Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ'nin, Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Basınımızın Muhterem Temsilcileri, Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Geçtiğimiz hafta sonu, Irak Türkmen Cephesi Musul İl Başkanı Yavuz Efendioğlu'nun evinde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetmesi hepimizi derinden üzmüştür. Bu vesileyle, bu Türkmen kardeşimizi hedef alan alçakça saldırıyı nefret ve lanetle kınıyor, kendisine Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Muhterem Milletvekilleri, Cumhurbaşkanı Gül’ün 9 Mayıs 2009 tarihinde Prag’dan Ankara’ya dönüş yolunda adını koyduğu “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu, Türkiye’nin en önemli meselesidir ve mutlaka halledilmelidir.” sözünün üzerinden altı uzun ay geçmiştir. Hükümetin “Kürt açılımı” adı ile başlattığı propaganda kampanyalarında koordinatör olarak görev yapan İçişleri Bakanı’nın, teröre sayısız şehit vermiş polis teşkilatının akademisinde 1 Ağustos 2009 tarihinde düzenlediği toplantının üzerinden geçen süre ise dört buçuk aydır. İmralı canisinin davetiyle 19 Ekim 2009 tarihinde Türkiye’ye dönen teröristlerin Habur’da törenlerle karşılanmaları üzerinden ise bir ay geçmiş bulunmaktadır. Bu süre boyunca;
Hükümet tarafından sözde açılıma yönelik direnci kırmak maksadıyla yaratılan bilgi kirliliği, kavram kargaşası ve karartma operasyonları olanca hızıyla bugünlere kadar sürdürülmüştür. Bütün bunlardan maksat;
Başbakan’ın, PKK açılımı ile başlattığı yıkım sürecinin, milli birliğimizin temelleri üzerindeki sarsıcı etkileri her geçen gün ağırlaşarak ve derinleşerek sürmektedir. Türkiye çok tehlikeli sonuçları olacak bir bunalım dönemine sokulmuştur. PKK açılımı ile terör örgütünün siyasi amaçlarının takipçiliğini yapan AKP’nin Türkiye’yi “Bölme Partisi” olduğu yaşanan gelişmelerle şimdi daha iyi anlaşılmakta ve görülmektedir. Başbakan’ın yeni siyasi misyonunun yıkım taşeronluğu ve bölme simsarlığı olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. AKP ve ihanet lobisinin başlattığı “bölünme sürecinin tanıtım ve reklam kampanyası” Türk siyasetinde emsali görülmemiş bir “siyasi dolandırıcılık ve kalpazanlık seferberliğidir. Bu kampanyada piyasaya sürmediği yalan ve iftira bırakmayan Başbakan’ın, geçtiğimiz hafta sonu parti toplantılarında söyledikleri içine saplandığı bataklığın bir aynası olmuştur. Başbakan’ın siyasi hayatımızda nezaket ve üslup zarafeti tanımadığı, bu alanlarda yapısal sorunlar yaşadığı bilinen bir gerçektir. Buna karşılık, her telden çalan Başbakan tuluat alanında da önemli bir kariyer yapma yolundadır. Bizim konuşmalarımızda çocukların televizyonlardan uzak tutulması için uyarıda bulunan Başbakan, bu nitelikleriyle çocuklar için ilginç bir kaynak olmaya adaydır. Başbakan Erdoğan teröre teslim olmuş ve terörün bölücü emellerinin sözcülüğüne soyunmuş bir Başbakan olarak tarihe geçmeyi içine sindirmekte, bunu savunmak telaşıyla da akıl ve mantıkla bağdaşmayan, ahlaki hiçbir ölçüye sığmayan hezeyanlara sarılmaktan beis duymamaktadır. Başbakan’ın terörle mücadele ile terörle müzakere ve mütakere arasındaki farkı “statüko’nun devam etmesi veya sona ermesi” kavramlarıyla açıklamaya çalışması da, çarpık anlayışının çok hazin bir dışa vuruşu olmuştur. Başbakan’a göre devletin meşru güçlerinin terörle mücadele etmesi, kabul edilemez bir statüko savunuculuğudur. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın bunu önlemesi için bulduğu çözüm yolu ve reçete ise terörle mücadeleyi bırakıp, terörün karşısında teslim olmak ve siyasi taleplerini karşılayarak Türkiye’nin içten çözülmesinin yolunu açmaktır. Başbakan’ın kafa yapısı maalesef budur. Şimdi buna destek aramak için Anadolu yollarına düşmüştür. PKK açılımı sürecine angaje olan Başbakan, bu konuda kime hangi sözleri verdiğini, kiminle hangi tezgâhların içine girdiğini açıklamak dürüstlüğüne ve cesaretine sahip değildir. Bu süreçte İmralı canisinin rolü ve konumunun ne olduğunu Kandil’deki terörist çetelerle hangi pazarlıkların yürütüldüğünü, bu konuda arabuluculuk yapan Barzani ile hangi karanlık hesaplar içine girildiğini açıklaması da beklenmemelidir. Başbakan Erdoğan, dış kaynaklı bu yıkım projesine göbeğinden bağlanmış olup, kendisine dayatılanları Türk milletine hazmettirmek için başlattığı bölme sürecini ilerletmek amacıyla, her yola başvurmaktan çekinmeyen bir pervasızlık içine girmiştir. Başbakan’ın önümüzdeki Aralık ayının başında Vashington’a yapacağı ziyaret, bu sürecin bundan sonraki yol haritasının ayrıntılarının belirlenmesinde önemli bir kilometre taşı olacaktır. Türkiye Cumhuriyet Başbakanı, Beyaz Saray’da Başkan Obama ile yapacağı görüşmede, bu yıkım projesinin ilk uygulama aşaması konusunda ABD’ye tekmil ve ilerleme raporu verecektir. Başkan Obama’ya hediye olarak İznik çinisi yerine, Türkiye’nin çıkarmaya çalıştığı çivisini götürmeyi amaçladığı anlaşılan Başbakan’ın telaşı ve acelesinin bir nedeni de budur. