12.01.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
12 Ocak 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Basınımızın Muhterem Temsilcileri

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Takdir edersiniz ki, ülkesine hizmeti esas alan her yöneticinin en büyük hedefi ve yegane gayreti, sorumluluğunu üstlendiği beşeri varlığın huzur, refah, güvenlik ve birliğini ve içinde şekil bulduğu devletinin güçlenerek devamını sağlamak olmalıdır.

İktidara veya hükümete talip olan her siyasal görüş bu yüksek gayelere ulaşma için çalışmalı;

  • Eldeki imkânlar,
  • Ülkenin potansiyeli,
  • Dünyanın geleceği,
  • Bölgesel gelişmeler,
  • Yetişmiş insan kalitesi,
  • Toplumsal beklenti ve destek ilişkisi,
  • Geleceğe dönük fırsatlar,
  • Yasal zemin ve arayışlar,
  • İnsanların haklı beklentileri ve
  • Siyasal vizyon, öncelik ve hedefler gibi sayısız değişkeni hesaba katarak vaatlerini gerçekleştirmeye çabalamalıdır.

Bugüne kadar iktidar olmuş hiçbir hükümetin başka bir niyet ile işe başlamamış olduğunu düşünmek durumundayım. Asıl sorun hükümetlerin ilerleyen zamanlarında ortaya çıkmaktadır.

Yanlış hesaplar, yanlış ilişkiler, dış dayatmalar, kalkınma ve ekonomi politikalarındaki tercih hataları, sıradanlaşan vaatler, tükenen umutlar, eskiyen yüzler, kendini tekrar eden kısır ve sanal siyaset çarkı, istismarların rağbet görmemesi hükümetlerin ömrünü sona erdiren başlıca belirtilerdir.

2002 yılında tek başına iktidar olma imkânı yakalayan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin yedi yıl bir ayı aşan yönetimleri başarısız bir iktidarın bütün emarelerini göstermeye başlamıştır.

Vaatler inandırıcılığını kaybetmiştir, söylemler tekrar edilmeye başlanmıştır, iddialar ve politikalar eskimiş, üstesinden gelinemeyen sorunlar bürokrasiyi yormuş, ümitle bekleyen milletimiz bıkmış, kurumlar arasında gerilim artmıştır.

Ne bitmeyen istismarların tekrarı, ne tahrik edilen kimliklerden umulan oylar, ne yandaşlara yağmalatılan kaynaklar, ne yabancı başkentlerde aranılan destekler ve ne de yoksulluğa, yolsuzluğa ve işsizliğe bulunan bahaneler AKP hükümetinin sonunun yaklaştığı gerçeğini ötmeye yetmemektedir.

Unutmayalım ki, demokrasilerde yönetimler anayasaların işaret ettiği esas ve usuller ile belirlenen sürelerde seçimle değişirler.

Ancak seçimle yapılan bu yasal değişimin sosyo-ekonomik zeminini ve zamanını belirleyen temel güç toplumsal beklentilerin baskısıdır.

Bu bakımdan Başbakan Erdoğan seçimler zamanında yapılacak dese de ve bunu samimiyetle istese de yorgun, yılmış, yıpranmış, inandırıcılığını kaybetmiş bir hükümetin devamı mümkün görülmemektedir.

Elbette ki, tek başına bir iktidarın başarısızlığını kabul ederek zamanından önce seçim kararı alması bir siyasal çelişki olarak karşımıza çıksa da gelişmeler AKP’nin buna mecbur kalacağını işaret etmektedir.

Milletin iradesine karşı direnme veya millet iradesinden korkarak kaçma, yalnızca başına buyruk ve başarısız despot yönetimlerin başvuracağı sığınma halidir.

Ne var ki demokrasiler, millet iradesinden sonsuza kadar kaçışa müsaade etmeyen çağdaş yönetimlerdir.

Bizim 57 Cumhuriyet Hükümetinin Koalisyon ortağı olarak seçimde ısrarımızın anlamı da buradadır.

O günkü siyasal ortam, küresel gelişmeler ve MHP’siz siyaset arayışları koalisyonu daha fazla sürdürme imkânını vermeyince partimiz tarihi bir kararla milletin iradesine başvurmaktan bedeli ne olursa olsun asla kaçınmamıştır.

Bu açıdan Başbakan Erdoğan’ın bizim koalisyon ortağı olduğumuz döneme atfen “bırakıp kaçtınız” anlamına gelen sözlerinin demokratik karşılığı olmadığı gibi, milletin hakemliğinden korkmanın, verdiği yetkileri tazelemekten kaçmanın da siyaset anlayışımızda yeri olmadığı açıktır.

Bu itibarla, bugün Başbakan Erdoğan’ın önünde iki seçenek kalmıştır.

Ya giderek eriyen partisinin düşüşünü bir noktada durdurmak için kendince yeterli zannettiği bir seviyeyi yakaladığı anda seçime gidecektir.

Ya da destek seviyesini yeniden yükselteceği umuduyla karşılayamadığı toplumsal taleplere dayanabileceği kadar dayanıp zamanında seçime gitmeyi hedefleyecektir.

Ne var ki Başbakan Erdoğan ve partisi açısından her iki tercih de çözülmesini ve gerileyişini durdurmaya yetmeyecek, beklenen akıbet er yada geç karşılarına çıkacaktır.

Bizim seçim beklentimiz ve talebimizden maksadımız Türkiye’nin AKP’den bir an önce kurtulmasıdır.

Zira bu hükümetle geçirilecek her ilave gün daha fazla tahribat, daha fazla kışkırtma, daha fazla istismar, daha fazla yoksulluk ve daha fazla dayatma demektir.

