Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli'nin
Sayın Başkan, Sayın Milletvekilleri, 2010 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı hakkında Milliyetçi Hareket Partisi’nin görüşlerini açıklamak üzere huzurunuzda bulunuyorum. Bu vesileyle Milliyetçi Hareket Partisi Grubu ve şahsım adına Yüce Meclis’in değerli üyelerini saygılarımla selamlıyorum. Bütçe hakkında değerlendirmelerime geçmeden önce geçtiğimiz hafta meydana gelen iki üzücü olayla ilgili düşüncelerimi açıklamak istiyorum. Bildiğiniz gibi, 7 Aralık Pazartesi günü Tokat’ın Reşadiye ilçesi kırsalında asayiş görevi yaparken, uğradıkları hunhar bir saldırı sonucu yedi askerimiz şehit olmuş ve üç askerimiz de yaralanmıştır. Henüz bu olayın acısı içinde iken yeni bir acı haberle milletçe sarsıldık. 10 Aralık Perşembe günü Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde bir maden ocağında meydana gelen grizu patlaması sonucu, göçük altında kalan 19 işçimiz maalesef hayatını kaybetmiştir. Çoluk çocuğunun rızkını yerin altında, zor şartlarda temin etmeye çalışırken ve vatandaşlarımızın güvenliği için asayiş görevini yaparken hayatını kaybeden işçilerimize ve aziz şehitlerimize bir kez daha Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Yakınlarına, milletimize, çalışma ve silah arkadaşlarına sabır ve başsağlığı, yaralılarımıza ise acil şifalar temenni ediyorum. Bu gibi felaketlerin bir daha yaşanmaması için yeterli tedbirlerin zamanında alınmasını, sorumlularının tespit edilmesini ve gereğini bekliyorum.
Değerli Milletvekilleri Aralığın onyedisinde İslam Dünyası için mukaddes bir dönem olan Muharrem Ayına giriyoruz. Peygamberimizin torunlarının şehit edildiği bu ay, nifakın, fitnenin ve tefrikanın nasıl büyük acılara neden olduğunun en talihsiz ve en üzüntü verici örneğinin yaşandığı tarihi bir ibretin başlangıcıdır. Mazlumların ve masumların acılarını paylaşıyorum. Bu aydan alacağımız derslerin ve derinden duyacağımız acı anıların başta Türk ve İslam dünyası olmak üzere bütün insanlığın hayırlarına vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan diliyorum.
Sayın Milletvekilleri, Bütçe görüşmeleri hükümet icraatının değerlendirildiği, muhalefetin, hükümetin politikaları hakkında uyarı, tenkit ve tavsiyelerini dile getirdiği TBMM adına önemli bir denetim vesiledir. Devletin hangi alanlara ne kadar kaynak ayıracağını, hangi alanlardan ne kadar kaynak toplayacağını gösteren bütçenin kuşkusuz en önemli özelliği, nimet ve külfetin vatandaşlarımız arasında dağıtılırken hangi kıstaslara ve hakkaniyete riayet edildiğinin ortaya çıktığı bir gösterge olmasıdır. Zira vatandaşlarımızı, yoksulluklarından ziyade, uygulanan politikalar sonucu ortaya çıkan haksızlıklar, eşitsizlikler ve adaletsizlikler daha fazla yaralamakta, daha derin izler bırakmaktadır. Takdir edersiniz ki, ekonomiyi, siyasetten; ekonomik faaliyetleri sosyal konulardan; ekonomik yorumları güvenlik, asayiş, kültür, dış politika gibi alanlardan ayırmak ve ayrı düşünmek mümkün değildir. Birbirini doğrudan etkileyen bu girift yapıda, iyi giden bir ekonomide diğer alanlarda ciddi zafiyet olmayacağı gibi, bu alanlarda işler iyi gidiyorsa, ekonominin de iyiye gidiyor olması beklenmelidir. Ne yazık ki yedi yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisinin milletimize reva gördüğü ekonomik ve sosyal tablo;
Bu sosyo-ekonomik dağınıklık ve zayıflık doğal olarak diğer alanlara da sirayet etmiştir. 2009 bütçe yılı, milletimiz açısından üzüntü verici olayların, hayal kırıklığı ve talihsizliklerin yaşandığı bir yıl olmuştur. Bizi biz yapan, bir arada tutan ortak değerlerin kaynaştırıcılığı yerine, tarihi ve kültürel derinliği olmayan yapay farklılıkların ayrıştırıcılığı üzerinden siyaset yapıldığı bu dönemde; İktidar gücü, kronikleşen sorunlara çözüm üretmek için kullanılmak yerine istismar, gerilim ve kutuplaşma yönünde kullanılmıştır. Sorunlar karşısında başarısızlığa uğranılan her durumda geçmişi suçlama geleneği sürdürülmüştür. Vatandaşın ekonomik ve sosyal hayatına ilişkin beklentilerinin boşa çıktığının farkına varıldığı her durumda mutlaka bir istismar vesilesi bulunmuştur. Sistemli gayretlerle yıpratılan devlet ve toplum hayatımızın hemen her alanında yaşanan kutuplaşma ve cepheleşmeler giderek derinleştirilmiştir. Ekonomik gelişmeler de, yaşadığımız genel bunalımdan farklı bir seyir izlememiştir. Yatırımlar azalmış, üretim daralmış, borçlanma artmış, yoksulluk derinleşmiş, çığ gibi büyüyen işsizlik sosyal hayatı tehdit eder hale gelmiştir. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, ekonomik kararlardaki ahenksizlik ve sosyal ahlaktaki çöküşün hızlanması ile körüklenmek istenen kardeş kavgası geleceğe umutla bakılmasına mani olmuştur. İşçi, memur, esnaf, köylü ve emeklilerden oluşan mağdurlar, kendi kaderine terk edilmiş, işsizlik önlenememiş, yoksulluk azaltılamamış, gelir dağılımı adaletli hale getirilememiştir. Siyasi yönetim şekli ve üslubu, siyasette etik anlayışa duyulan ihtiyacı göstermesi bakımından ibret verici olmuştur. Yolsuzluk ve yozlaşma artmış, merkezi ve yerel idarelerde kamu kaynakları yandaşlara dağıtılmaya devam edilmiştir. Yargıya intikal eden yolsuzluklar, hayırsever vatandaşlarımızın inançlarının istismar edilişlerinin sınır tanımaz bir seviyeye çıktığını göstermiştir. Siyasi ve ahlaki çürüme devlet ve toplum hayatını kaplamıştır. Bunun sonucunda devlete ve adalete olan güven duygusu zedelenmiştir. Yürütülen dış politika da milli menfaatlerimiz bakımından kaygı verici olmuştur. Herkesin huzur içinde olacağı bir güvenlik sistemi ve herkesin adaletine güvendiği bir yargı sistemi tesis edilememiştir. Vatandaşı gerçekten önceliğine alan hakkaniyetli bir yönetim anlayışı uygulanamamıştır. Etnik bölünmeyi amaçlayan kanlı terör, siyasi ayrılıkçılık hevesleri ve etnik tahrikler artmış, Türkiye tehlikeli bir cepheleşme sürecine sürüklenmiştir. İnsanlar daha önce komşu, bakkal, manav, işçi, memur, dost ve arkadaş olarak gördükleri kişilerde, etnik köken ve mezhebe dayalı kimlik sorgulamaya başlamışlardır. Ve bu gidişatın, iddia edildiği gibi barış ve huzurla, demokrasi ve hürriyetle, kalkınma ve refahla, kaynaşma ve kardeşlikle hiçbir ilgisinin olmadığı milletimiz tarafından anlaşılmıştır. Yüzleşme adı altında milli tarihimizi karalama kampanyaları milli sorunları sözde çözme iddialarıyla hız kazanmıştır. Bugün geldiğimiz noktada; vatandaşlarımızın geleceğe daha umutlu bakmasını sağlayacak bir ekonomik ve sosyal yapı söz konusu değildir. Ve bütün bunların milletin gözünden kaçırılması için, aklın, izanın, gerçeklerin karartılması için maddi çıkar ilişkileri tesis edilen yandaş medya oluşturulmuştur. Bütün çabalara rağmen hükümetin sipariş verdiği haber ve yorumları yayınlamakta direnen medya unsurlarına ise baskı ve dayatma başlatılmıştır. Maalesef, umutlarla başlanıp acı ve talihsiz olaylarla son bulan önceki yıllar gibi 2009 yılı da;
Sayın Milletvekilleri, 2010 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi; AKP hükümetleri tarafından hazırlanan sekizinci, yeni kamu mali yönetim anlayışına uygun olarak tekemmül ettirilmiş beşinci bütçe olma özelliğini taşımaktadır. Modern bütçe sistemi, temsili demokrasinin ve kamusal faaliyetlerin öneminin artmasıyla birlikte gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Elbette çağdaş bütçeleme sistemlerinin gelişimini, demokrasi mücadeleleriyle birlikte ve yan yana yürüdüğünü gözden uzak tutmamamız gerekmektedir. Öte yandan temsili demokrasilerde, devletin yapacağı harcamaların büyüklüğü ve kapsamıyla, bu harcamaların yapılabilmesi için millete getirilecek yükümlülüklere, millet adına seçilmiş temsilciler karar vermektedir. Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu, merkezi yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin gelir ve gider tahminlerini göstermekle birlikte, bunların uygulanmasına ve yürütülmesine dair yetki ve izini de içermektedir. Bütçe, devletin bir yıl içinde yapacağı harcamaları ve elde edeceği gelirleri gösteren ve Meclisimiz tarafından onaylanan ekonomik, siyasi ve hukuki bir belgedir. Ve bütçe tayin ve tespit edilen devlet politikalarına ulaşmada en önemli mekanizma olarak karşımızdadır. Devletin amaçlarına ulaşmada en önemli araç olan bütçe, bir tarafta kamu kesimince üstlenilmiş hizmetlerin üretimini gerçekleştirmektedir. Diğer yanda ise üretimi özel sektöre bırakılmış alanlarda millet hayatımızda uygun etkiler doğurabilmek için kullanılmaktadır. Bu kapsamda, bütçeyle milletimize kamusal ve yarı kamusal hizmetler sunulurken gelir dağılımının etkilenmesi, fiyat istikrarının sağlanması, büyümenin hızlandırılması, ekonominin işleyişindeki aksaklıkların düzeltilmesi de gözetilecektir. Yürütme organının meşruiyetini kazanabilmesi için en başta; bütçenin Meclisimizde kabul ve onayı gerekecektir. Bu aynı zamanda bütçenin ekonomik işlevinin yanında, çok önemli ve belirleyici bir siyasi fonksiyonun da olduğunu göstermektedir. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hükümet etme dönemlerinde, sıradanlaşan, hazırlık aşamalarında gerekli ilgi ve özenin gösterilmediği bütçenin; artık yasal bir zorunluluğun yerine getirilmesinden başka bir anlam ifade etmediğini özellikle vurgulamak istiyorum. Başta maliye politikası olmak üzere, bütün ekonomi politikalarında öncü ve etkileyici bir rolü olması gereken bütçenin, bu halinden şu an itibariyle çok uzak düştüğünü bu vesileyle ifade etmek isterim. Ulaşılamayan mali hedefler, yanlış tespit edilen ekonomik parametreler, geleceği okuyamayan analiz noksanlığı sürekli olarak gedikler veren bütçenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu durum ise yıl içinde birçok defa bütçenin bir anlamının kalmadığına dair yorumları beraberinde getirmiştir. Yapboz tahtasına çevrilen bütçenin, bir yılı tamamlamadan gücünü ve inandırıcılığını tamamen kaybettiğine bu dönemler içinde şahit olunmuştur. Bunun en son örneği olarak 2009 yılı bütçesini göstermek mümkündür. 2010 yılı bütçesinin içte ve dışta yaşadığımız çok kritik ve olağan üstü hassas bir dönemde görüşmek durumunda olduğumuz hepinizin malumudur. Gelecek yıl bütçesini ayrıntıları ile değerlendirmeye geçmeden önce; genel anlamda içinde bulunduğumuz başta ekonomideki sorunlarla ilgili olmak üzere, bazı temel problem alanlarına dönük düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sayın Milletvekilleri, Türkiye, başarısız bir yönetim altında varlığı ve bütünlüğü tartışmalı bir hale gelmiş, ardı ardına yaşadığı buhranlarla köşeye sıkışmıştır. Hareketsiz ve kontrolsüz olarak uçurumun kenarına gelen devlet ve toplum hayatı, hiçbir dönemde olmadığı kadar ciddi beka sorunuyla muhatap olmuştur. Siyasetteki dengenin ve istikrarın kaybı, toplumda cepheleşmeyi teşvik etmiş, hayatın her alanında yozlaşma, ahlaki çöküntü, değer ve norm zedelenmesi yaşanmaya başlamıştır. Kültürel gerçeklerimizden ve toplumsal temellerimizden kopan ekonomik sistemle birlikte, milletimiz çok büyük bir açmazın ortasına düşmüştür. Bu eleştirileri yaparken elbette ki şu gerçeği de göz ardı etmemiz mümkün değildir. Ülkemizin ekonomik yapısı ve gelişmesi bu zamana kadar, çoğunlukla dinamik merkezler tarafından biçimlendirilmiş, yönlendirilmiş, şartlandırılmış ve sınırlandırılmıştır. Nitekim ekonomik bağımlılık ilişkisinin belirleyen değil ama belirlenen tarafı olmayı içine sindiren, hatta ayakta kalabilmek için bu süreci hızlandıran AKP kadroları, esasen ekonomik meseleleri samimiyetle çözmeyi hiçbir zaman aklına dahi getirmemiştir. Diğer taraftan, ekonomik sistemin küresel alana aşırı bağımlı yapısı ve insanı dışlayan mekanik kurgusu, zaten birikmiş sorunların kalıcı olarak çözülmesini zorlaştıran başlıca faktörler arasında yer almıştır. Piyasanın düzen ve istikrarını, insan mutluluğunun üzerinde gören böylesi anlayışın, elbette ki krizlerden zarar gören milyonlarca vatandaşımızla ilgili bir kaygısı olmayacaktır. Görünmez bir elin dengeleyici ve yönlendirici misyonuna duyulan derin hayranlık ve beraberindeki teslimiyet, tecrübeyle sabittir ki görünen ve sahip olunan değerlerin tahrip olmasının da gerekçesi ve bahanesi olmuştur. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler felsefesiyle alınan mesafeler, gelinen aşamalar, sürekli olarak milletimizde büyük kayıplar oluşturmuştur. Ve bu yaklaşımın ortaya çıkardığı, en azından tetiklediği ve hızlandırdığı ekonomik yıkım, başta ülkemiz olmak üzere yaşadığımız yer küre üzerinde büyük tahribatlara da davetiye çıkarmıştır. Hatırı sayılı süredir serbestleşme ve küreselleşmeyle birlikte yürüyen krizler, finansal işlemlerdeki kontrol ve gözetim eksiklikleriyle birleşince doğal olarak etki alanını daha da genişletmiştir. Nitekim dünya genelinde, aşırı ve anormal kâr istekleriyle etik değerlerin üzeri örtülmüş, çığırından çıkan bir ekonomik düzenin ahlaki değerlerden uzak alt yapısı oluşturulmuştur. Bu ekonomik düzenin mağdurları ve kaybedenleri bellidir. Bunlar, dünyanın her yanında yaşayan ve aralarında milyonlarca vatandaşımızın da bulunduğu milyarlarca yoksul, çaresiz, umutsuz ve sağlıksız kitlelerden başkaları da değildir.
