16.03.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
16 Mart 2010

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta Hakkâri’nin Şemdinli ve Şırnak’ın Uludere ilçelerinde meydana gelen mayın patlamasında iki Mehmetçiğimizin şehadeti ve 4 askerin yaralanmasından sonra 14 Mart’ta da Hakkâri Yüksekova İlçesi kırsalında PKK teröristleri ile çıkan çatışmada maalesef bir uzman onbaşımız şehit olmuş ve bir uzman onbaşımız ise yaralanmıştır.

Olayları lanetliyor, şehidimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralı Mehmetçiklere acil şifalar diliyorum.

Can kaybıyla sonuçlanan olayların artış göstermeye başlaması her yıl tekrarlanan oyunların bu yıl da gerçekleşeceğini, mevsim şartları nedeniyle inlerine çekilen terör odaklarının yine kan dökmeye devam edeceklerini ortaya koymaktadır.

Bu konuda en büyük talihsizlik teröre pirim vererek, teröristle pazarlık yaparak, bölücülüğün önünü açarak ve milletimizi etnik parçalara ayırarak terörizmi durduracağını zanneden bir zihniyetin maalesef hükümette olmasıdır.

Teröristi etnik haklarını aramak için dağa çıkmaktan başka çaresi kalmamış masumlar olarak gören Başbakan Erdoğan ve partisinin, eli kanlı katilleri dağdan indirmek için içten içe yaptığı pazarlıkların henüz sonuç vermediği, mütareke çağrısının ise Kandil kadrolarında şimdilik karşılık bulmadığı anlaşılmaktadır.

Habur’da yaşanan rezaletlerin Başbakan tarafından “memnuniyet verici” bulunmuş olmasının da PKK’yı ikna etmediği ve İmralı Canisi’nin serbest kalmasına kadar gidecek ısrarlı bir pazarlık sürecinin yeni eylemlerle başlayacağı görülmektedir.

PKK’nın yıllardır silahla yapamadığı siyasi taleplerinin taşeronluğunu üstlenen, demokratikleşme adı altında Türkiye’nin bölünme reçetelerinin pazarlanmasını siyasi hedef haline getirenlerin en büyük cesaret kaynağı da AKP hükümetinin izlediği gaflet politikaları olmuştur.

Etnik bölücülüğün siyasi zeminde meşru kimlik talebi olarak cesaretlendirilmesi, siyasi hayatımız açısından ciddi bir kırılma noktasına doğru gidildiğini göstermektedir.

Başbakan Erdoğan’ın milli kimlik ekseninde başlattığı vahim tahriklerin en sonunda Türk milletini parçalanmaya ve üniter yapıda kurulmuş milli devlet niteliğini tasfiye etmeye kadar varacağını görmemek için tam bir akıl ve vicdan tutulması yaşanması lazımdır.

Terör destekli bölücülüğün siyaset sahnesine taşınması, PKK’nın siyasallaşması ve taleplerinin gerçekleştirilmesi sürecinin başlatılması, bu vatanı ve milleti gönülden seven herkesi düşündürmesi gereken vahim gelişmeler olarak bugün karşımızdadır.

AKP zihniyeti, ayakta durabilmek ve ömrünü uzatabilmek amacıyla, taşeronluğunu yaptığı ihanet projeleriyle birlikte, Türk milletini tarih önünde ölümcül bir düelloya sürüklemektedir.

Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları, asırların göz nuru, alın teri ile doğmuş; ağır bedeller ödenerek oluşmuş büyük Türk milleti ailesini; otuz altıya bölerek birbirinden kopmuş kabileler haline getirmek istemektedir.

Türk milletinin varlığını ve birliğini çözerek içinden yeni milletlerin oluşma şartlarını hazırlayanlar;

  • Büyük bir vebal altında olduklarını ne zaman anlayacaklardır?
  • Van’lıyı İzimirli’den, Siirtli’yi Balıkesirli’den, Hakkarili’yi Uşaklı’dan ayıramayacaklarını ne vakit idrak edeceklerdir?