AKP iktidarı tükenmektedir. Ancak beraberinde Türkiye’yi de için için tüketmektedir.

Ve Türk milletinin ve Türkiye’nin kaybedecek zamanı ve israf edilecek geleceği kalmamıştır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Milliyetçi Hareket Partisi Programında yer aldığı şekliyle “çoğulcu demokrasi idealimiz,

  • Sayı ve güç ölçülerine bakılmaksızın,
  • Toplumu oluşturan bütün vatandaşların hak ve menfaatlerinin korunmasını,
  • Siyasi ve sosyal katılımlarının sağlanmasını,
  • Fırsat eşitliği tanınmasını ve
  • Ekonomik değerlerin bölüşümünden hak ettikleri payı alabilmelerini” hedeflemektedir.

Yine programımızda partimiz,

  • “Çoğunluk iktidarı prensibinin çoğunluk diktasına dönüşme ihtimalîni önleyecek,
  • Kişi haklarını güvence altına alacak usul ve mekanizmaları geliştirmeyi;
  • Vatandaşın veya toplumun özgürlüğünü ve geleceğini tehlikeye sokan her türlü kışkırtma ve şiddet içeren eylemlerini,
  • Hukukun üstünlüğü prensibi içinde engellemeyi temel görevlerden birisi olarak” gördüğünü açıkça ifade etmiştir.

Milletimizin layık olduğu bu demokratik hedeflerden iktidarda kim olursa olsun uzaklaşılması, göz yumacağımız, sessiz kalacağımız, dikkate almayacağımız bir durum değildir.

Bizden hiç kimse millet ve devlet bekası bu derece tehlike altındayken suskun kalmamızı beklememelidir.

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta toplanan Merkez Yönetim Kurulumuz Milletvekilliği Genel Seçimlerine yönelik hazırlıkların başlatılması kararını almıştır.

Bu kararla birlikte Merkez Yönetim kurulumuzun toplandığı 7 Ocak 2010 tarihi itibariyle AKP’den kurtuluş günü başlamıştır.

Süreç mutlaka milletimizin hayrına ve yararına sonuçlanacak ve partimiz Türkiye’nin sorunlarını omuzlayacaktır.

Bu karar, yalnızca seçimle sonuçlanacak olan siyasal ve sosyal şartların yeterince olgunlaştığının tespiti değildir.

Ülkemizin bütün sorunlarını çözmeye hazır ve talip Milliyetçi Hareketin millet iradesine olan saygısının ifadesidir.

Ve aynı zamanda ağır ve sancılı geçen yedi yılın sona ermesi için milletimiz adına yaptığı demokrasi çağrısıdır.

Almış olduğumuz kararın ve çağrının Başbakan Erdoğan’da uyandırdığı öfke ve yenilgiye doymayan pehlivan kıyaslaması millete olan güvensizliğin, milletten kaçmanın işareti olmuştur.

Siyasal iktidarları seçerek hükümet olma gücünü veren millettir. Bu yetkiyi başarısız olanlardan geri alacak olan da yine millet olacaktır.

Demokrasilerde bundan kurtuluş yoktur.

Biz AKP ile geçen yılların özetini Kriz, Kargaşa, Kaos, Korku, Kutuplaşma, Kavga, ve Karanlık” dan oluşan “7-K”lı tahribat zinciri olarak tanımladık ve bunu kamuoyu ile paylaştık.

Bilinmelidir ki, bu tespitlerimizin hiçbirisi günlük siyasetin abartılı teşhisleri değildir. Yaşanan hayatın acı gerçekleridir.

  • Kim ülkemizde ağır bir sosyal, siyasal ve ekonomik krizin yaşanmadığını iddia edebilir?
  • Kim, ülkemizde ahengin, düzenli bir işleyişin olduğunu kargaşanın hakim olmadığını söyleyebilir?
  • Kim, bu kargaşanın bir yönetim zaafı doğurmadığını, kurumların işbirliği ve uyum içinde bulunduğunu ve kaosun yokluğundan bahsedebilir?
  • Kim, bireysel hak ve özgürlüklerin tehditlere maruz kalmadığından, dinlenme, izlenme, gözetim altında tutulma gibi temel özgürlüklerin kısıtlanmaksızın korkusuzca yaşadığından söz edebilir?
  • Kim, fazlasıyla kışkırtılmış kimlik talepleriyle, yeterince birbirine düşürülmüş devlet kurumlarıyla kutuplaşma bulunmadığını savunabilir?
  • Kim, bu ayrıştırmanın toplumda ve devleti oluşturan erkler arasında kavgaya neden olacak kadar husumet doğurduğu gerçeğini inkâr edebilir?
  • Ve yedi yıllık bu birikmiş tahribatın, Türkiye’nin ve Türk milletini bugün alaca karanlıkta yaşattığını, yarının ise bu iktidar ile zifiri karanlık olmayacağının taahhüdünü kim verebilir?

Bu sorularımıza,

  • Akıl ve vicdan tutulması yaşamayan,
  • İradesini iktidarla işbirliğine bağlamamış,
  • Varlığını menfaat çeteleri ile ilişkilere mahkum etmemiş,
  • Kirli siyaset, kirli ticaret ağına düşmemiş,
  • Milletin birliğini, kardeşliğine inanan,
  • Yalanlara ve istismarlara kulağını kapamış her vatandaşın vereceği cevap bellidir.

Adalet ve Kalkınma Partisi refah, huzur, kalkınma ve güvenlik vaatleriyle işbaşına geldiği günden buyana geçen süre kaybedilmiş yıllardır.