Sayın Milletvekilleri, Küreselleşme; teknolojik gelişmenin belirleyiciliğinde iletişim ve ulaştırma faaliyetlerindeki gelişmeyle gündemdekini yerini her geçen gün sağlamlaştırmaktadır. Ulus-devletlerin dayandığı politik topluluğun hem sosyolojik mahiyetini, hem de egemenlik haklarını dönüştüren küreselleşme sürecinin dayatmaları krizlerin ortaya çıkmasının bir nedenidir. Milyarlarca insan, bu dengesiz ve adaletsiz sistem yüzünden; beslenme ve barınma sorunları yaşamakta, yeterli eğitim ve sağlık hizmetlerini alamamaktadır. Nitekim günde iki doların altında gelir elde eden 1 milyar 300 bin insanın yanı sıra, 500 milyona yakın kişi de günde bir doların altındaki bir gelirle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Bugün yaklaşık 900 milyon insan içilebilir temiz su imkânından mahrum bir halde yaşamaktadır. Gelecek yıl günlük geliri 1,25 dolardan az olan 90 milyon insanın daha sefalet şartlarına mahkûm olacağı tespit edilmiş durumdadır. 2009 Yılında 1 milyar 20 milyon kişi yeterli gıdadan uzak kalmış, bir önceki yıla göre yaklaşık 100 milyon insan açlığa terk edilmiştir. Bu rakamlar son 40 yılın en yüksek verileri olarak son derece dikkat çekicidir. Dünyada 600 milyon yoksul çocuk yaşamakta, bunların yaklaşık 40 milyonu açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Her gece 800 milyon insanın aç uyuduğu ve her gün 50 bin kişinin ise açlık ve yoksulluktan öldüğü, dünya genelinde 1 milyarı aşkın insanın aç olduğu bir manzara insanlığın karşısındadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluk, işsizlik, terör, iklim değişiklikleri, çevre kirliliği gibi konular insanlığın temel problem alanları olarak göze çarpmaktadır. AKP iktidarının iştahla eklemlenmeye çalıştığı küresel ekonomik düzenin kısa özeti bu şekildedir. Başbakan’ın Eşbaşkanlığını yaptığı Büyük Ortadoğu Projesi de ifade etmeye çalıştığım bu karanlık tablonun maskelenmiş stratejik ayağını oluşturmaktadır. AKP kadrolarının ağzından düşürmediği Osmanlı’nın hakkaniyetli cihan nizamı anlayışı; sömürgecilikten, kölecilikten ve yoksulluktan beslenen bu küresel ekonomik sistem ile ve bu insanlık dışı manzarayla nerede benzerlik göstermektedir? Küreselleşmenin bilançosunda eşitsizlik, yoksulluk, etnik çatışma, coğrafyaların değişmesi, devletlerin parçalanması, ülkelerin bölünmesi kutuplaşma ve silahlanma; mutluluk, refah ve yardımlaşmadan daha ağır basar hale gelmiştir. Bunun yanı sıra küreselleşmenin; adalet, refah ve işbirliği vaat ettiğini de söylemek şu haliyle çok mümkün değildir. Ekonomik bağımlılığı artıran bu süreç daha çok, son yıllarda iyice şekillenen bölgesel ittifaklar aracılığıyla önümüzdeki yıllarda çetin geçeceği aşikâr olan ekonomik ve kültürel rekabeti de öngörmektedir. Bu küresel dayatmalar karşısında, Milli devletin temelini oluşturan anahtar kavramlar olan; millet, milliyet ve milli kültürün küreselleşme karşısında ayakta durma mücadelesi alabildiğine artmıştır. Bunların hemen arkasından da mili egemenlik, demokrasi, dayanışma, bağımsızlık ve onurlu yaşamanın önemi daha da belirginlik kazanmıştır. Ancak, tehlikelerle dolu olan AB ile müzakere sürecinde söz konusu kavramların hepsi tartışılır hale gelmiştir. Türk Milletinin kendisine olan inancı zayıflatılarak, millet olma bilincinin köreltilmesine dönük çabalar hız kazanmıştır. Yeni ekonomi adıyla propagandası yapılan bu adaletsiz küresel düzenin, ulus-devlet yapılarını çözmek ve ayrıştırmak istediği de ortadadır. Uzunca bir süredir, küresel güçlerin gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkelere demokrasi ve insan hakları kılıfıyla böl, parçala ve yönet politikalarını dayattıkları anlaşılmıştır. İstikrarsız bir ekonomi; sürdürülebilir ve kontrollü siyasi istikrarsızlığın bir sonucu ve hızlandırıcısı olarak milletimize büyük acılar, zulümler ve sıkıntılar yaşatmaktadır. Türk milleti böylesi bir mağduriyeti hak etmemektedir. Fakirlik bir kader, işsizlik mutlak bir son değildir. Olmamalıdır. Hakkaniyetten uzak bu ekonomik süreç, önce bu sürecin mağduru olan milletimiz tarafından mutlaka değiştirilmelidir, inancımız odur ki değiştirilecek ve tersine de çevrilecektir.
Sayın Milletvekilleri, Bilindiği üzere, üretimden kopuk, tamamen kâğıt üstü soyut kıymetlerin ekonomik sistemi felç etmesiyle geçtiğimiz yıl dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz ortaya çıkmıştır. 2008 yılında başlayan küresel krizin finansal piyasalardan reel ekonomilere sıçraması ise 2009 yılında gerçekleşmiştir. Kriz, her ne kadar ABD kaynaklı olarak ortaya çıkmışsa da, uluslar arası ticaret ve kredi piyasaları yoluyla diğer ülkeleri de önemli oranda hâkimiyeti altına almıştır. Ancak, küresel krizin çıktığı ülkeler gerekli tedbirleri alarak, krizin ateşini az da olsa söndürebilmişken, en başta kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan düzensizlik ve dengesizliklerle krize yakalanan Türkiye ekonomisi yoğun bakım ünitesinden hala çıkabilmiş değildir. Ne üzücüdür ki, uzun yıllardan beri değişik dönemlerde ülkemizde ortaya çıkan ekonomik sorunlar, gündemi haklı olarak sürekli