Bu itibarla, ayın 27’sinde Şanlıurfa’da yapacağımız toplantının kardeşliğimizi bozmaya çalışanlara tarihi bir uyarı, beraberce yaşamak isteğimize olan kararlılığın ve anasının dili, doğduğu yöre, doyduğu topraklar neresi olursa olsun bütün vatandaşlarımızı kucakladığımızın bir kez daha ilanı olacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Bizim için bir fikrin ötesinde bir ideal ve bir hayat tarzı olan milli değerlere saygı ve yüceltme ülküsünün devamlılığı, sağlıklı yetişecek nesillere ve mutlu, eğitilmiş, aydınlık çocukların varlığına bağlıdır.

Toplumun geleceği bugünün çocuklarıdır. Onları sorumluluk sahibi, şuurlu, eğitilmiş fertler olarak yetiştirmek hem milletin ödevi, hem de devletin vazgeçilmez görevidir.

Partimiz, programında yer verdiği gibi;“Çocukların;

  • Hayat kalitesinin iyileştirilmesini,
  • Geleceklerinin teminat altına alınmasını,
  • Ailelerine, topluma ve devlete karşı sorumluluk duygularının geliştirilmesini,
  • Suça ve sokağa itilmelerini, madde bağımlılığına yönelmelerini önlemeyi, ilke edinmiştir.

Yine bu kapsamda olmak üzere Milliyetçi Hareket Partisi,

“Suç işleyen ve suça meyilli çocukların varsa aileleriyle işbirliği yapılarak eğitilmeleri, meslek edindirilmeleri suretiyle; ailesi olmayanların ise korunmaya alınması ve rehabilite edilmesi yoluyla topluma kazandırılmalarını” önemle savunmaktadır.

Özellikle son yıllarda silahlı terör eylemlerine paralel olarak sokakları ve caddeleri de eylem alanı olarak seçen terör örgütünün sivil itaatsizlik adını verdiği ayaklanma ve taşkınlıklarda çocukları ve gençleri kullanmaya başladığı hepinizin bildiği gerçeklerdir.

  • PKK gösterilerinin malzemesi haline gelen çok sayıda çocuğun, polisi ve jandarmayı taşladıkları,
  • Araçları, evleri, dükkânları ve karakolları tahrip ettikleri de şahit olduğumuz gelişmelerdir.

Sokak eylemlerinde çocukların kullanılmasında amaç,

  • Cezaların çocuklar için hafifletici etkisinin olması,
  • Çocukların kamu vicdanında duygu sömürüsüne yol açması,
  • Aynı zamanda sokakların devlete meydan okumada adeta staj yeri olarak görülmesidir.

Biz elbette ki hiçbir çocuğun her hangi bir suça karışmasını isteyemeyiz ve dileyemeyiz. Böyle bir temenninin ve sürecin içinde de asla olamayız.

Bir çocuğun sırf taş attığı için yıllarca mahkûm edilmesine ve adım adım terörist olmasına da sıcak bakamayız.

Ancak, kamuoyuna “taş atan çocuklar” olarak yansıyan gündemi dikkate aldığımızda, varsa bir suçun veya kusurun da karşılıksız kalmasına destek veremeyiz.

Bugün çocukken polise taş atanın, yarın büyüyünce Mehmetçiğe kurşun atmayacağından emin olacak bir çözüme, şayet ikna olursak elbette ki yanında yer alacağız.

Ne var ki, kamu vicdanını yaralayan bu vakıanın çözümünü sağlayalım derken, PKK güdümündeki aileler ile çocuklarına, polisi ve karakolu taşlama serbestliği verilmesine de göz yummayız.

Yarın yaygınlaşacak eylemlerde, araçları yanan, evleri tahrip olan, dükkanları hasar gören veya kendileri bizzat mağdur olan vatandaşlarımıza vereceğimiz hesabı da mutlaka dikkate alırız.

Bu son derece hassas dengelere dayanan konunun bütün yönleriyle incelenmesinde yarar vardır.

Çünkü sorun üzerinde tartıştırıldığı gibi sadece hukuki değil, aynı zamanda adli, siyasi ve sosyaldir.