Ve asıl hepimizi umutlandıran gelişme, bütün kara propagandaya, kafa karıştıran mesajlara, sonu gelmeyen vaatlere, bitmeyen ümit ticaretine, ipotek konulmak istenen iradesine rağmen milletimizin hükümetin gerçek yüzünü görmüş olmasıdır. Sevindirici olan da budur.

Elbette ki bu gerçeğin geç fark edilmiş olmasının milletimize de devletimize de ağır bedelleri olmuştur ve gelecekte de olacaktır. Ancak zararın neresinden dönülürse kârdır ve toplum bunu artık görmüştür.

Bugün Türkiye, içine düştüğü bunalımın acımasız yüzüyle ve bunların kaynağı olan AKP gerçeğiyle karşı karşıyadır.

Biz 22 Temmuz 2007 seçimlerinden hemen sonra seçilen Meclis Gurubumuzun 8 Ağustos 2007 tarihinde yapılan ilk toplantısında hükümetle ilgili iyi niyetli düşüncelerimizi açıklamıştık.

Ve dileğimizin “önceki hükümetin politikalarıyla özellikle milli birlik ve beraberliğimiz ile ekonomik bağımsızlığımız üzerinde başlamış tahribatın bir an önce durdurulması ve ciddi bir onarım sürecinin başlatılması” olduğunu söylemiştik.

Yine aynı toplantıda bu temennilerimize rağmen bir de teşhis koymuş hükümetin “küresel dayatmalar karşısındaki ürkek ve teslimiyetçi tavrının ve içine düşülen sıcak para, borç, faiz ve taviz döngüsüyle AKP kadrolarının bunu başaramayacaklarını” öngörmüştük.

Maalesef bu öngörülerimiz bütünüyle haklı çıkmış, aradan geçen yıllarda da AKP hükümetleri ülkemizi zor ve sancılı bir darboğaza iyice sokmuş; toplumsal gerilim ve siyasal değişim beklentisi yeterince birikmiştir.

Bunların olmadığını iddia etmek, sahte başarılarla avunmak ve eski vaatlerin ısıtılarak milletin önüne yeniden konulması bu gerçeği değiştirmeye yetmeyecektir.

Sonunda hür irade ile sandıkta sonuçlanacak bir seçim sürecinin başlaması ve demokratik bir rahatlama ortamının doğması için daha nasıl bir tahribat yaşanması, daha ne kadar ağır sorunların olması gerekecektir.

Yaygın yoksulluk, artan işsizlik, kimlikleri tahrik edilmiş toplum yapısı, fitili ateşlenmiş ayrımcılık, uluslar arası güçlere tam teslimiyet, seçim için yeterli ortam demek değil midir?

Seçime gitmek için isyan mı, savaş hali mi, çatışma mı, bölünme mi olması gerekmektedir?

Çok şükür ki, demokrasiler bu değişimin milletin meşru ve hür iradesi ile yapılabildiği rejimlerdir ve ülkemizin demokratik birikimi bizlere bu imkânı sunmaktadır.

Bu itibarla, olumsuzluklar katlanarak artarken sandıktan kaçmak;

  • Ya demokrasiye ve millete inanmamak demektir,
  • Ya otokrat bir yönetim arzusunun, despot bir ruh halinin yansımasıdır,
  • Ya, yokluk, yoksulluk ve teslimiyeti göremeyen bir siyasal körlüğün işaretidir,
  • Ya da veremeyecek hesaplara ve karanlık ilişkilere mahkûm hale gelmiş olmanın derinden yaşanan korkusudur.

Biz bunların tamamının Başbakanı seçimden ve sandıktan ürküten baskın etkenler olduğu düşüncesindeyiz.

Partimiz, buhrandan kurtarmak adına sorumluluk üstlendiği 57. hükümet döneminde siyasi kültürünü ispat etmiştir.

“Önce ülkem sonra partim” ilkesi ile milli meseleleri her konunun üstünde gören partimiz, milli fedakârlığın, ülkeye sadakatin, uzlaşma kültürünün, devlette devamlılığın, onurlu duruşun, ilkeli tutumun, temsilcisi olmuştur.

Milli geleceğimize yönelik kaçınılmaz tehlikeyi ve MHP’siz siyaset arayışındaki oyunları gördüğü anda sandığa başvurmaktan çekinmemiştir.

Ve o günkü şartlarda partimiz Meclis dışı kalarak siyasi bedeli ödemiş ve milletimiz AKP’yi hükümete taşımıştır. Saygımız sonsuzdur.

Bugün Türkiye’mizin şartları 2002 yılına göre çok daha ağırlaşmıştır. Cumhuriyetimizin birikimleri çok daha fazla tahrip olmuştur.

Şimdi bedel ödeme sırası Adalet ve Kalkınma Partisindedir.

Milletimizin sonuna kadar güvendiğimiz iradesi ilk seçimde bu ilkesiz kadroları gönderecek ve inancımız odur ki Milliyetçi Hareketi iktidar yapacaktır.

Şimdi de çözüm yine sandıktır, seçimdir.

Kaçış yoktur. Kurtuluş yoktur.

Buradan Başbakan’a hatırlatırım ki, korkunun da ecele faydası yoktur.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Milliyetçi Hareket Partisi için siyasetinin vazgeçilmez önceliği millet gerçeği ve onun devamlılığıdır.

Bu anlayışımız, köklerin, kökenlerin ve mezheplerin inkârı anlamını taşımaz. Ancak, farlılıkları değil birleşmeleri önceliğine alan bir yaklaşımı esas alır ve tamamen kültürel bir bütünleşmeyi ve kardeşliği ifade eder.