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, hesaplar tutmamış özellikle Habur’daki teslim törenleri milletimizin gözünü açmış ve AKP’nin gerçek niyetini anlamasını sağlamıştır. Başbakanın “yıkım projesi” milletimizin eşsiz sağduyusuna çarpmış hükümetin umduğu gelişmeler gerçekleşmemiştir. Bunda en büyük pay elbette ki yüksek bir uyanıklık göstererek oyunun arkasındaki karanlık aktörleri gören aziz milletimizdir. Bunun yanı sıra, yalanları yırtıp gerçekleri ortaya çıkartan Milliyetçi Hareket kadrolarının yoğun ve etkili çalışmalarıdır. Nitekim milletimizi ikna edememiş olmanın panik hali ve öfkesi Başbakan Erdoğan’da görülmeye başlamıştır. Yıkım projesinin içeriğiyle ilgili, özellikle partisinin sağduyulu kadrolarına bile ciddi anlamda izah sıkıntıları yaşadığı ortaya çıkmıştır. Parti teşkilatları ile yaptığı toplantılardaki konuşmaların ağırlığını “PKK projesine” ayırmış olması ve yıkıma direnenlere yapılan eleştirilerin ağırlaşması bu çözülmenin en önemli işareti olmuştur. Ülkemizde çıkan isyanların elebaşlarının avukatlığına soyunan Başbakan’ın anlayışına göre,
Her ortamda tekrarladığı bu garabete inanacak ve destek verecek kimse kalmadığı anlaşılmaktadır. Yılladır aynı nakaratlarla aldatılanlar artık süreci de, gidişatı da sorgulamaya başlamışlardır. Bu son derece ümit verici bir gelişmedir. Başbakan Erdoğan’ın yaşadığı sıkıntı toplantıdaki sözlerine de yansımıştır. Başbakan yıkım projesini makyajladıkça zayıflamış, kendi arkadaşlarına kabul ettirebilmek için istismar edilmedik değer, tahrik edilmedik kimlik, suçlanmadık tarihi olay bırakmamıştır. Bu kapsamda üzerinde durulması gereken husus, Başbakanın yıkım projesini son bir hamle ile kendi kadrolarına pazarlamak için Türk milletinin kutlu tarihinin bile karanlık emellere alet etmek istemesi olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın;
Alparslan’ın, Mimar Sinan’ın, Mustafa Kemal’in cesareti ile kendisinin teslimiyeti arasında kurmaya çalıştığı ilişki olsa olsa düştüğü çaresizliğin ruh hali olacaktır. Başbakan artık sözde PKK projesinin ve yıkım sürecinin de izahını bırakmış, her biri muhteşem eserler vermiş olan abide şahsiyetlerin arkasına sığınarak tam bir tarih istismarına soyunmuştur. Şerefin, haysiyetin, istiklalin ve inancın sembolü olmuş Sütçü İmam, Nene Hatun, Hasan Tahsin gibi kahramanların adını “PKK açılımı”na bulaştırarak hatırlatmasını, acze düşmüş bir zihniyetin elinde kalmış son istismar alanları olarak görmek gerekmektedir. Hangi sebeple olursa olsun, dağdan inen eli kanlı PKK’lılarla, her biri ayrı ayrı değer olan tarihi kahramanlarımızın aynı karede anılması bile bizim için kabulü mümkün olmayan bir düşkünlük ve alçalma halidir. Bunun başka izahı yoktur. Başbakanın, ağzına asla yakışmayacak bu isimleri saymaya çalışması ne yaptığı işi aklamaya yetecektir, ne de yöneldiği tarihi sapmayı vicdanlarda düzeltmeye kâfi gelecektir. Yıkım projesi ve PKK açılımının birlikte anılacağı kişiler asla ve asla Alparslanlar, Mimar Sinanlar veya Mustafa Kemaller değildir ve olamaz. Başbakanın eş başkanlığını yaptığı “yıkım projesi”ne yakışacak şahıslar;
Başbakan dönüşü olmayan bir yola girmiş ve bu konuda her geçen gün yalnız kalmanın sancılarını yaşamaya başlamıştır. Vicdanları elvermeyen AKP kadrolarını milli tarihimizden verdiği örneklere sığınarak doğrudan iknaya çalışmakta ve çırpındıkça da batmaktadır. AKP zihniyeti, milletimizin yüksek hassasiyetleri ile oynamanın bedelini her geçen gün eriyerek ödemeye başlamıştır. Açılım denilen bütün oyunlar bozulmuştur. Aldatma kampanyaları çok şükür ki boşa gitmiştir. Kafa karışıklığı bakanlara kadar yansımıştır. Güroymağın eski adına ses çıkarmayan İçişleri Bakanının, Tunceli’nin eski adının geri verilmesine karşı çıkması bunun işaretidir. Yine camileri etnik yapıya göre bölecek olan anadilde hutbe ve vaaza karşı çıkmayanların, uçakta Kürtçe anonsunu üniter yapıya aykırı bulmaya başlamaları da kendileri açısından hizaya gelişin bir göstergesi olmuştur. Bir şehit anasının tepkisinden bile korkan, bunu terörist teslim töreniyle bir tutan Başbakan’ın yaşadığı panik hali, hükümetin çözüm adı altındaki her payandaya tutunmak zorunda kalacağını, ahlaki