  • Çocukları taş atmaya iten nedenler ve şahıslar tespit edilmedikçe,
  • Bu yaştaki evlatlarımız taşlamaya, patlayıcı atmaya veya ateşe vermeye sevk eden mihraklar engellenmedikçe,
  • Bu çocukların ailelerine sorumluluk ve yükümlülük verilmedikçe,
  • Okullarda, özel ortamlarda eğitilmedikçe, aileleri iş ve aş sahibi yapılmadıkça,
  • Şiddete meyletmelerinin arkasındaki gerçek nedenler ortadan kaldırılmadıkça,
  • Ülkemin başka yerinde milyonlarca çocuğun aklından bile geçmeyen saldırganlığı neden bu çocukların yaptığı kaynağından bulunmadıkça, bu konunun çözülmesi mümkün değildir.

Özellikle yörede, çocuk yaşta evliliklerin yapıldığı, töre cinayetlerinde çocukların kullanıldığı, kapkaç, kundaklama gibi suçlarda çocuğun sokağa salındığı düşünülürse sorun yalnızca “taş atan çocuklar” ekseninde yorumlanmamalıdır.

Bu iptidai sosyal zihniyetin açıkça çocuk istismarıdır ve yalnızca taş atmakla kalmamaktadır. Çok daha önemli ve ciddidir.

Yıllardan beri ihmal ettiği bu konuyu özellikle açılım denilen yıkım paketi ile hatırlayan hükümet, bu konuda bugüne kadar;

  • Hangi sosyal ve pedagojik tedbirleri almıştır, almaya çalışmıştır?
  • Aileleri ile nasıl bir rehabilitasyon ve tedbir arayışını başlatmıştır?
  • Terör odaklarıyla kurulan hangi bağları ortaya çıkartmış, hangisini önlemiştir?
  • Yoksulluğun pençesine düşmüş aileler için hangi çareleri getirmiştir?
  • Valilerin münferit tedbirleri ile polislerin şekerleme dağıtması dışında nasıl çözüm arayışına yönelmiştir?
  • Ve bütün bunlardan ne sonuç almıştır da şimdi sıra yasa değişikliğine gelmiştir?  Bizim cevabını duymak istediğimiz sorular bunlardır.

Elbette ki gerekiyorsa yasa da değiştirilebilecektir. Bu da çarelerden birisi olabilir.

Daha kapsamlı ve derinliği olan çözümler üzerinde siyasetçilerin uzlaşmasından önce, eğitimcilerin, sosyologların, hukukçuların işbirliği aranmalıdır.

Yoksa sadece kanun çıkararak bu sorunun ortadan kaldırılması söz konusu bile olmayacaktır.

Taş atmak bir çocuk hakkı, çocukları sokaklara sürmek de insan hakkı değildir ve olmamalıdır.

Partimiz, konuyu bu mecraya dönüştürecek hiçbir sözde tedbirin yanında yer almayacaktır ve destek vermeyecektir.

Hükümetin Devlet Bakanı basına verdiği beyanatta bu çocuklara “taş atan değil, suça itilen ve istismar edilmiş çocuklar” olarak tanımlanmasını talep etmiştir ve elbette ki doğrudur.

Ne var ki yaptıkları suçsa ki öyledir, onları arkalarından bu suça itenler de cezasız kalacaksa bilinmelidir ki sorunun çözümü yanlış yerde aranmaktadır.

Bu konuda bir hafta sonra yaşayacağımız Nevruz Bayramı, dileriz ki kaygılarımızı acı ve talihsiz olaylarla haklı çıkarmasın, çocuklarımız da ne suçlu olsunlar, ne de suç işlesinler.

Lider ülke Türkiye’nin mimarları olsunlar, iş sahibi aileleriyle huzur içinde, milletiyle gurur duyarak, al bayrağın gölgesinde, alın terleriyle, el emekleriyle, pırıl pırıl zekalarıyla bu topraklarda kardeşleriyle iftihar ederek yaşasınlar. En samimi temennimiz budur.

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşanan tehcir, bütün hassasiyetine rağmen aradan geçen bir asır sonra bile maalesef ecdadımızın hak etmediği suçlamaların odağı haline gelmiştir.