işgal etmiştir. Ve AKP iktidarının, Türkiye ekonomisini adeta sürükleyerek tuzağına düşürdüğü kriz hali, bunun en son örneğini teşkil etmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu zamana kadar geçen 86 yıllık zaman zarfında, artan ve tekrarlayan sıklıkla ve şiddetle ekonomide müzmin krizler yaşandığını inkâr etmek mümkün değildir. Geçtiğimiz yıl başlayan kriz de dâhil olmak üzere, bunlardan yedisi, ekonomik sistemi derinden sarsan ve toplumsal dengeyi alt üst eden özellikler taşımışlardır. (1929–31, 1958–61, 1978–81, 1988–89, 1994, 1998–2001, 2008–2009) İlave olarak etki alanı daha dar ve kısa menzilli dört ekonomik kriz daha yaşanmış ve milletimiz için ortaya çıkardığı sonuçları ağır olmuştur. (1947, 1969, 1982, 1991) Türkiye her on yıllık sürenin sonuna doğru, ya şiddetli, ya da hafif bir krizi mutlaka yaşamıştır. Yirmi yılda bir görülen ve bu yirmi yıllık dönemlerin sekizinci yılında başlayan krizler (1958, 1978, 1998) olağanüstü şiddet ve uzunlukta olmuş, özellikle 1978 ve 2008 yılı krizleri her açıdan milletimize çok pahalıya mal olmuştur. Kabul ve itiraf etmek lazımdır ki; ekonomiyi uluslar arası alana eklemlemede fazlasıyla hevesli olmak, ekonominin girdiği kriz çarkına içeriden müdahaleyi etkisizleştirmektedir. Bu durum, aynı zamanda, krize müdahalede yararlanılacak politik araçları da tesirsiz hale getirmektedir. Bu çerçevede, ülkemizde dışa açılmanın hem siyasal tercihler, hem dayatmalar ve hem kurumsal bağlantılarla doruğa çıktığı 1990’lı yılların, dünyadan bize yansıyan istikrarsızlaştırıcı tesirlerle çakışması çok normal ve çok doğaldır. Bahsetmeye çalıştığım bu anormal manzaranın, iç siyasetimizin yarattığı gelgitler sonucunda oluşan kaosla birlikte daha da arttığı ortadadır. Biliyoruz ki, hükümetlerin her zaman için ekonomiyi denetleyici ve yönlendirici politika aletleri vardır ve olmalıdır. Etkinlikle kullanılması halinde bunlar, ekonomik krizleri sınırlarken, krizden çıkışı da kolaylaştırabilecektir. Nitekim bütçe politikası bunun en belirginlerindendir. Ne var ki, AKP hükümetinin izlediği yanlış ve hatalı politikalar neticesinde; bu işaret etmeye çalıştığım hususların hiç birisi gerçekleşmemiştir. Küresel alanda cereyan eden kriz, içteki olumsuzluklar ve beceriksizlikler sayesinde ve aynı zamanda ekonomik sistemimizin tabiatında yer alan krize yatkınlıkla birleşince ortaya çok büyük maliyetler çıkmıştır. Ekonomideki alaborayı, bir teknenin alaborasıyla karıştıran iktidar zihniyeti; tedbir almakta inat edince bugün yaşadığımız ve her alana bulaşan kapsamlı problemlere kapı aralamıştır. Birbirinden kopuk tedbirlerle krize karşı mücadele edildiğini iddia eden siyasi iktidar, her şeyden önce ekonomideki açmazları tahlil ve izah edecek bir görüş genişliğine bile sahip olmadığını her fırsatta göstermiştir. Sadece bir şey yapmış olmak için bazı adımlar attığı anlaşılan AKP hükümetinin, krizi ortadan kaldıracak fikrinin, inancının, gücünün ve kararlılığının olmadığı bugün çok daha net olarak görülmektedir. Üreten sektörlerin ihmal edilmesi, insanımızın dertlerinin ciddiye alınmaması ve güvenden yoksun sanal makro verilerle ekonominin tasvir ve tahlil çabaları bugüne kadar hiçbir fayda sağlamamıştır. Bununla birlikte geride kalan yıllarda, kendi dışımızdaki gelişmelerden dolayı yakaladığımız ekonomideki avantajlı pozisyonun, vatandaşımızın hayat standardında kalıcı ve etkili sonuçlar doğurmaması, iyileşme ve gelir artışının iktidara yakın küçük bir azınlıkta ortaya çıkması işlerin iyiye gittiğinin işareti sayılmamalıdır. Bu çelişkilerle dolu özürlü manzarayı ülkemiz genelinde bir başarı olarak takdimde ısrar eden Başbakan Erdoğan, yoksullaşan, işsiz kalan, çaresizliğin acımazlığında kıvranan milyonları hamasetle avutmaya çalışmıştır. Türkiye’yi baştanbaşa saran ve sosyal yapıyı sarsan krizi hala teğet edebiyatıyla tevil etmeye çalışan iktidar tedbirde çok geç kalmıştır. Ve olumlu etkileri konusunda ciddi şüphelerin çok fazla olduğu paketlerle krizi savuşturacağını zannetmiştir. Büyüme, kalkınma ve zenginleşmeyi yalnızca rakamlarda arayan iktidar zihniyetinin vatandaşımızın içine düştüğü ekonomik zorlukları çözmesi bir tarafa, anlamasının dahi ihtimal dâhilinde olmadığı gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Takdir edersiniz ki, ekonomide sayılar ve rakamlar önemlidir, ancak, her rakamın arkasında insanımızın acıları, gözyaşları ve dertlerinin bulunduğunu unutmamak lazımdır. Küçük bir rakam ve yüzde çok sayıda insan için iş veya işsizlik, açlık veya tokluk, çare veya sıkıntıdır.