olsun veya olmasın her fırsatı deneyeceğini işaret etmektedir. Bu itibarla geçtiğimiz hafta il başkanlarımıza bir genelge göndererek, önümüzdeki süreçte dikkat etmeleri gereken hususlar konusunda detaylı olarak uyarılarımızı yapmıştık. Tekrarında fayda görüyorum ki; Partimize gönül veren bütün dava arkadaşlarımızın, millet sevgisiyle dolu vatanseverlerin tahriklere kapılmamaları, çözüm ve çare yerinin sokaklar olmadığını bir kez daha ifade ediyorum. Bundan sonra yaşanılacak toplumsal gerilimlerin; hazırlayıcısı ve tetikleyicisinin baş aktörü olarak, yanlışlarını örtme telaşında olan iktidar partisini kabul edeceğimizi özellikle vurgulamak istiyorum. Bu süreçte siyasi sorumluluk taşıyan iradenin, gözü dönmüş ve kontrolü kaybolmuş olduğundan her tezgâhın içinde olması kuvvetli bir ihtimaldir. Söğütözü, Kandil, İmralı arasında çekilmiş özel hatlar üzerinden kurulacak diyaloglarla; kendilerini aklayabilmenin yollarını dahi arayabileceklerini düşünmek hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Başbakan Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için yapamayacağı şey kalmamıştır. İçinde bulunmuş olduğu korku ve endişeli ruh hali, sükûnetini ve sağduyusunu kaybettirmiştir. Buna ilave olarak ortasına düştüğü karmaşa ve bunalımdan dolayı gerçekleri görmesi de mümkün olmamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, Başbakan Erdoğan milli ve tarihi gerçeklerden kaçmak ve uzaklaşmak için her şeyi tahrip etmeyi göze almıştır. AKP zihniyeti ahlaksızlığın, adaletsizliğin ve ihanetin dehlizlerinde kaybolmuş, en ufak bir aydınlığa bile tahammül edemeyecek siyasi bir körlüğe tutulmuştur. Bu tablo Başbakan’ın, siyasi dengesini daha da kaybetmesine yol açmış, özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’ni karalamak için atmayacağı iftiranın, yapmayacağı davranışın olmayacağını göstermiştir. AKP tükenmekte, Başbakan Erdoğan gitmekte ve bir dönem yavaş yavaş kapanmaktadır. Ve Milliyetçi Hareket, alacağı sorumluluğun bilinciyle; yaşanılan sorumsuzlukların, hıyanetlerin, teslim törenlerinin, gözyaşını içine akıtanların hakkını savunmak ve buna sebep olan AKP kadrolarını hak ettikleri yere göndermek üzere sabırla beklemekte ve gerekli notlarını bir bir almaktadır. Başbakan Erdoğan’ın korkudan bahsetmesi de, aslında kaçacak yer aramasının bir kanıtı, sonunun ne olacağını azda olsa anlamasından ileri gelmektedir. Ancak ne kadar cesur bir imaj vermeye çalışırsa çalışsın, bir balon gibi söneceği günler gelecektir ve inşallah da çok yakındır. Muhterem Milletvekilleri, Bugün, Türkiye’mizin ağır gündeminin arasında, toplum hayatımız açısından önemini ve değerini asla kaybetmeyecek olan öğretmenlerimizin çok özel bir günündeyiz. Çocuklarımıza bir harf öğretebilmek için en ücra köşelerde heyecanla görev yapmaya çalışan, milletimizin aydınlık geleceğine katkı vermek için fedakârca hizmet veren bütün öğretmenlerimizin “Öğretmenler Günü’nü” kutluyorum. Bu mukaddes görevi gönül huzuru ile tamamlamış merhum öğretmenler ile PKK terör örgütünün hunhar saldırılarında şehadete ulaşmış 130 kahraman öğretmenimizi rahmet ve şükran hissiyatımla anıyorum. Ancak, bu güzel temennilerin yanı sıra işin üzüntü verici yanı, özel günlerini kutladığımız öğretmenlerimize hak ettikleri maddi ve manevi imkânları sunduğumuzu söylemekten çok uzaklarda bulunuyor olmamızdır. Elbette ki ağır sosyo-ekonomik bunalımın hepimizi derinden etkilediği bir dönemde, öğretmenlerimizin sorunlarını, ülkemizin ve toplumumuzun sorunlarından ayrı tutmamız mümkün değildir. Ancak bu kutlu mesleğin mensuplarının çözemediğimiz sorunlarının milletimizin geleceğinde ağır bir bedelinin olacağını bilmek ve öngörmek durumundayız. Bugün, hangi gerekçeyle olursa olsun onlardan esirgeyeceğimiz imkânların yarın karşımıza çıkacak toplumsal faturası çok daha ağır olacak, geleceğimiz, “huzursuz öğretmen, eğitimsiz öğrenci, bocalayan ülke” döngüsünden maalesef kurtulamayacaktır. Bu itibarla hangi siyasal düşünce yönetirse yönetsin, ülkemizin önüne koyduğu hedeflere ulaşabilmesinin yolu, hızı ve kalitesi, öğretim kadrosunun niteliği ve huzuru ile doğrudan ilişkilidir. Zira ne kadar ileri eğitim sistemi getirdiğinizi ileri sürseniz de, eğitimi ne kadar geliştirdiğinizi iddia etseniz de onu uygulayacak olan öncelikle öğretim kadrolarınız olacaktır. Bu görevin özellikle büyük fedakârlık gerektiren bir sanat ve şefkat yönü de vardır ve bu niteliklerin eksikliği bütün sistemi ister istemez işlemez hale getirecektir. Sorunları çözülmemiş öğretmen ise sorunlu öğrenci ve sorunlu eğitim sistemi demektir.