Partimizin Programında da anlamını bulduğu gibi, Milliyetçi Hareket;

  • “Ülkemizdeki yöresel ve geleneksel farklılıkları,
  • Millî hayatımızın zenginliği olarak telâkki eden bir inanç ve şuurla,
  • Tarih boyunca olduğu gibi tüm toplumsal renklerin hoşgörülü bir tutumla,
  • Adalet ve özgürlük ile karşılıklı anlayış ve iş birliği içerisinde,
  • Ortak hedeflere seferber edilmesini millî birlik ve bütünlüğümüzün teminatı” saymaktadır.

Ve sahip olduğumuz bütünleştirici millet anlayışının en doğal sonucu olarak en fazla kaygısını duyduğumuz husus, bin yıllık bu mükemmel yapının tahribi ve ayrışmasıdır.

Özellikle ülkemizde milli azınlık yaratmaya yönelik dış dayatmalara karşı duruşumuzun ve son yedi yılda AKP hükümetinin toplumu ayrışmaya iten siyasetine karşı tepkimizin temelinde de bu endişeler vardır.

Başbakan Erdoğan’ın ve kadrolarının Türk milleti kavramından duydukları rahatsızlık saklanamayacak bir gerçek olarak kamuoyunun malumudur.

Otuzaltı olduğunu iddia ettikleri kültürel çeşitliliği bir kimlik sorunu olarak gördükleri aşikardır.

Bunların her birini millet bütünlüğünden ayırarak, ayrı dil ve kültür kodları üzerinden azınlık statüsü vermek istedikleri de kendi beyanları ile sabittir.

Özellikle 2009 yılı yaz başından itibaren piyasaya sürmeye çalıştıkları “açılım” adını verdikleri sözde siyasi projenin milletimizde neden olduğu tahrikler ve ayrışma da ortadadır.

Bizim bu girişimleri “yıkım” olarak tanımlamamızın ardındaki düşüncenin sebebi de burada, bu konudaki hassasiyetimizde aranmalıdır.

Dikkat edilirse partimiz, gerek geçmişten beri, gerekse hükümetin “PKK açılımı”nı başlattığı günden bu yana, üzerinde en çok durduğu husus hükümetin tahrik ettiği kimliklerin kutuplaşma ve çatışma eğilimini artırdığı yönündedir.

Bunun ise, iddia edildiğinin aksine barış ve kardeşlik değil, gerilim ve ayrışmaya neden olacağı, keskinleşmiş kimliklerin kamplaşma ve cepheleşmeye yol açacağı ve sonunda çatışma getireceği bizim için endişe kaynağıdır.

Bu çatışma ve husumet vurgusunu her ortamda, her platformda, her zeminde sürekli tekrar ederek bugünlere kadar uyarılarımızı tekrarladığımızı biliyorsunuz.

Bölücü emel, tahrik ve hayallerin demokratikleşme kriteri olarak sunulduğu bu süreç içinde, milli hassasiyetlere sahip çıkmayı, milli birliğimizi, kardeşliğimizi savunmayı ayıplanacak, çağdışı ve ilkel bir tepki olarak mahkûm etme gayretlerinin arttığını açık yürekle ve sürekli söyledik.

Bu vahim gidişatın sonuç alması halinde; ortada ne üniter devletin, ne milli devletin, ne Türk milletinin birliğinin kalacağının; böyle devam ederse Cumhuriyetle şekillenen temel yapılanma ve kurucu değerler sisteminin bütünüyle ortadan kalkacağının uyarısını yaptık.

İç huzur, kardeşlik ve dayanışma ruhunun yara alacağını, tuzaklarla dolu çok sancılı bir döneme doğru girilmekte olduğunu yüksek sesle ifade ettik ve hükümeti tahriklerden uzak durmaya ve terk etmeye davet ettik.

Bu konudaki uyarılarımızı ve kapsamlı analizlerimizi geride kalan yıllardaki açıklamalarımızın tamamında bulmanız mümkündür.

Ancak, özellikle,

  • 15 Haziran 2004 tarihli büyük Türk milletine hitaben yaptığımız “Tarihi Görev Çağrısı”,
  • 2 Ekim 2005 tarihli “Başkent Ankara Mitingi”,
  • 9 Aralık 2007 tarihli İzmir "Türkiye Tek Yürek Mitingi",
  • 16 Aralık 2008 tarihli TBMM Genel Kurulunda 2009 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkındaki konuşma,
  • 19 Mayıs 2009 tarihli gelişen siyasi gündeme ilişkin Türk Milletine yaptığımız açıklamadaki yorumlarımız,
  • 11 Ağustos 2009 tarihli milli bekaya yönelik tehditler ve sözde demokratikleşme çağrılarına ilişkin basın toplantımız,
  • 25 Ağustos 2009 tarihli Türk milletinin Bekasına yönelik Tehditler hakkındaki değerlendirmeler,
  • 16 Ekim 2009 tarihli Çözülen Ülke Türkiye ve Tavrımız konulu Konferansımız,
  • 13 Kasım 2009 tarihinde TBMM Genel Kurulunda sözde açılım konusundaki görüşmelerde yaptığımız konuşma, milletimizin ayrılma ve parçalanmasına yönelik derin kaygıların ve uyarıların yazılı belgeleridir.

Kamuoyunu uyandırmak ve cüret sahiplerini uyarmak için kullandığımız “Bin yılda karıldı bu ülkenin harcı, ayrıştırmak kimin harcı” sözündeki kararlılığın anlamı da budur.