Sayın Milletvekilleri, 1929 ekonomik krizi dışında, yaşadığımız ekonomik krizlerin hemen hepsinin ağır bir siyasi faturası olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında yaşanan 1958 ve 1978 krizlerini, askeri darbe, demokrasinin askıya alınması ve siyasi parti kapatma süreçleri izlemiştir. Milletimiz uzunca bir süre bu müdahalelerin neden olduğu siyasi çalkantılarla sarsılmıştır. Her ekonomik kriz, peşi sıra demokratik sistemin tartışılmasını beraberinde getirmiş, bundan en fazla zararı elbette büyük milletimiz yaşamıştır. Çalkantı, kriz, askeri müdahale ve dışa bağımlılık, birbirini izleyen ve iç içe geçmiş süreçler olarak ülkemizin talihsiz ve demokratik olmayan bir alışkanlığı haline gelmiştir. Hem ekonominin, hem demokrasinin kısır döngüsü olarak tanımlanabilecek bu fasit daire, geride kalan yıllarda büyük kayıplarımıza neden olmuştur. Bununla birlikte ülke çıkarımıza uygun düşmeyen, milli gerçeklerimizle bağdaşmayan, hatta kimi zaman mantık dışı ekonomi politikalarıyla da yüz yüze gelinmiştir. Bugün de, dışarıya hevesle bağlanan ve geleceğini dış bağlantılarda arayan AKP iktidarı, bu anlayışının doğal sonucu olarak, insanımızın refahını, uluslar arası kuruluşların raporlarında, borsa endekslerinde, küresel finans kurumlarının himmetinde aramaktadır. Olumlu olduğuna inandığı en küçük veriyi bile başarı gibi takdim etmekten başka seçeneği kalmamış Başbakan Erdoğan’a, sadece sokaklara, caddelere, pazarlara, çarşılara, tarlalara, bostanlara, fabrikalara bakarak insanımızın ne hale geldiğini görmesini tavsiye ediyorum. Buna ilave olarak, uluslar arası yalancı şahitlere sığınarak ortada duran gerçekleri değiştirmeye çalışanları, içinden çıkmakta bir türlü başarılı olunmayan krizlerin sosyal sonuçlarına da bakmaya davet ediyorum. Nitekim her krizin kaybedenleri bellidir ve onlar da milyonlarca dar ve az gelirli insanımızdan başkası olmamıştır. Krizlerin yanlış politika ve öngörü hatalarından çıktığı, savruk ve sorumsuz uygulamalarla daha da derinleştiği aşikârdır. Ayrıca ekonomik dengesizliğin, siyasal ve toplumsal bunalımlara anında dönüştüğü bu zamana kadarki tecrübelerle sabittir. Yedi uzun yıldır iktidar sorumluluğunu taşıyan Adalet ve Kalkınma Partisi, kendisine tanınan fırsatları birer birer heba etmiş, en müsait şartlarda dahi ekonomik problemleri çözememiştir. Ekonominin, dış etkenlerdeki gelişmelerden dolayı oransal büyümesini ve sanal gelişmesini de yanlış yorumlamıştır. Nitekim dünya büyüme oranlarının, yüzde 4 ile 5 arasında seyrettiği bir dönemde, Türkiye ekonomisi de bundan kendine düşen hisseyi almıştır. AKP hükümetince, iftiharla her ortamda propagandası yapılan bu ekonomik büyüme; esasen 2005 yılından itibaren gerilemeye başlamış, 2006 yılından sonra bu düşme daha da belirginlik kazanmıştır. 2003–2007 döneminde, ortalama yüzde 6,9 olan GSYİH artış oranı 2008 yılında yüzde 0,9 olarak gerçekleşmiştir. 2008’in ilk yarısında yüzde 4,9 büyüme olarak hesaplanan GSYH’daki değişim, küresel krizin etkilerini gösterdiği 2008’in ikinci yarısında yüzde 2,7 oranında düşüş olarak gerçekleşmiştir. 2009 yılına gelindiğinde, yılın ilk çeyreğinde GSYİH’daki daralma yüzde 14,3 olarak gerçekleşerek son yılların en yüksek seviyesine çıkmıştır. GSYİH’daki daralma 2009 yılının ilk altı aylık döneminde, 2008’in aynı dönemine göre yüzde 10,6 oranında gerçekleşmiştir. İşsizlik, sözde büyümeye rağmen artmaya devam etmiş, Türkiye; Güney Afrika ve İspanya ile birlikte işsizliğin en yüksek olduğu üç ülkeden birisi haline gelmiştir. Dış talepte yaşanan düşüş neticesinde imalat sanayinin daralması ve ülke içi ekonomik faaliyetlerin azalmasıyla işsizlik oranlarında 2008 ve 2009 yıllarında büyük artış yaşanmıştır. 2007 yılında yüzde 10,3 olan işsizlik oranı, 2008’de yüzde 11’e çıkmış, 2009 yılı şubat ayında yüzde 16,1 olarak yıl içindeki en yüksek seviyeye ulaşmıştır. “Kriz teğet geçti, en az etkilendik, bize bir şey olmaz”, denildikçe; yüz binlerce vatandaşımız işsiz kalmış, fabrikalar kapanmış, her ocaktan feryatlar yükselmiştir. Krize fırsat gözüyle bakıldıkça, kriz acı ve katlanılamaz yüzünü daha çok yoksulluk, sefalet ve şikâyet olarak göstermiştir. Bugün evler, sokak araları, kahvehaneler, küçümsenen kriz nedeniyle çaresizliğe mahkûm olmuş insanımızla doludur. Nereden nereye geldik diyerek, dönem dönem kendi iktidarıyla, önceki dönemleri karşılaştıranların, gerçekten de Türkiye’yi nasıl içinden çıkılmaz duruma soktuğu ortadadır. Ekonomiyi borsa endekslerinde, faiz oranlarında, döviz kurunda arayan ve bu alanlardaki gelişmelerle izah etmeye çalışan ekonomi algısından başka bir şey beklemek de mümkün değildir.