Kendi ailelerinin temel hayat ihtiyaçlarını karşılayabilmekten çok uzak kalmış bir mesleğin mensuplarının, bu ağır ekonomik şartlar altında görevlerini layıkıyla yapmalarını beklemek insaflı bir yaklaşım değildir. Eğitimden haklı beklentilerimiz ülkemizin geleceğini etkileyecek kadar büyükken, bu sistemin uygulayıcılarına sunduğumuz imkânlar küçükse bundan geleceğin Türkiye’sini beklemek de mümkün olmayacaktır. Hepimizin düşünmesi gereken konu; öğretmeni ve eğitimi kalkınmanın merkezine koymak yerine, neden yıllardır kıyısında bekleterek tali bir unsur haline getirmiş olduğumuzun sorgulanmasıdır. Zira eğitim, bir toplumun gelecekte nasıl yaşamayı istediğini ve neyi hak ettiğini belirleyen temel unsurdur. Geleceğimizden tasarruf edemeyeceğimize göre geleceğimizi hazırlayanlardan kısacağımız bir imkân ve yapacağımız bir tasarrufun bedeli mutlaka ağır olacaktır. Yüksek hedefleri gözüne kestirmiş, milletinin refahını ve mutluluğunu ilke edinmiş bir devletin önce öğretmenlerini mutlu etmesi kaçınılmaz bir zorunluluk ve gerekliliktir. Bütün bu zorluklara rağmen görevlerini büyük bir fedakârlıkla yürüten ve bugün sayıları altıyüz elli bine ulaşmış öğretmenlerimizi bir kez daha kutluyorum. Hepsine aileleri ve öğrencileri ile birlikte mutlu, huzurlu ve müreffeh bir hayat diliyorum. Değerli Milletvekilleri, Hepinizin bildiği gibi yedi yıldır işbaşında bulunan AKP zihniyetinin tebarüz etmiş en belirgin vasfı, toplumu ayakta tutan değerleri acımasızca istismar malzemesi yapması olmuştur. Hiçbir ahlaki sınır, ilke ve değer gözetmeksizin yaygınlaşan bu iptidai anlayış, şehitlerden, gazilere; bayraktan, vatana; inançlarımızdan tarihimize kadar hayatın her alanını kirli siyasetin oyuncağı haline getirmiştir. Toplumu bir arada tutan ve bizi bir millet yapan bütün değerlerin altını oymaya çalışan, alabildiğine tahrik eden Başbakan Erdoğan’ın yarattığı tahribat işgale uğramış toplumun yaşadığı dağınıklığına eşdeğer hale gelmiştir. Kimliklerin kaşınması ve millet varlığının çözülmesi konusundaki tarihi emellerini 1991 yılında imzasını attığı rapordan zaten bildiğimiz Başbakan Erdoğan; şimdi bu ayrıştırma alanlarına yenisini eklemiş ve mezhep temelli kışkırtmalara da hız vermiştir. Bu ülkeyi çözmeye, bu milleti dağıtmaya, her toplumsal alanı lime lime etmeye yemin ettiği anlaşılan Başbakanın kime ve neye hizmet ettiğinin, partisine mensup sağduyulu milletvekillerince ciddi bir bakışla analiz edilmesinin zamanı geçmektedir. Okyanus ötesinden cesaretlendirilerek, Brüksel’den arkasından itilerek yıllardır ısrarla sürdürülen otuzaltı kimliğe ayrıştırma misyonuna şimdi de mezheplerin kışkırtılması konusu eklenmiştir. Meclisteki yanlış bir konuşmadan yol çıkarak, bütün ölçü ve ayarların kaçtığı bir tahrik kampanyasına dönen, doğrusu ile yanlışıyla geride kalmış bir ayaklanma üzerinden sürdürülen istismar artık fren tutmaz hale gelmiştir. Konu tamamen AKP’nin “PKK açılımı”nın toplumdaki öfkesini dindirmeye, tepkilerini söndürmeye, dikkatlerini dağıtmaya yönelik tam bir aldatmaya dönmüştür. Ve AKP zihniyeti, tarihin sayfalarında kalmış bir hadise üzerinden yine alabildiğine inanç ve mezhep sömürüsü yapmaya başlamıştır. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Milliyetçi Hareket Partisi, tarihi süreç içinde Türk milleti ailesine mensup olarak varlıklarını sürdüren bütün değerlere ve kültür unsurlarına sonsuz hürmet duyguları ve muhabbet beslemektedir. Ve bu konulara yaklaşırken bizim için esas olan ayrışmak ve ayrıştırmak değil, birleşmek ve birleştirmektir. İktidar zihniyeti ile işin başından ayrıldığımız temel nokta da budur. Partimiz, ayrışmaların çözülme ve dağılmaya neden olacağına inanmaktadır. Türk milletinin bin yıllık tarihi süreç içinden çıkardığı dersler bize bunu göstermektedir. Farlılıklara yapılacak vurguların, farklılaşmayı körükleyeceğini