Nitekim hükümetin milletimizi ayrıştırma yönündeki ısrarlı tahriklerin devamı halinde yaşanacak milli çözülmeyi kabul edilemeyeceğimizin uyarısını yaptığımız mitinglerin adını da bu nedenle “Bin yıllık Kardeşliği Yaşa ve Yaşat” olarak koyduk.

Bu öylesine tanımlanmış bir slogan değil, bin yıllık kardeşliğin devamındaki kararlılık çağrısı olduğu kadar, bu kardeşliğin bozulmasının kaygılarını da içinde taşıyan bir öngörü niteliğindeydi.

Nitekim, TBMM’de 13 Kasım tarihinde yapılan genel görüşmede dile getirdiğim bir uyarının, o günün gündemi ve heyecanı ile gözlerden kaçmış olabileceğini düşünüyorum.

O toplantı da “kesinlikle vermek istemeyenlerle, ısrarla almak isteyenler arasındaki engeller zayıfladığında, mesafeler kısaldığında,  taraflar görüş menziline girdiğinde ortaya çıkabilecek gelişmeler hakkında aranızda bir fikri olan veya öngörü geliştiren var mıdır?”diye sormuştum?

Ve yine hatırlarsanız, “Türk milleti adı ile oluşmuş milli kimliğin kırılması ile sonuçlanacak süreçte alt kültürlerin kimlik haline gelmesiyle derin bir ayrışma ve husumetin tohumlarının atılmaya başlandığını” söylemiştim.

Ve devamla, “vatana bağlılığı şüphe götürmeyen, iş, aş ve mülk edinmiş, vergisini veren, vatan borcunu ödeyen, ödemeye devam etmek isteyen ve Türk milleti kimliğinde buluşmuş yüz binlerce kardeşimizin birlikte yaşama şartları, ortamı ve huzurunun da bu ayrıştırma süreci ile tehlikeye atıldığını” önemle vurgulamıştım.

Açılımın hız kazandığı yaz başından buyana ülkemizin çeşitli yerlerinde meydana gelen toplumsallaşan mahalle çatışmalarının ve kavgalarının bu uyarılarımız ışığında yeniden değerlendirilmesinin zorunlu hale geldiği düşüncesindeyim.

Ne üzücüdür ki, gelişmeler bizi haklı çıkarmıştır.

Hükümet tarafından yıllardır kaşınan kimlikler, millet bütünlüğünden ayrılma eğilimi göstermeye başlamıştır.

  • Yoksulluğun getirdiği iktisadi rekabet ortamının neden olduğu gerilim,
  • Kişiler arasında meydana gelen basit asayiş olaylarının bile tetiklediği gruplaşmalar,
  • Kız kaçırma, hırsızlık, sataşma, tartışma gibi münferit suç ve kabahatlerin artması,
  • Taşlı, sopalı, patlayıcı ve yanıcı maddeli ayaklanma gösterilerine karşı devlet gücünün çaresiz kalması gibi tali etkenler münferit hadiseleri aniden toplum olayı haline getirmeye başlamıştır.

Bizim geçmişte küçük bir kıvılcımın büyük yangınlara neden olabileceğine dair yaptığımız ikazın anlamı da işte buradadır.

26 Kasım 2009’da Çanakkale’nin Bayramiç, 15 Aralık 2009’da Muş’un Bulanık ilçelerinde, 3 Ocak 2010’da Edirne TEM Otoyolu girişinde, 5 Ocak 2010’de Mersin Akdeniz ilçesinde, ve 6 Ocak 2010 tarihinde Manisa Selendi ilçesinde yaşanan talihsiz olaylar bir kez de bu yönüyle değerlendirilmelidir.

Ve ne üzücüdür ki, en küçük bir tartışmanın bile hızla kitleselleşerek toplumun birbirine karşı düşmanca davranmasına neden olacak bu tehlikeli vasat hükümetin tahrikleriyle hazır hale getirilmiştir.

Bu ne Bayramiçli’nin, ne Bulanıklı’nın, ne Akdenizli’nin, ne de Selendi’linin öncelikli suçu ve ayıbıdır.

Bu doğrudan doğruya etnik ayrımcılığı misyon belleyen, cahiliye dönemi kabile zihniyetine takılıp kalmış, kimlik kışkırtıcılığı yapan AKP hükümetinin ayıbı, suçu ve sorumluluğudur.

Milliyetçi Hareket Partisi, hiçbir vatandaşımızın barınma, iskan, iş ve aş arama, eğitim ve sağlık gibi temel hayat ihtiyaçlarının kendi hür iradesi dışında zorlamalara maruz kalmasını ve tercihlerine ipotek konulmasını asla hoş görmez.

Ve özellikle bunun, sahip olduğu köken veya mezhep nedeniyle ayrımcılığa uğramasını, baskı ve zorlama görmesini asla kabul etmez.

Yurdumuzun her yeri ve yöresi hepimizindir. Nerede doyuyorsa, nerede yaşamak istiyorsa, nerede rızkını kazanıyorsa yasal ve helal olmak kaydı şartıyla herkes ülkemizin imkânlarını kullanma konusunda eşittir.

Buradan Milliyetçi Hareket Partisi’nin muhterem mensuplarına ve ülkücü gençliğe seslenmek istiyorum.

İlkesiz ve kimlik bunalımı yaşayan hükümetin milletimize yönelik kimlik tahrikleri toplumsal öfkeyi biriktirmiştir.

Başbakan’ın her konuşmasındaki ayrımcı mesajları toplumda derin fay kırıkları oluşturmaya başlamıştır.

Yara alan kardeşlik duyguları istismar ve kışkırtmaya açık ve hassas hale gelen toplumun kimlik reflekslerini artırmıştır.