Sayın Milletvekilleri, Takdir edersiniz ki, hayatımızın her alanına nüfuz eden bütçeyi burada bütün yönleri ile ve ayrıntılı olarak analiz edecek zamana sahip değiliz. Bu konuları bütçe ile ilgili müzakereler esnasında Grubumuzu temsilen söz alacak olan arkadaşlarım Yüce Meclise görüşlerimizi detaylarıyla ifade edeceklerdir. Buna rağmen, 2010 yılı bütçesi ile ilgili olarak genel bir değerlendirmeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. 2009 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununda başlangıçta; merkezi yönetim bütçe giderleri 259 milyar 156 milyon TL, bütçe gelirleri de 248 milyar 758 milyon TL olarak öngörülmüştür. Bu çerçevede, 2009 yılında 10 milyar 398 milyon TL bütçe açığı hesaplanmış ve bütçe açığının GSYİH’ya oranının ise yüzde 0,9 olarak gerçekleşeceği tahmin edilmişti. Ne var ki, baştan itibaren, temelsiz ve ekonominin gerçeklerinden kopuk olarak hazırlandığını dile getirdiğimiz 2009 bütçesiyle ilgili görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuz bir kez daha ortaya çıkmıştır. 2009 yılı Ocak-Ekim döneminde, bütçe giderleri 218 milyar 600 milyon TL, bütçe gelirleri ise 175 milyar 368 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemde bütçe açığı da geçen yılın aynı döneminde göre yüzde 784,7 artmış ve 43 milyar 232 milyon TL düzeyinde oluşmuştur. Hükümetin öngörüsüzlüğü ve önlem almada son derece isteksiz olduğu kriz nedeniyle; kamu giderlerindeki artış ve gelirlerdeki azalma sebebiyle bütçe açığının 2009 yılı sonunda 62 milyar 824 milyon TL; bütçe açığının GSYİH’ye oranının ise yüzde 6,6 olarak gerçekleşmesi gündeme gelmiştir. Bu haliyle AKP iktidarı bütçeyi, hiçbir anlamı ve önemi kalmayan bir kâğıt tomarı haline dönüştürmüştür. Özellikle bütçe büyüklüklerinin dayandığı, içinde bulunduğumuz yıl için söz konusu olan yüzde 4’lük büyüme tahmininin abartılı olduğunu, 2009 yılı bütçesinin görüşülmesi esnasında ve sonrasında yaptığımız ikazlarla sürekli gündeme getirmiş, ancak hükümeti aymazlığından bir türlü döndürememiştik. Oysaki geride bıraktığımız aylardaki gelişmeler; bu uyarılarımızda da ne kadar haklı olduğumuzu göstermiş, nitekim 2009 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 6 küçüleceği ortaya çıkmıştır. Ne var ki, Türkiye ekonomisinin 2009 yılındaki acı derslerinden kendi hissesine düşen sonuçları almakta direnen iktidar partisinin hazırladığı 2010 yılı bütçesi yine umut verici olmaktan uzaktır. Bu defa da, 2010 yılı ekonomik büyümesinin yüzde 3,5 civarında gerçekleşmesi ve izleyen yıllarda kademeli bir şekilde yükseleceği tahmin edilmektedir. Orta Vadeli Programda ve bütçede yüzde 6 düzeyinde bir küçülme hedefinden sonra, Türkiye ekonomisinin 2010 yılında nasıl olurda yüzde 3,5 oranında büyüyeceği hususu izaha muhtaçtır. Finansman kaynaklarının açıklanamadığı, yükselen kamu açıkları ve kamu borçlanma gereğinin ve bunun tetikleyeceği enflasyonist etkilerin bütçede göz ardı edildiği ortadayken bu büyüme seviyesine ulaşılmasının mümkün olmadığı şimdiden belirginlik kazanmıştır. Ekonominin uzun yıllardır 2009’da olduğu kadar daralmadığı ortadadır. Bu kusurun ise başlı başına hükümetin krizi önemsememesinden ve lazım gelen tedbirleri almamasından kaynaklanmış olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. İlave olarak yedi yıldır tek başına hükümet olmasına rağmen, AKP’nin ekonominin yapısal sorunlarını çözmekte başarısız olması, ortaya çok kötü bir tablonun çıkmasına da neden olmuştur. Ekonomik krizin temelde ve öncelikle reel sektörü baskı altına almasına rağmen, gelecek yıl bütçesinde reel sektörü rahatlatacak hiçbir tedbire yer verilmemesi tam bir AKP klasiğidir. 2010 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin; ülkenin dört bir tarafına ihtiyaç duyulan yatırımı götüren, reel kesimi destekleyen, ekonomik gelişmeye odaklanmış, refahı dikkate alan bir bütçe olmaktan tamamen uzak olduğu bütün yönleriyle ortaya çıkmıştır. Krizin etkisiyle bozulan kamu mali dengelerinin düzelmesi yönünde önümüzdeki yılda da ümitvar olmamızı sağlayacak bir gelişme söz konusu değildir. 2010 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin giderleri; 286 milyar 928 milyon TL, gelirleri 236 milyar 794 milyon TL, bütçe açığı ise 50 milyar 134 milyon TL ve faiz dışı fazlanın da 6 milyar 616 milyon TL olarak gerçekleşeceği öngörülmüştür. Bu kapsamda 2010 yılı bütçesi krizden çıkışı sağlamayacak, krizi toplumsal yapıya daha çok yayacak bir nitelik gösterecektir. Bütçe açığındaki tehlikeli artış başkaca bir yorum yapmamıza gerçekten de mani olmaktadır. 2010 Merkezi Yönetim Bütçesinde faiz hariç bütçe giderlerinin 2009 yılı sonu tahmininden yüzde 9 oranında fazla belirlenmiş olmasına karşın, yüzde 3,5’luk temelsiz büyüme öngörüsüyle; bütçe gelirlerinde yüzde 16,1; vergi gelirlerinde ise yüzde 18,2 oranındaki artış beklentisi gerçekçi ve tutarlı olmayacaktır. Vergi gelirlerinin GSYİH içindeki payının 2010 yılında 18,8'e çıkarılması hedefinin temelden sakat ve yanlış olduğunu belirtmek isterim. Ekonominin içinde çırpındığı olumsuz şartlarda, toplam vergi gelirlerinin geçen yıla nazaran GSYİH’nın yüzde 1,5’i nispetinde artırılması da şu haliyle çok zor görülmektedir. 