bilmek için sosyoloji tahsiline veya siyaset bilimci olmaya gerek yoktur. Devletin ve hükümetlerin temel görevi, vatandaşları arasında, onları birbirlerine bağlayan duyguların benzerliğini sağlamaktır, tahrik edip ayrıştırmak değildir. Daha işin başından beri, yönetim anlayışını ayrılma ve ayrıştırma üzerine şekillendirmiş olan AKP’nin; sözde açılımına ısrarla karşı duruşumuzun ana sebebi de budur. Ve sonuna kadar da karşı durmaya devam edeceğimiz iyi bilinmelidir. Bu konuda kararımız kesindir. Partimizin ayrılma, farklılaşma, bölünme, ufalanma gibi arayışlarla uzaktan yakından bağı ve bağlantısı ve desteği olamamıştır ve olmayacaktır. Bu konuda da duruşumuz bellidir ve nettir. Partimizin, ülkemizin temel meselelerini çözme yolunda vazgeçilmez siyaset ekseni, yalnızca ve yalnızca “milli kimlik ve kardeşlik” üzerinedir. Biz ülkemizdeki diğer sorunlar gibi mezheplerin sorunlarına da aynı dikkatle ve kucaklaştırıcı ilkelerimizle bakmaya özen gösterdik ve dikkat ettik. Malumunuz olduğu üzere, ülkemizde Alevi İslam inancına sahip vatandaşlarımızın bulunduğu bir vakıadır. Ve bu milli gerçek ülkemizde son yıllarda oluşmamış, bin yıllık tarihin içinde hep var olarak bugünlere ulaşmıştır. Bizleri bir millet yapan muhteşem değerler manzumesinin içinde onlar da vardır ve bu milli kimliğin ayrılmaz bir parçası olarak Türk milleti mevcudiyetinin içinde yer almışlardır. Alevilik ne inançlarımızdan ayrı görülebilir, ne milletimizden ayrı tutulabilir. Biz onlarla birlikte bir milletiz ve millet olmamızın mayasında onlar da vardır. Partimiz bu konuda 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra temsil edildiği Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında, Aleviliğin sorunlarını bütün yönleriyle ele almış ve hiçbir siyasi partinin dile getirmediği şekliyle konuyu Grup toplantılarına taşımıştır. Bunlardan birincisi, 18 Kasım 2008 tarihindeki Grup toplantımızda kamuoyu ile paylaşılmış ve bu hassas konu muhatapları ile oluşacak bir temas ve uzlaşma sürecine bırakılmıştır. Bu toplantıdaki konuşmamda özetle,
Ve yine bu konuşmamda amacımızın, tekrar ediyorum ki, ayrıştırma değil, “Türk milletinin birliğini ve beraberliğini koruyarak, toplumsal huzursuzluk alanlarının cepheleşmeye dönüşmesini önlemek ve herkesin inancına saygı duyarak birlikte yaşama ideali etrafında kenetlenip toplumsal sıkıntı ve sorunları çözmek “ olduğunu önemle vurgulamıştım. Bütün siyasi partileri de müşterek bir zeminde buluşmaya davet etmiştim. Bu yaklaşımımız tamamen siyasi kaygılardan uzak, iyi niyetli bir anlayışla olmuştu ve müteakiben toplumun çeşitli kesimlerinden olumlu mesajlar alınmıştı. Ne var ki, bizim iyi niyetle başlattığımız bu girişim, hükümet olma yetkisini elinde bulunduran AKP’yi siyaset üstü bir zeminde harekete geçirmeyi sağlayamamıştır. 2009 yılının Haziran ayının başında hükümet tarafından başlatılan ve bizim de ümit verici gelişme olarak gördüğümüz “Çalıştay” adı verilen toplantılarda herkes eteğindeki taşları dökmüş, ancak bugüne kadar somut bir sonuç elde edilememiştir. Partimiz ilk “Alevi Çalıştayı”nın toplandığı hafta da konuyu yine önemle dile getirmiş, somut teklifler birlikte Çalıştay sürecine olan açık desteğini ve iyi niyetini göstermiştir. Bu maksatla, 9 Haziran 2009 tarihindeki Grup toplantımızda da; sorunun öncelikle millet bütünlüğü içinde çözülmesi gerektiğinden bahisle, konuyu ele almış ve milli kültürümüzün bir zenginliğinin yaşatılması olarak değerlendirmiştim. O tarihten bu yana geçen altı ay boyunca hükümet eliyle toplanan “Alevi Çalıştaylarından” somut bir sonuç çıkmayacağı tarafların açıklamalarından anlaşılmıştır. Konunun sürüncemede bırakılarak yalnızca istismarının yapılmak istendiği, toplanıp dağılarak hükümetle ortak bir zeminde ve çözüm noktasında buluşma imkânının kalmadığı anlaşılmaktadır. Bu aşamadan