Milliyetçi Hareket Partisi’nin herhangi bir şehit cenazesini siyasi bir istismar konusu yaptığını, sadece şehitliği sahiplenmekten öte bir maksatla hareket ettiğini iddia edemez. İstisnai bir örnek bile gösteremez. Ama, şehadete duyarlı her vatandaşımız gibi, parti mensuplarımız da, elbette yöresindeki bu elemi ve onuru paylaşacak, milli ve dini vecibesini sonuna kadar yerine getirecektir. Buna hiçbir gücün mani olması ve engellemesi mümkün değildir. Böylesi bir alçaklığı, zalimler ancak Bosnalı mübarek şehitlere müstahak görmüşledir. Buradan soruyorum: Özellikle son yıllarda, PKK’lı teröristlerin cenazelerinin belediye imkânlarıyla ve törenlerle kaldırıldığı biliniyorken, Başbakan Erdoğan’ın bu durumu hiç eleştirdiğine şahit oldunuz mu? Bunu işiteniniz ve göreniniz var mı? Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın olmasını istediği ve beklediği şekilde şehidini vurulduğu yerde üniformasıyla bırakacak kadar aciz ve çaresiz değildir. Türk milleti de, çok şükür ki can vermiş evladına sırtını dönecek kadar vefasız ve duyarsız değildir. Geçmişte de, aynı hastalıklı ruh halinin, şehit cenazelerine sahip çıkanları “terbiyesizler” olarak tanımladığı, eli kanlı bölücülere hoşgörü ve kucaklaşma hevesi gösterdiği hafızalardadır. Milletimiz elbette şehidin arkasından bütün görevlerini yerine getirecek, gözyaşını içine akıtacak, şerefini yaşatacak ve kararlılıkla şehitler ölmez vatan bölünmez diyerek haykıracaktır. Şehadete neden olan katillerin sorgulanması gerekirken, şehidi omuzlarında taşıyanların tartışılıyor olması Başbakan’ın girdiği ahlak bunalımının apaçık göstergesidir. Bilinmelidir ki, milletimizin şehidine sahip çıkmasına ne Başbakan ne teslim olduğu okyanus ötesinin dayatmaları ve ne de İmralı’nın yıkım haritasının gücü asla yetmeyecektir. Değerli Milletvekilleri, Anlaşıldığı kadarıyla, Başbakan Erdoğan, son açıklamalarında suçüstü yakalanmanın çaresizliği ve telaşıyla ahlaki ve vicdani bütün ölçülerini kaybetmiştir. Seviye ve seviyesizlik ölçüleriyle tarif edilemeyecek böyle bir çukura düşülmesi, siyasi hayatımıza utanç duyulacak karanlık bir dip notu olarak geçmiştir. Vicdanını teslim etmemiş hiçbir milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın başlattığı bölünme sürecine figüran olmayı içine sindirmeyecek ve bu suçun ortağı olmak istemeyecektir. Bu yıkım projesini tanıtmak ve kendisini savunmak için geçtiğimiz hafta sonu yurt gezileri başlatan Başbakan’ın, parti ve partililerimize yönelik suçlamalarını Anadolu meydanlarında da sürdürmesi, irtifa kaybetmiş siyasetinden başka sermayesi kalmadığının açık bir göstergesidir. 7 yıldır ülke yönetiminde bulunan Başbakan Erdoğan’ın, her alanda olduğu gibi terörle mücadele alanındaki sicili de karanlık ve lekelidir. Terörle mücadeleyi zaafa uğratan, büyük bir acz sergileyen Başbakan’ın bu konuda siyasi iradesi olmadığı, bu mücadelenin önüne set çektiği bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Başbakan Erdoğan’a tavsiyemiz bir boy aynasının karşısına geçmesi ve utanç verici görüntüsüne bakmasıdır. Bu aynada karşısına çıkacak görüntü; - İmralı canisi ile kol kola giren, - Kandil’den medet uman, - Teröristleri kucaklamak için Habur’da bekleyen, - PKK ile gizli ve aracılı pazarlıklar yapan, - Barzani’nin önünde eğilen, - Teröre teslim olan ve, - Etnik bölücülüğün önünü açan bir Başbakan yansıması olacaktır. Başbakan bu alanlarda rakipsizdir; bu vasıflara sahip olmada eşsizdir. Bunun şahidi, bu alandaki şaibeli siyasi geçmişi ve çizgisidir. Başbakan’ın vasıfları, kalitesi ve seceresi çok iyi bilinmektedir. Böyle birinin bizi şehit cenazesi gelsin diye beklemekle, şehit cenazelerinde çığırtkanlık yapmakla alçakça suçlaması haddi değildir. Ya haddini bilecek ve bu hayasızlıklardan nedamet duyacaktır, ya da hak ettiği karşılığı misliyle görecektir. Kendisine sözümüz ve uyarımız budur. Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Başbakan ve hükümeti Meclis görüşmelerinde PKK açılımı konusunda gerçek düşünce ve niyetlerini dürüst ve samimi olarak ortaya koymamış, ağır makyajlı ve şifreli sözlerle bunları saklama gayreti içine girmiştir. Bu açılımın ilk aşaması bir parça aralanmış, ancak can alıcı yönleri üzerindeki karartma ve ambargo sürdürülmüştür. Bu yıkım projesini PKK, İmralı, Barzani ve ABD ile birlikte yürüten Başbakan, Türk milletini karanlıkta bırakarak bunun özünü ve esasını açıklamaya yüzü ve cesareti olmadığını bir kere daha göstermiştir. Başbakan ve AKP sözcülerinin Meclis konuşmalarının özeti; yalan, riya, inkar ve iftira olmuştur. Televizyonların başında Meclis görüşmelerini izleyen Türk milleti;
Başbakan Erdoğan, etnik kökeni ve ana dili nedeniyle insanların horlandığını, dışlandığını ve ayrımcılığa maruz kaldığını söyleyerek bölücülerin ağzıyla konuşmuş ve bu yalanlarla Türk milletine de topyekün hakaret etmiştir. Bir saati aşan konuşması boyunca Türk milleti diyemeyen Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı etnik farklılıklara dayanan bir ayrıştırma süreci başlatarak bölücülüğün önünü açmaya kararlı olduğunu ortaya koymuştur. PKK açılımıyla milli birliği katletmeye hazırlananların ve hain teröristlere kucak açanların Anadolu meydanlarında milli birlik ve kardeşlik yalanları söylemeleri, Başbakan ve arkadaşlarının trajedisinin sahnelendiği bir orta oyunudur. Buna karşı çıkan Milliyetçi Hareketi, bölünme vehim ve korkuları üreterek toplumu germek ve tahrik etmekle suçlamaları da, bu orta oyunun bir parçası ve Başbakan’ın bölünme projesini şirin göstermek için başlattığı tanıtım ve reklam kampanyasının ucuz sloganlarıdır. Büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözlerini bile Türkiye’nin bölünmesi için kullanmaya yeltenen Başbakan;
PKK açılımının arkasındaki gerçek niyetleri saklayan hükümet, Meclis görüşmelerinde bu yıkım projesinin ilk aşamasında gündeme getirilecek bazı konular hakkında genel planda bilgi verilmesiyle yetinmiştir.
Başbakan Erdoğan’ın “Türkiye için bir milat, kardeşliğimiz, birliğimiz ve bütünlüğümüz için bir dönüm noktası” olduğunu söylediği 13 Kasım Meclis görüşmelerinin bilançosu budur. 13 Kasım bir milat olarak görülecekse, bu tarih;
Tarih 13 Kasım’ı böyle yazacak, Türk milleti bu ihanet projesinin taşeronlarını, figüranlarını ve alkışçılarını böyle hatırlayacaktır. Türk milliyetçiliğine ve MHP’ye karşı beslediği husumet çok iyi bilinen Başbakan’ın bu marazi duygularının PKK açılımından sonra gemlenemez boyutlar kazandığı görülmektedir. Türk milliyetçiliğini yasak alan haline getirmeye çalışan ve MHP’yi hedef alan her tezgâh ve tertibin içinde ve arkasında olan Başbakan, oyunu bozulunca “tehditlere pabuç bırakmayız” gibi boş sözlerle kahramanlık taslamaya başlamıştır. Milliyetçi Hareket, Türkiye’yi bölmek ve MHP’yi hedef almak isteyenlerle ilgili olarak söyleyeceğini söylemiştir, bugün de bunların arkasındadır. Bu konuda göstereceğimiz tepkinin Başbakan’ın onayına ve icazetine bağlı olmadığı çok iyi bilinmelidir. Halep ordaysa arşın buradadır. Başbakan Erdoğan arkamızdan kaç kişinin geleceğini merak etmeyi bırakıp, kader anı geldiğinde nereye kaçmaya çalışacağını, yanına kaç kişiyi alacağını ve geride ne bırakacağını şimdiden düşünmeye başlamalıdır. Buradan bir konuya daha temas etmek lüzumu hissediyorum. Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda şahsımla ilgili bir ifadesinde; ben Bahçeli’den memnunum, sözünü sarf etmiştir. Sonuçta fikirlerine katılmasam da, politikalarını beğenmesem de Sayın Erdoğan benim memleketimin bir evladıdır. Benden memnun olmasını saygıyla karşılarım. Ancak asıl sorun kendisinden memnun olanlarla ilgilidir ve kendisinin bunu nasıl karşılayacağı şahsına ait bir konudur. Benden memnun olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan’a söylemek isterim ki; Allah kimseyi Vasgington’un, Brüksel’in, Erivan’ın ve Erbil’in memnun olacağı adam yapmasın. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Türkiye çok kritik ve zorlu bir dönemden geçiyor. Yoğunlaşan tartışmalar, gerilen ve güven bunalımı yaşayan toplum yapısı, idealden uzaklaşan siyaset, iş ve aş üretmeyen ekonomiyle uçurumun kenarına kadar gelinmiştir. Ve bugün milletimizin en büyük talihsizliği ise, önümüzde duran felaketin derinliliğini ve dehşetini anlamaktan aciz, akıl ve kavrayışları kısır, ahlakı zayıf ve yetersiz bir siyaset kadrosunun sorumluluk üstlenmiş olmasıdır. Kişisel çıkar ve beklentilerini her şeyin üzerine ve önüne çıkaran Başbakan Erdoğan ve yandaşları; manen dağılmış, fikir olarak çökmüş, güven açısından tükenmiş ve miatlarını doldurmuşlardır. Elbette böylesi bir sonucun maliyeti Türk milleti için ağır olmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın sözlerindeki içerik ve öz, hiçbir zaman iddialarını destekleyecek ve doğrulayacak bir hacme sahip olmamış, üstelik kendisi, çok defa kelimeleri yan yana getirmenin bir fikir olacağını sanma gafletine kapılmıştır. Açılımlarla, Türkiye’nin her yanını açma ve dağıtmanın peşinde olan bu zihniyetin, artık ülkemize büyük zararlar vermeye başladığını söylemek gerçekten de abartılı görülmemelidir. Bu karışık ve bulanık ortamda, Türkiye ekonomisi açısından umut verici en ufak bir gelişmeye dahi şahit olunmaması, bizim endişelerimizi haklı olarak artırmaktadır. Üretimde bir kıpırdanma, işsizlikte bir azalma, krizde bir gerileme henüz ortaya çıkmamıştır. Meselenin kaygı verici tarafı ise, ekonomiden kaynaklanan sorun ve sıkıntılar geri plana itilmiş, önemsiz ve ilgiden mahrum bir alana terk edilmiştir. İnsanımızın gelir ve geçim düzeyini yükseltme amaç ve hedefinden gün be gün uzaklaşan AKP hükümeti, dengeli bir şekilde gelişme ve kalkınmayı da sağlayamamıştır. Esasen bugün Türkiye ekonomisi resesyon şartlarından, müzmin bir depresyon durumuna çoktan geçmiş durumdadır. Makro ekonomik göstergelerin işaret ettiği ekonomideki çalkantı ve çöküş bu tespitimizi doğrular niteliktedir. Nitekim bu göstergelerin en başında; sanayi üretimindeki olumsuz gelişmeler bulunmaktadır. Bu kapsamda, sanayi üretimi 2009 yılı Eylül ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 8,6 azalırken, imalat sanayi üretimi de yüzde 9,3 gerilemiştir. Ayrıca sanayi üretiminin aylık bazda Ağustos ayından Eylül ayına takvim ve mevsim etkilerinden arındırılarak değerlendirildiğinde; 0,3 puan düştüğü görülecektir. Kapasite kullanım düzeyi de doğal olarak açmazın ve bir çıkmazın içindedir. 2008 yılı Ekim ayında 100 üzerinden 76,7 olan üretim değeri ağırlıklı kapasite kullanım oranı, 2009 yılı Ekim ayında 71,8 seviyesinde gerçekleşmiştir. Bir önceki aya kıyasla kapasite kullanımı yükselmekle birlikte, henüz uzun yıllar ortalaması olan yüzde 78 düzeyinden oldukça uzak bir görüntü çizmektedir. Buradan çıkacak en temel sonuç, ekonominin var olan kapasitesini kullanmadığını yönündedir. Doğal olarak eksik kapasite ile çalışan işyerleri; yeni yatırım yapamamakta, yeni istihdam oluşturamamaktadır. Hatta kapasite yetersizlikleri beraberinde birçok sorunu ortaya çıkarmanın yanı sıra iflaslara, işyerlerinin tasfiyesine ve el değiştirmesine de neden olabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır. İflaslar kolay aşılabilecek ve savuşturulabilecek sosyal ve ekonomik bir afet değildir. Eğer gerekli ve yeterli önlemler alınmazsa, ekonomik sistemin derinlerine saplanıp