Asırlarca her kökenden, her mezhepten, her inançtan sayısız toplumları hak ve adaletle idare eden, huzur ve barış getiren büyük Türk milleti, yüzyıl sonra bir insanlık suçu sayılan “soykırım” yapmakla alçakça itham edilmektedir.

Bu kapsamda, yıllardan beri dünyadaki çeşitli devletlerin kendi geçmişlerine bakmadan, tarihte yaşanmış ve tarihçilere bırakılması gereken bu dönemi, siyaseten mahkûm etme arayışları süregelmektedir.

Nitekim, parlamentolarında aziz ceddimizi soykırımcı ilan eden ülkeler arasına, son olarak geçtiğimiz hafta İsveç de dahil olmuş ve böylece mensubu olmaktan iftihar ettiğimiz ecdadımıza hakaret eden devletlerin sayısı artmıştır.

Elbette ki bundan önceki hükümetlerde olduğu gibi, bu hükümet de konuyu kendi anlayışı ve ölçülerinde savunmaya çalışmış, TBMM bir milli mesele olarak gördüğü bu gelişmeler karşısında milli bir duruş göstermiştir.

Bunun aksini söylemek, bu sorunun yalnızca bu dönemin bir zafiyeti olarak yorumlamak elbette ki hakkaniyetli ve insaflı bir yaklaşım olmayacaktır.

Zira milletimize yönelik asla kabul edemeyeceğimiz bu ağır iftiralar, yalnızca AKP hükümetinin sorunu değil, hepimizin ortak direnişini ve mücadelesini gerektiren milli bir sorundur.

Konu bugünkü millet varlığımız ile köklerimiz arasındaki kültürel mirası, vicdani ve insani bağı ve bağlantıyı kopartacak kadar önemli bir hal almış ve maalesef ülkemiz içinden de işbirlikçileri bulabilmiştir.

Görünen odur ki, kimsenin tarihi gerçekleri aramak ve doğruları tespit etmek gibi bir kaygısının olmadığı bu önyargılı gidişatla, milletimizi soykırımcı olarak suçlayacak yeni devletler ve parlamentoları bundan sonra da devreye girecek yenileri eklenecektir.

Ancak, bizim burada hükümeti eleştirilerimizin birinci nedeni, yabancılara şirin görünme adına, kendi tarihini gammazlayan, kendi ceddini ihbar eden, milletini suçlayan ve isyancıları bile ucuz siyasetine malzeme yapan bir zihniyetin işbaşında bulunuyor olmasıdır.

İkincisi ise yabancıların hakkımızda verdikleri kararlar kadar, AKP hükümetinin çizdiği iyimser tablonun, şişirilmiş başarı balonlarının birer birer patlıyor olmasıdır.

Sözde bütün uluslar arası sorunları çözme gibi son derece iddialı başladıkları bu alanda verilen bunca tavize rağmen sorarım sizlere hangi sorunu çözmüşlerdir?

  • Giderek büyüyen gündemdeki sözde Emeni soykırım iddialarını mı durdurmuşlardır?
  • Annan planına “Evet” diyerek Kıbrıs’ta vaad edilen izolasyonları mı kaldırtmışlardır?
  • Söz verilip tutulmayan NATO Genel Sekreter Yardımcılığı görevini mi almışlardır?
  • Oyalanarak gelinen son aşamada Stratejik Ortak denilen Küresel güçle el sıkışarak PKK’yı mı ortadan kaldırmışlardır?
  • Barzani’yle yakınlaşarak, Türkmenlere mi sahip çıkmışlardır, Ermenilerle görüşüp Karabağ’ı mı savunmuşlardır?
  • Bunların hangisini başarmışlardır da şimdi sıra Patrikaneyi Ekümenik yapmaya, Heybeliada Ruhban Okulunu açmaya gelmiştir?

Meşruiyet kazanmanın ev ödevi olarak görerek verilen bunca tek taraflı tavize rağmen, bunca boyun eğmişliğe rağmen, yedi yılda doğru yada yanlış hangi sorun çözülmüştür?

Musevi kuruluşlardan madalyalar, Hristiyan kuruluşlardan övgüler ve kendilerinde ne hikmetse İslamiyet adına mükafat ve ceza verme hakkı ve yetkisi bulan dünün eyalet reisi olan küstahlardan ödüller almaktan, sırtların sıvazlanmasından başka hangi somut sonuçları elde etmişler ve yurda dönmüşlerdir.