itibaren, bizim Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sandalye sayısı itibariyle yeterli çoğunluğa sahip Başbakan Erdoğan ve hükümetine çağrımız şudur: Yedi yıllık iktidarınızda, Alevi İslam inancına sahip kardeşlerimiz için girişimde bulunmaktan kaçtınız ve aralarındaki uzlaşmaz alanları, işi sürüncemede bırakmak için bahane olarak kullandınız. Şimdi de geride kalmış bir ayaklanmanın acıları üzerinden “evlad-ı Kerbela” istismarını yapıyorsunuz ve Alevi kardeşlerimizi sevdiğinizi söylüyorsunuz o halde; Gelin, sahibi olduğunuz ayrımcı ve ayrıştırıcı sözde demokrasi paketlerinin içerisine katmadan, sorunun acilen halli yönünde ilk adımları atalım ve TBMM zemininde bu konuyu çözelim. Bu konuda öncekilerin topluca tekrarı olan önerilerimiz şunlardır. 1. Aleviliğin öncelikle nitelikli eğitim ve nitelikli kadro ihtiyacını karşılayacak “Türkiye Alevilik Araştırmaları Merkezi” devlet desteğinde kurulmalıdır. 2. Bu merkez genel bütçeden ayrılacak ödenekle desteklenmeli ve idari bakımdan özerk olmalıdır. 3. Alevi inanç önderlerinin akademik seviyede eğitilmesi için İlahiyat Fakültelerinde “Tasavvuf İlimleri Bölümü” kurulmalıdır. 4. Milli Eğitim Bakanlığınca din derslerinin müfredatına, doğrudan Alevi toplumunun katılımıyla şekillenmiş doğru, objektif ve bilimsel bilgiler girmelidir. 5. Bu kapsamda olmak üzere Alevi İslam inancı önderlerinden, konusunda uzman ilahiyatçılardan ve akademisyenlerden oluşan “Özel İhtisas Komisyonu” kurulmalıdır. 6. Kültür Bakanlığı ve ilgili kuruluşların işbirliği ile Alevi İslam inancının ve tarihi-kültürel şahsiyetlerinin envanteri ve külliyatı çıkarılmalı varsa yabancı dilde olanlar Türkçeye çevrilmelidir. 7. Diyanet İşleri Başkanlığı ortaya çıkacak külliyatın orijinallerine sadık kalarak yayınlanmasında istişare ve işbirliği içinde olmalıdır. 8. Alevi İslam inancını da bünyesinde temsil edecek şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yapısal düzenlemeye gidilmelidir. 9. Alevi toplumunun hayatında çok önemli yeri olan Cemevi gerçeği, siyasi kaygılardan uzak, cami-cemevi karşıtlığına dönüştürülmeden kabul edilmelidir. 10. İnanç ve kültür hayatımızın bir unsuru olan Cemevlerine devlet yardım etmeli, genel bütçeden ödenek tahsis edilmelidir. Milliyetçi Hareket Partisi konuya günübirlik siyasetin dışında ve üstünde bir anlayışla yaklaşmaktadır. Parlamentoda grupları bulunan bütün partilere bu sorunu kucaklaştırıcı ve kaynaştırıcı bir yaklaşımla çözmeleri noktasında teklifte bulunmakta ve işbirliği önermektedir. Çünkü bu konu kaşınacak bir tahrik ve istismar alanı değil, bütün samimiyetimizle çözümlenmesini dilediğimiz ve canı gönülden istediğimiz gerçek milli bir kardeşlik projesidir. Konunun beklemeye tahammülü kalmamıştır. AKP elinde daha fazla tahrik edilip daha fazla kaşınmadan acilen çözüme muhtaçtır. Geçmişin acılarını ve hatta varsa hatalarını tahrik ederek ulaşacağımız da sonuç yoktur. Milliyetçi Hareket Partisi yukarıda dile getirdiği konularda yasalaşma sürecine her türlü desteği vermeye ve varsa başka teklifleri değerlendirmeye açık ve kararlıdır. Konuyu gündeme yeniden getirmemizin nedeni artan gerilimlerin derin kırılmalara ve çatışmalara neden olmadan bir an önce çözümlenmesi ve bir toplumsal ihtilaf alanının hiç olmazsa ortadan kalkmasıdır. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Geleceği planlamaktan aciz ve çaresiz olan Başbakan Erdoğan, sıkıştığı her an ve durumda, geçmişten kendisine dayanaklar bulma gayreti içine girmektedir. İçine düştüğü meşruiyet bunalımını, düne müracaat ederek aşmaya çalışan bu zihniyet yapılanmasının, çatışmadan ve gerilimden beslenmesi doğal olarak şaşırtıcı görülmemelidir. Bu itibarla Başbakan Erdoğan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarındaki iftihar edilecek bilgelikten alıntı yaparak; uysallıktan, gönül almaktan, katlanmaktan, hoşgörüden ve bir de üstelik adaletten dem vurması trajik komik bir manzarayı ortaya çıkarmıştır. Böylesi bir dar ve sığ bakışın, gölgesiyle bile kavga eden bir hükümet etme anlayışının boy atmasına zemin hazırlamışken, Şeyh Edebalı’nın mana ve öğüt dolu hikmetli sözlerine sığınması gerçek yüzünü saklayamayacaktır. Bugün, Türkiye ekonomisinin girdiği keskin virajı alamayarak, kayalıklardan aşağıya uçmasına mazeretler arayan Başbakan Erdoğan, kırılan, dökülen ve çöken ekonomiyi; dünü hatırlatarak ayağa kaldıracağını zannetmektedir. Bu beyhude çabalar kendisini asla kurtaramayacak, bizim iktidar dönemimizdeki bazı olaylara göndermeler yapması ne kendisine ne de partisine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Özellikle partimizin iktidar ortağı olduğu dönemlerdeki ekonomik gelişmeleri gündeme taşıyarak, bunun üzerinden açıklarını kapatmaya çalışan kurnaz bir siyaset tertibiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Evet, doğrudur; hükümet ortağı olduğumuz dönemin kendisine has özellikleri ve şu anda burada ifade etmeyi gereksiz addettiğim birçok faktörün bir araya gelmesinden dolayı ekonomik buhranlar ortaya çıkmıştır. Bu konuda gizleyeceğimiz, saklayacağımız bir husus yoktur ve bu zamana kadar da olmamıştır. Bizden önceki dönemlerde biriken ve çoğalan sorunların da tek ve yegâne sorumlusu 57.Cumhuriyet Hükümet’i olmayacaktır. Nitekim 2002 yılında, aziz milletimiz koalisyonu oluşturan partiler hakkında kesin hükmünü vermiş ve biz de gereken dersleri kendi adımıza alarak, ortaya çıkan siyasi sonuca saygı duymuşuzdur. Yine de üç partili bir koalisyon hükümeti olmasına rağmen ve dönemin birçok zorlukları dikkate alındığında; ekonomideki savrulmayla başa çıkabilmek için çok ciddi çaba sarf edildiğini gözlerden uzak tutmamak gerekmektedir. Bugün, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı; iki hafta önce İskoçya’daki G–20 toplantısında, oturduğu masa etrafındaki ülkelerden, sadece Türkiye’nin bankacılık sektörü sebebiyle zarara uğramadığından bahsedebiliyorsa, bunun bizim aldığımız tedbirler sayesinde olduğunu da ikrar etmesi ahlaki ve tutarlılık gereği olacaktır. Ve içinde bulunduğumuz şartlarda finansal anlamda büyük bir kaza yaşanmamışsa, dövizde enkazı çok geniş bir deprem olmamışsa, dünyada birçok banka batarken, bu alanda Türkiye’de herhangi bir sorun görülmemişse bu tamamen koalisyon hükümetimizin aldığı önlemler neticesindedir. Geçmişi değiştirmek mümkün değilse de, geleceği şekillendirmek ve ona biçim vermek imkân dâhilindedir. Başbakan Erdoğan’ın gelecek heyecan ve hedefi olmadığı için, içine girdiği bataklıkta çırpındıkça, geçmişin ipine sarılarak düzlüğe çıkacağı zehabına kapılmıştır. Bu aslında karanlıkta ıslık çalan, ancak yüreği korkudan tir tir titreyen köşeye sıkışmış bir ruh halinin yansımasıdır. Bu yaklaşım tarzı aynı zamanda, siyasi tarihimizde son kullanma tarihi dolan siyasetçilerin, sığındıkları ve kendilerini mahkeme önünde aklamak için hazırlık yapmaya başladıkları zihni bir şaşkınlığa işaret etmektedir. Ve oldukça boş bir çabadır ve milletimize hiçbir faydası olmayacak bir meşguliyettir. Hükümet olduğumuz zaman dilimindeki devlet iç borçlanma faiz oranı ve enflasyon seviyesini, bu dönemle kıyaslayarak, arada oluşan farkın insanımızın cebinde kaldığını iddia eden Başbakan Erdoğan, gerçekleri saptırmakta ve aziz milletimizin gelirlerini gerçekte kimlerin faize teslim ettiğini karıştırmaktadır. Değerli arkadaşlarım, lütfen buraya dikkat buyurunuz; son 7 yıllık süreçte AKP hükümeti 225 milyar dolar faiz ödemesi yapmıştır. Peki, faize giden bu devasa paralar kimin cebinden çıkmış, kimin cebine girmiştir? Bu dönemin şartları gereğince, krize karşı parasal genişlemeyle karşı koymaya çalışan, maliye politikasını gevşeten birçok ülkenin faiz oranları sıfıra yaklaşmışken, Türkiye’de gecelik borçlanma faizi yüzde 6,5; borç verme faiz oranı da yüzde 9 düzeyindedir. Her ne kadar 2008 yılı Kasım ayında itibaren faizler belirli aralıklarla indirilmişse de, bu durum reel sektöre yansımamış, bankaların daha çok hazine bonosu almalarını teşvik etmiş ve yoğunlaştırmıştır. Ve bu yolla, Ocak-Ekim arasında oluşan 43 milyar 232 milyon TL’lik bütçe açığının büyük bir bölümü finanse edilmiştir. Nitekim bu yılın Ocak ayında 170,8 milyar dolar olan iç borç stoku, on ayda yaklaşık 50 milyar dolar artışla 220,7 milyar dolara ulaşmıştır. 