Yıllardır birbirine sokularak yaşayan toplum fertleri ayrışma eğilimi göstermeye başlamıştır.

Mahalleler, semtler, sokaklar, komşular arasında keskin sınırlar çizilmeye başlanmıştır.

Bu gergin ve hassas ortam hepimize yeni ve ayrı bir sorumluluk yüklemektedir.

Biz birlikte yaşadığımız beşeri varlığı; kökü, kökeni ve mezhebi ne olursa olsun tamamını “Türk milleti” tanımı içinde kucaklayan bir anlayışın temsilcileriyiz.

Hiçbirisinin diğerinden ayrı düşünmemiz, birini diğerine tercih etmemiz asla söz konusu olmayacaktır.

  • Bin yıldır birlikte yaşadığımız, birlikte değer ürettiğimiz, birlikte sarf ettiğimiz;
  • Emeğimizi, alın terimizi, kazancımızı beraberce sağladığımız,
  • Vergi vererek, askerlik yaparak, üreterek vatan borcumuzu beraberce paylaştığımız,
  • Kız alıp verdiğimiz, askere uğurladığımız, beşiklerini salladığımız, mevlitlerine katıldığımız, birlikte ibadet ettiğimiz,
  • Anısını, acısını, sevincini ve gururunu paylaşmaktan kıvanç duyduğumuz,
  • Namusunu namus bellediğimiz, arkamızı dönmekten asla çekinmediğimiz,
  • Onurlu ve müreffeh bir geleceği de birlikte paylaşmak istediğimiz, komşumuzdan başlayarak, mahallelimizle, hemşehrimizle ve ülkemizdeki bütün vatandaşlarımızı tekraren ifade ediyorum, hepsini ayrım gözetmeksizin kucaklıyoruz.

Bu samimi kucaklaşmayı ve beraberlik çağrısını zayıflatacak hiçbir tepkinin partimiz tarafından masum ve haklı bulunması mümkün değildir.

Milliyetçi Hareket, tahrikler ne kadar ağır olursa olsun kardeşliğimize zarar verecek girişimlerin karşısında olacak, sokaktan uzak duracak, oynanmak istenen oyunu sabırla ve sükunetle bozacaktır.

Temennim hükümetin ve yandaşlarının, iptidai bir körlükle, toplumumuzu millet olmanın kapsayıcı ve kucaklayıcılığından, kabile kültürünün ilkel ve geri formlarına itmesinin bedelinin ayrışma, kutuplaşma ve çatışma olduğunu artık anlamış olmasıdır.

Aksi halde iktidar tarafından fitili ateşlenerek sokaklara bırakılmış ayrışma dinamitlerinin Başbakan tarafından sürekli olarak “provokasyon” olarak tanımlanması da hükümeti kurtaramayacaktır.

Zira, toplumumuzu birbirine düşürecek provokatörü sokakta aramaya gerek yoktur.

Hükümetin sözde açılım denilen yıkıcı siyaseti, başlı başına tarihi ve toplumsal provokasyondur.

Milletimizi 36’ya bölmeye çalışan baş provokatörün kim olduğu da ortadadır.

Ben milletimize ilk Genel Seçime kadar sabır ve sükunet tavsiye ediyorum.

  • Habur’dan AKP teşrifatı ile PKK’lı kabul törenlerinin yapılması,
  • Başbakan’ın bitmeyen kimlik arayışların ağır tahriklere neden olması,
  • Teröristin sokaklarda ayaklanma provaları yapmaya başlaması,

Bir türlü ulaşamadığınız vaatler ile refah, ve güvenlik eksikliği sizleri öfkelendirmiş olabilir.

Ama emin olunuz ki, Türkiye’nin çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Yeter ki birlik ve beraberliğimiz yara almamış olsun.

AKP zihniyetinin hükümet olmadığı bir Türkiye’de ülkemiz kaybetmeye yüz tutan hasletlerine yeniden kavuşacak, milletimiz kardeşçe yaşamaya devam edecektir.

Milliyetçi Hareket bu misyona ve hizmete taliptir ve hazırdır.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye, iktidar partisi AKP ile girdiği tuzaklarla dolu yolda fazlasıyla yorulmuş ve bitkin düşmüştür.

Yedi yılı aşkındır süredir, demagojiyle ayakta durmanın sayısız örneklerini gösteren hükümet, siyasetinin omurgası yaptığı köken ve meşrep bunalımıyla da vatandaşlarımızın problem alanlarını genişletmiştir.

Yarına odaklanmaktan daha çok düne saplanan ve bugünü dünle kıyaslayarak üstünlük kurmanın yollarını arayan iktidar zihniyeti, bu zamana kadar yüklendiği yönetim sorumluluğunun icaplarını yerine getirme konusunda aciz bir görüntü çizmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın; bizim iktidar ortağı olduğumuz yılların ekonomideki bazı olaylarını ısıtıp ısıtıp gündeme getirmesi bu düşüncelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu açıklıkla göstermektedir.

İçinde bulunduğumuz dönemin katlanan sorunlarına çözüm getirmek bir yana, artmasına ve yayılmasına körükle giden AKP hükümeti, dünden misaller vererek politikalarındaki kirliliği asla temizlemeyecektir.

Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, hükümet çevrelerinin ekonominin görünümüyle ilgili aşırı iyimser mesajlarının vatandaşlarımız nezdinde inandırıcılığı ve karşılığı yoktur ve bundan sonra da olmayacaktır.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin bir türlü giderilemediği, hayat şartlarının iyileştirilmediği, günlük geçim zorluklarının aşılamadığı ve pahalılığının azaltılamadığı bir ekonomik sistemin başarısından ve istikrarından bahsetmek zaten mümkün değildir.