2010 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinde giderlerin yüzde 7,6; faiz dışı giderlerin ise yüzde 9 oranında artacağı öngörülmektedir. 2010 yılında GSYİH deflâtörünün yüzde 5, TÜFE’nin ise yüzde 5,3 artacağı düşünüldüğünde, 2010 yılında bütçe giderlerinde oldukça önemli reel artışlar olacağı anlaşılmaktadır. Ayrıca, daralan iç talep, harcama eğiliminin zayıflaması, gelir yetersizliği 2010 yılında 2009 yılına göre gelir vergisi tahsilât artışı hedefinin yüzde 10,2 oranında tahmin edilmesinin çok hatalı ve basiretli bir davranış olmadığını ortaya koymaktadır. Toplam KDV tahsilâtında 2010 yılı hedefi ise yüzde 21,6’lık bir artışla 52 milyar 744 milyon lira düzeyindedir. Hükümetin gelir vergisinde yüzde 10,2’lik bir artış öngörmesi toplumun gelirlerinin yüzde 21,6 artmayacağını göstermektedir. Enflasyon beklentisinin yüzde 5,3; büyüme hedefinin yüzde 3,5 olmasına, tüketimin ve fiyatların artmayacağının öngörülmesine rağmen yüzde 21,6 KDV tahsilât artış hedefi tam anlamıyla bir tutarsızlık örneğidir. Kamu çalışanlarına yönelik 2010 yılında da altışar aylık dönemler itibariyle yüzde 2,5+2,5 zam yapılacak olması kamu görevlileri için daha zorlu günlerin habercisi niteliğindedir. 2010 yılı da tarımsal destekleme ve dolayısıyla çiftçi kardeşlerimiz açısından iyi bir yıl olmayacaktır. 2010 yılında tarımsal destekleme ödeneği nominal olarak 2008 yılındaki seviyenin altındadır. Nitekim 2010 yılı bütçesi bu haliyle; sosyal yönü olmayan, kamu görevlilerini gözetmeyen, milletimizin sorunların altında ezileceğini tescil eden bir özelliğe sahiptir. Hükümetin 2010 yılı için getirdiği Merkezi Yönetim Bütçe parametreleri ve orta vadeli çerçeve; ekonomiye ivme kazandıracak, Türkiye’nin ilerleyen yıllarda büyümesini ve rekabet gücüne katkı sağlayacak bir kamu yatırım programı uygulanmayacağına işaret etmektedir. Nitekim 1998–2002 döneminde kamu yatırımlarının milli gelir içindeki payı ortalama yüzde 4,8 olmuşken, 2003–2010 döneminde bu oran yüzde 3,8 olarak gerçekleşmiştir. 2010 yılında toplam kamu yatırımlarında, 2009 gerçekleşme tahminine göre, yüzde 8,2 oranında bir artış öngörülmektedir. Bütçe açısından bakıldığında yatırım ödeneklerindeki artış yüzde 1,4 oranında olduğu görülecektir. Aynı kategoride yer alan ekonomiler arasında büyümedeki düşüşün en fazla Türkiye’de olduğu, işsizliğin en çok Tü6rkiye’de yükseldiği, ancak bu olumsuzlukların sağlıklı analizi yapılmadan bütçe hazırlandığı net olarak anlaşılmaktadır. Son olarak şu hususların altını çizmeyi yararlı görüyorum. 2010 Yılı Bütçesi bu haliyle inandırıcı olmaktan uzaktır ve aynı zamanda yetersizdir. Bundan dolayı Türkiye ekonomisi, önümüzdeki yılı da büyük zorluklar içinde geçirecek, milletimiz adına umut verici gelişmeler yaşanmayacaktır. Kendisi gibi inandırıcılıktan ve samimiyetten mahrum bir bütçe hazırlayan AKP iktidarıyla gelecek yıl da şimdiden kaybedilmiştir. Büyük bir ekonomik krizin içinden çıkış arayan ülkemiz, önümüzdeki yılın bütçesiyle hiçbir sorunu aşamayacak, ‘ne yapalım dünyada da kriz var’ diyen bakış açısıyla hükümet teslimiyetçi tutumunu ekonomide de sürdürecektir. Bu bütçede hükümet işsizlik sorununun çözümünde devleti devre dışı bırakmış, istihdamı özel sektörün inisiyatifine terk etmiştir. Ne var ki daha şimdiden 50,1 milyar TL olarak öngörülen bütçe açığı ile özel sektörün kullanacağı finans imkânlarını kendine kullanacağını da ilan ederek özel sektörün yatırım konusunda da önünü kesmiştir.
Sayın Başkan, Sayın Milletvekilleri, Kısaca, Türkiye'miz için siyasi ve ekonomik krizler, belirsizlikler, çalkantılar ve gerginliklerle geçen, gelecek için kaygılarımızın derinleştiği kayıp bir yıl olan 2009’dan sonra 2010 yılının da heba edilen bir yıl olacağı anlaşılmaktadır. Ve, bütün veriler 2010 yılının, içinde bulunduğumuz 2009 yılından daha zor olacağını göstermektedir. Öngörülen gelirler toplanamayacak, giderler ise hedeflerin üzerine çıkacaktır. Bu bütçe hesap bilmezliğin değilse milleti aldatma anlayışının bir ürünüdür. Gerçeklerden uzak, sanal beklentilerle hazırlanan 2010 bütçesinde; İşçiye, memura, çiftçiye, emekliye, esnafa, işsize, yoksula, dar ve sabit gelirlilere bir umut yoktur. Müteşebbise, sanayiciye umut yoktur. Yatırıma, üretime ve istihdama bir umut yoktur. Eğitime, sağlığa, huzura ve kardeşliğe umut yoktur. Bütçenin, ülkemizin ve milletimizin geleceğini şekillendirecek tercihleri ve öncelikleri dikkate alan ve ortaya koyan bir vizyonu da yoktur. Daha mutlu, daha müreffeh, daha huzurlu bir Türkiye’nin de müjdesi yoktur. Milliyetçi Hareket Partisi olarak samimi beklentimiz; insanlarımızın mutlu, huzurlu ve gelecekten daha umutlu olduğu, devleti, ülkesi ve milletiyle bir ve bütün olarak daha güçlü bir Türkiye’nin birlikte inşasıdır. Millet yararına olmayan hiçbir işin içerisinde olmadık, olmayacağız. Biz daima millet yararına çabaların içinde olacağız. Hükümetin bu yöndeki çabalarına da katkıda bulunmaya hazırız. Bu duygu ve düşüncelerle 2010 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin ülkemize ve milletimize hayırlı sonuçlar getirmesini diliyorum. Televizyonları başında bizi izleyen vatandaşlarıma saygı ve sevgiler sunuyorum. Konuşmama son verirken; hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
|