kalmakta ve üretim sistemini işlemez hale getirme riskini içinde taşımaktadır. Üstelik kredi aktarım mekanizmasının sağlıklı işlememesi, çalışan ve üreten sektörün belini doğrultamaması, Başbakan Erdoğan’ın dikkate almadığı kriz yüzünden çok zor bir duruma girmiştir. Özel sektörde faaliyet gösteren kuruluşlar, 2008’in son aylarından bu yana yurtdışına net dış borç ödeyicisi durumuna düşmüşlerdir. Nitekim 2008 yılının Kasım ayından, bu yılın Eylül ayına kadar dışarıya yaklaşık 18 milyar dolar kaynak aktarılmıştır. Üretimin içine girdiği bu darboğazın aşılması, elbette milli geliri yükseltmekle, dış talebi arttırmakla ve iç talebi canlandırmakla mümkün olabilecektir. Ve şayet, üretim ve tabii neticesi olan kapasite kullanımı artmadıktan sonra, özel sektörün yatırım yapmasını beklemek, yeni iş sahalarının oluşturulmasını düşünmek, kısaca işsizlik faciasının üstesinden gelmek çok zor olacaktır. Takdir edersiniz ki, özel sektörün dermansız kalması, yatırım yapamaması, fabrikaların mevcut kapasitelerinin çok altında çalışması, devletin doğan ve ortaya çıkan eksikliği kapatmaya çalışmasına neden olacak, bu da kamu harcamalarının daha çok artmasına yol açacaktır. Bunun sonucunda, tıpkı bugünkü gibi, bütçe açıkları ortaya çıkacak, bu açığın kapatılabilmesi için yüksek miktarda borç bulunacak ve vergilere yeni zamlar yapılacaktır. Değerli Arkadaşlarım, AKP hükümetinin bizim açımızdan artık kuşku götürmez beceriksizliği vatandaşlarımızın hayat şartlarını gittikçe ağırlaştırmaktadır. Yalpalayıp ekonomideki kontrolü kaybettikçe zamlara yüklenen iktidar partisi, açıklarını milletimizi fakirleştirerek kapatmaya çalışmaktadır. Geldiğimiz bu aşamada, devamlı inkâr edilen ekonomik kriz, başladığı noktada kalmayıp, sosyal hayata; şehirlere, beldelere, köylere ve hanelere kadara derece derece dağılmış ve sinmiş durumdadır. Esnafımız bitkin, memurumuz perişan, işçimiz yorgun, çiftçimiz tükenmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi, yapılan zamlar ve vergilerin baskısını arttırması, vatandaşımızın tahammül etme gücünü zorlamaya, hatta aşılmasına neden olabilecek bir noktaya kadar gelmiştir. Bu çerçevede; yaklaşık 13 milyon kişiyi ilgilendiren motorlu taşıtlar vergisine, damga vergisine, harçlara, çevre temizlik vergisine yüzde 2,2’lik yeniden değerleme oranı kadar bir zam söz konusudur. 20 milyonu aşan kardeşimizin sorumlu olduğu emlak vergisinin ise metrekare maliyet bedeli çerçevesinde yüzde 12 ile 25 oranında fiyatı artmıştır. 2010 Merkezi Yönetim Bütçesinde; Özel Tüketim Vergisi gelirleri için yüzde 31,6 oranında artışın hedeflenmesi, akaryakıt ve sigara başta olmak üzere, birçok alanda zam yapılacağının kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. AKP; zam olmuş, vergi olmuş sağanak halinde vatandaşımızın üzerine yağmıştır. Emekliler açlık grevine başlamış, çaresizlikten böbreklerini satanlar görülmeye başlanmıştır. Dün açıklanan işsizlik verilerinden anlaşılacağı üzere, bu sorun alabildiğine yaygınlaşmaya devam etmektedir. Üretimin durması ve bir türlü toparlanamaması işsizlik oranını ve işsiz miktarını devamlı yükseltmektedir. Resmi rakamlarla yüzde 13,4 düzeyine gelen işsizlik oranıyla toplam işsiz sayısının 3 milyon 429 bin kişiye ulaşması tehlikenin aldığı mesafeyi göstermesi bakımından çok anlamlıdır. Bu sayının içinde Başbakan Erdoğan’ın yakını ve yandaşları yoktur. Üretmeyen bir ekonominin doğal olarak istihdam artışını sağlayamaması normaldir ve bu kusur da AKP hükümetinden başkasına ait olmayacaktır. Çözülen ve dağılan ekonomik sistemin yol açacağı zaiyatın bedelini ilk seçimde milletimiz AKP zihniyetine ve Başbakan Erdoğan’a fazlasıyla ödetecektir. Bundan asla şüphem yoktur. Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
|