İnsanımızın mutlu ve huzurlu olmadığı, karnını doyurabilmek için bir işe sahip olmaktan uzak olduğu, çalışanların da ücret ve maaşlarındaki reel azalmayla hayatın zorluklarının altında ezildiği bir ortamda iyimser yaklaşımlar hiç bir sorunu kendiliğinden çözemeyecektir.

Kriz öncesine ait olmasına rağmen; TÜİK tarafından yakın bir zamanda açıklanmış olan gelir ve yaşam koşullarıyla ilgili veriler; en yoksul yüzde 20’lik gruba girenlerle, en zengin yüzde 20’lik grupta bulunanlar arasındaki gelir farkının 8,1 kat düzeyinde olduğunu göstermiştir.

Nitekim toplam gelirin yüzde 5,8’ini yoksullukla boğuşan 14 milyon vatandaşımız paylaşırken, en zengin 14 milyon insanımızda toplam gelirden yüzde 46,9 oranında pay almıştır.

Geliri azalan hane halkının borçları yüzde 8,7 oranında büyümüştür. Bu sürdürülemez olumsuz manzara, ekonomik sorunların her geçen gün daha da kötüleştiğini göstermektedir.

Takdir edeceğiniz üzere, maruz kalınan büyük ekonomik krizden sonra, gelir dağılımındaki uçurumun daha da keskinleşmesi, özellikle yoksul kardeşlerimizin toplam gelirden aldığı payın daha da düşmesi söz konusu olacaktır.

Böylesine eşitsiz ve adaletsiz bir yapının, huzur ve mutluluk getirmesi doğal olarak mümkün değildir.

Gerçekten de, Türkiye ekonomisinin dünyanın en büyük 17’nci büyük ekonomisi demekle ve bunun üzerinden propaganda yapmakla hiçbir şey hallolmamaktadır.

Vatandaşı yoksulluğun ve işsizliğin pençesine düşmüş bir ülkenin, ekonomik gelişmişlik düzeyiyle söylenecek her olumlu söz ve iddianın bizim açımızdan inandırıcılığı ve anlamı asla olmayacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın ekonomiye bakarken yakalandığı ve esasen siyasi karakterinde de var olan dışa hayranlık ve bağımlılık; değerlendirmelerine anormal bir şekilde sinmiş, uluslar arası kuruluşların yayınladıkları raporlarla kendisini kandırdığı yetmezmiş gibi, milletimizi de aldatmaya tam teşebbüs ettiği anlaşılmıştır.

Türkiye’nin, Dünyanın 17’nci büyük ekonomi olmasının Başbakan Erdoğan ve yandaşlarına sağladığı imkânlar mutlaka vardır ve bu zamana kadar da buna dair birçok emare görülmüştür.

Ne var ki, milyonlarca insanımız için, ekonomide ülkeler klasmanında üst sıralarda bulunmak en küçük bir değer ifade etmemektedir.

Çiftçimiz sözü edilen yükselmeden bir pay almamış, işçimiz haklarından mahrum bırakılmış, esnafımızın şikâyetleri artmış, memurumuz ise içler acısı bir duruma gerilemiştir.

Ayrıca emeklilerimize verilen son zamları kötünün iyisi olarak değerlendirmekle birlikte; emekli maaşlarının çok düşük düzeyde olmasından dolayı ve yüksek oranlı zam yapılsa bile nominal olarak emeklilerin gelirlerini fazla artmayacağını açıklıkla vurgulamak isterim.

Açıklamalardan emeklilerimize yönelik gerçekleşen zamların yıllık faturasının 3 milyar 42 milyon TL düzeyinde olacağı anlaşılmaktadır.

Ancak bize göre, emeklilerimizin dertlerine deva olmayacak olan söz konusu zammın toplam bedeli için 2010 yılı bütçesinde bir karşılık yoktur.

Bu kapsamda, yapılan maaş artışları bütçe açığında ilave artışlar getirecek, yükselen bütçe açığı ise daha çok borçla veya vergi artışlarıyla geri alınacaktır.

Kaşıkla verip kepçeyle geri almanın klasik ve kurnazca bir yolunu emeklilerimize reva gören Başbakan Erdoğan’ın, düşük düzeyli maaş artışlarını ekmekten domatese, etten peynire, giyim eşyalarından ulaşım bedellerine kadar yapacağı zamlarla sıfırlayacağını hatta daha da kötüleştireceğini şimdiden söylemek mümkündür.

Anlaşıldığı kadarıyla, Başbakan Erdoğan; SSK, Bağ-Kur ve tarım emeklisi 7 milyon 327 bin 800 kardeşimizin maaşlarında sözde bir artış yaparak, bunların gelirlerine zamlar yoluyla el koymak için bir tertip içine girmiştir.

Bugünkü şartlar itibariyle, bir emeklimizin asgari maaşının dört kişilik bir ailenin açlık sınırı olan 795 TL’den az olmaması bir mecburiyettir.

Buna rağmen milyonlarca emeklimizin gelirinin bu asgari miktarın çok gerisinde olduğu da bir gerçektir.

Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın yedi yıldır aklına getirmediği emeklilerimizi aniden hatırlaması bizim açımızdan umut vericidir.

Ne var ki, yapılan maaş artışlarından sonra emeklilerimizin büyük bir aldatmacaya konu edildiğine dair ciddi belirtiler ortaya çıkmıştır.

Çalışanlarımıza haklarını teslim ettiklerini iddia eden Başbakan Erdoğan’dan beklentimiz; bir an önce, samimi ve gerçekçi bir şekilde; çiftçimizin, memurumuzun, esnafımızın da haklarını vermesi, açlık grevinin arifesinde olan TEKEL işçilerimizin sorunlarını gecikmeksizin çözmesidir.