2002 yılında 97 milyar dolar olan iç borç miktarının, yüzde 127’lik artışla ulaştığı şu anki aşama gerçekten de düşündürücüdür. Faiz oranı teorik olarak inmesine rağmen, piyasa şartlarında gerilemesi daha güç ve zor olmaktadır. Ve bunun sıkıntısını üreten şirketlerimiz, çalışanlarımız fazlasıyla çekmişlerdir. Yabancı fonların, finans kuruluşlarının, hatta Japon ev hanımlarının dahi düne kadar yüksek faizden dolayı oturdukları yerden anormal faiz gelirleri elde ettikleri hepinizin malumudur. Bu süreç bugün dahi işlemekte, faiz oranları birçok ülkeye kıyasla hala yüksek olan Türkiye’nin, dışarı varlık transferi hızla devam etmektedir. Yurtdışına hortumlanan ya da spekülasyon yaparak yolunu bulan içteki faiz tüccarlarına akan paralar, Başbakan Erdoğan’ın servetinden değil; işçimizin, memurumuzun, esnafımızın, emeklimizin alın terinden, göz nurundan karşılanmaktadır. Bu itibarla, Başbakan Erdoğan’ın kalkıp ikide bir faiz oranları arasında karşılaştırma yaparak, milletimizi aldatması doğru, insaflı ve hakkaniyetli bir siyaset anlayışı olmayacaktır. Ayrıca krizin derinleşmesinden bu tarafa, talep ve maliyet şartlarının yarattığı aşağı yönlü baskı sonucu, sadece Türkiye’de değil, dünyada da enflasyon gerilemiştir. Ne var ki, Başbakan Erdoğan bunu da yanlış yorumlamış, Ekim ayı itibariyle 12 aylık artışı yüzde 5,11 olan tüketici fiyatında, 2002 yılından bugüne kadar 25 puanlık bir gerileme olduğunu ve bu farkın vatandaşlarımızın cebine girdiğini iddia etmiştir. Enflasyonun düşmesi, hükümetin planlı ve önceden tayin edilmiş ve hazırlanmış ekonomi politikaları sayesinde olmamış; tamamen iç ve dış talep şartlarının belirleyiciliği çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bundan dolayı da Merkez Bankası politika faiz oranlarını düşürebilmiştir. Ama bu durum hayat pahalılığından bir şey kaybettirmemiştir. Cebinde parası olmayan, yeterli geliri bulunmayan milyonlarca insanımız için enflasyonun düşüp, çıkması zaten bir anlam ifade etmemiştir. Alış verişlerini gramla yapan vatandaşlarımız için, şartlar daha da ağırlaşmıştır. Önümüzdeki Kurban Bayramında, yükselen kurbanlık fiyatları vatandaşlarımızın kurban ibadetini yapmalarına mani olacak düzeye ulaşmıştır. AKP, yolun başında kimlerle kol kola olduğunu, güç birliğini yaptığını ve birlikte yürüdüğünü esasen göstermiştir. Bunların; Ortadoğu şeyhleri, milli varlıklarımıza göz diken ve bir otelin erzak kapısından girerek Başbakanla ihale pazarlıkları yapan Oferler, Ogerler, küresel tefeciler, faiz vurguncularından başkası olmadığı tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Başbakan Erdoğan aksi yönde ne kadar propaganda yaparsa yapsın, devri iktidarı; pahalılık olmuş, işsizlik olmuş, zam ve faizle bütünleşmiş, açlık ve yoksullukla birleşmiş, çatışma ve kaosun hâkim olduğu karanlık bir dönemin adı olmuştur. Hiçbir iddia, söz ve eylem gerçeklerin üstünü örtemeyecek, ekonomik sorunlar AKP’nin gelişine nasıl ortam hazırladıysa, gidişine de mutlaka neden olacaktır. Konuşmama son verirken, önümüzdeki günlerde kutlayacağımız mübarek Kurban Bayramınızı tebrik ediyor, bayramın milletimize, devletimize hayırlar getirmesini ve içinde bunaldığımız sorunlarda çıkış için bir fırsat vermesini yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Hepinizi Saygılarımla Selamlıyorum.
|