Ancak bu takdirde, hükümeti yaptıklarından dolayı destekler siyasi haklarını teslim ve tasdik ederiz.

Aksi halde, çalışanlarımızın, emeklilerimizin gelirlerine zam ve fiyat artışları yoluyla el koyan, komik zamlarla onları kandırmaya çalışan Başbakan Erdoğan’ın yakasından yapışarak yapamadıklarının hesabını birer birer soracağımızdan herkes emin olmalıdır.

Muhterem Milletvekilleri,

Sanayi Üretimi 2009 yılı Kasım ayında 2008 yılı Kasım ayına göre yüzde 2,2; bir önceki aya göre ise yüzde 8,6 oranında azalmıştır. İşsizlik sorununa yol açan imalat sanayideki bocalama ise devam etmekte, bu alandaki gerileme yüzde 2,8 oranında sürmektedir.

Aralık ayında tüketici fiyatlarında beklenenin üzerinde gerçekleşen artışlarla enflasyon 2009 yılını yüzde 6,5 seviyesine yükselerek kapatmış, bulunduğumuz yıl içinde, uluslar arası konjonktürden kaynaklanan olumlu havanın tersine döneceğine yönelik işaretleri yoğunlaştırmıştır.

Geride bıraktığımız ayın enflasyon oranının son yedi yılın en yüksek Aralık ayı enflasyonuna tekabül ettiğini düşündüğümüzde, tehlike sinyallerinin arttığına dair hüküm getirmemiz yanlış olmasa gerektir.

Ekim ayı sonunda kamuoyuyla paylaşılan Enflasyon Raporu’nda, 2009 sonu enflasyon tahmininin yüzde 5 ila 6 arası, orta noktası olarak da yüzde 5,5 olacağı ifade edilmişken, iki ayda bu tahminin 1 puan düzeyinde sapması çok düşündürücüdür.

Yine de, 2009 yılı enflasyon gerçekleşmesinin, yüzde 7,5’luk enflasyon hedeflemesinin altında kalmasını, özellikle Merkez Bankası’nın kredibilitesi açısından olumlu etkiler doğuracağına inanıyoruz.

Her ne kadar, enflasyonda böylesi bir manzara söz konusuysa da, vatandaşımıza yansıyan enflasyon oranının daha yüksek olduğunu söylemek lazımdır.

Nitekim gıda fiyatlarındaki artışların, vatandaşlarımızı sıkıntıya soktuğu, eskiye oranla alış verişlerini azaltmalarına neden olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Bundan dolayıdır ki, gıda fiyatlarındaki yüzde 9,26’lık artış, enflasyon sorununda esasen bir hafifleme olmadığını göstermektedir.

Mutfaklara, sofralara enflasyon canavarını ortak eden Başbakan Erdoğan, hiç sıkılmadan; enflasyona vatandaşlarımızı mahkûm etmediklerini iddia edebilmektedir.

Gerçeğin ne kadar farklı olduğunu; ekmeğin dilim dilim azalmasından, kilogramla alınan ihtiyaç maddelerinin gramla alınmaya başlamasından anlamak ve görmek mümkün olacaktır.

Basit bir hesap yaptığımızda, AKP iktidarları döneminde; maaşlar yüzde 94 artarken, fiyatlar yüzde 110 oranında yükselmiştir.

Bu tespitimiz göstermektedir ki, geçmişe kıyasla çalışanlarımız net olarak yoksullaşmış, geçim şartları alabildiğine ağırlaşmıştır.

Nihayetinde, Başbakan Erdoğan’ın, vatandaşlarımıza sürekli olarak enflasyonun üstünde ve değeri artan bir parayı verdiklerini söylemesi yalanlarına yeni bir ilaveden başka bir mana ifade etmeyecektir.

Yalanla dolanla, saltanatını devam ettirmeye çalışan başbakan Erdoğan’ın, eleştirilerimiz karşısındaki artan hırçınlığı ve tahammülsüzlüğü şahsiyetine yerleşmiş olan otoriter eğilimlerin belirmesine yol açmaktadır.

Milletimizin refahını artırmak amacıyla icraat yapması gereken Başbakan’ın, vaktini ve zamanını muhalefete laf yetiştirmek için heba etmesi traji komik bir halin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Bu beyhude çabalar neticesinde, bizlere değişik yakıştırmalar yapan Başbakan Erdoğan, yaptığı analojilerle kendisiyle ilgili aklında olan sıfatları yansıtma gayretleri içine girmiştir.

Teyyo pehlivan’ benzetmesiyle aslında kendi siyasi duruşunu özetleyen Başbakan’ın; palavra ve yalanla bezenmiş iktidarını örtmeye çalışarak ve başkalarını zan altında bırakarak, bir bakıma kendisinin ne olduğunu da gösterdiği açığa çıkmıştır.

Bilinmelidir ki, gerçeklerin önlenemeyecek tufanı, çok yakın bir zamanda zihinleri uyuşturan pembe balonları patlatacak, sandıkla gelen Başbakan Erdoğan sandıkla arkasına baka baka gidecektir.

Ekonomide yayılmaya çalışılan içi boş ve temelsiz pozitif mesajlar geri tepecek, demokrasinin çareleri vatandaşlarımızın feryatlarıyla birleşerek AKP’yi siyasi tarihe gömecektir.

Bunu bekliyor ve milletimizin hayrı ve selameti için bunun gerçekleşeceğine canı gönülden inanıyoruz.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.