Ermenistan’la imzalanan tek taraflı tavize dayalı protokollerle hiç değilse bu yıl soykırım iddialarının erteleneceğini zanneden hükümetin yaşadığı şaşkınlık, sözde sürecin mimarları olan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın beyanlarına da, ruh hallerine de yansımış durumdadır.

Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanı’nın İsveç Parlamentosu'nda Ermeni tasarısının kabul edilmesiyle ilgili olarak sarf ettiği “bu kararların nasıl alındığını biz çok iyi biliriz”, “çok fazla büyütülecek bir konu da değil” açıklaması dikkat çekicidir.

Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milletinin, maddi ve manevi mirası üzerine şekillendiği ve hayat bulduğu ecdadının her gün başka bir yönüyle hakarete, suçlamaya ve iftiraya maruz kaldığı bir dönemde bunların yok farz edilerek yada kulakların tıkanarak yol alınması mümkün değildir.

Üstelik bunlara demokrasi ve parlamento kılıfı uydurarak, “ne yapalım hükümetleri bizimle, hatta özür bile dilediler ama demokrasi bu, meclisleri böyle karar almış” mazeretiyle bakılması ve sineye çekilmesi, en az ithamlar kadar haysiyet kırıcı ve aşağılayıcı bir tavırdır.

Söyleyenler önemsiz olsalar da, söylenenler büyütülmesi gereken konulardır. Binlerce yıllık bir kutlu milletin izzeti nefsine yönelik, şeref ve haysiyetini hedef alan alçakça iddialardır.

Küçük görülerek, haklılığımız ciddiye alınmayarak bu noktalara kadar zaman içinde gelinmiştir.

Bugün, maalesef AKP iktidarının taviz ve teslimiyetle yürüttüğü uluslar arası ilişkiler tahribatını bütün boyutlarıyla göstermeye başlamıştır.

Yabancı ülkelerin milletimizi aşağılama girişimleri, başarı, zafer, güçlendik, itibarımız arttı iddialarının aksine olağan ve sıradan hale gelmiştir.

Dış politika alanında; sıfır sorun denilerek yürütülen diplomasi garabetiyle; barış, istikrar, karşılıklı işbirliği bahanesiyle atılan her adım, aziz milletimize yönelik hakaret, suçlama, karalama ve soykırım iddiaları olarak geri dönmeye başlamıştır.

Bu nedenle, Başbakan Erdoğan’ın İsveç’i protesto için Büyükelçimizi Ankara’ya çağırması bir tercih ise de, bunun yeterli görülmesi ve bununla yetinilmesi düşünülmemelidir.

Aksi halde milletimizi soykırımcı olarak suçlayan ülke sayısına baktığımızda geri kalan ülkelerdeki diplomatlarımızın varlığı nasıl yorumlanacaktır? Sözde bu tedbirin inandırıcılığı nasıl sağlanacaktır?

Türkiye, özellikle PKK terörüne ve bölücü mihraklara siyasi sığınma adı altında yıllardır kucak açan; ülkemizde etnik ve inanç ayrımcılığını yakından takip edip körükleyen bu ülkeye vereceği tek cevap bu olmamalıdır.

Ucuz siyasetin dar alanına sıkıştırılmak istenen ve sürekli yargılanmaya çalışılan Türk milletinin, geçmişinde veremeyeceği hiçbir hesabı yoktur.

Ne var ki, ülkemizi aşağılayan Peşmerge ile kucaklaşan, topraklarımızda gözü olduğunu saklamayan Ermeniyle el sıkışan, iç işlerimize sürekli karışan Avrupalıyla dost olan bir zihniyetin başka bir tedbir almaya ne niyeti ve nede takati bulunmaktadır.

İşbaşındakilerin, otuz altıya bölmek istediği büyük Türk milletini, tarihiyle, kökleriyle, kaynaklarıyla birlikte yedi düvele karşı savunacak ne ahlakı, ne mensubiyeti ve ne de böyle bir kaygısı vardır?

Muhterem milletvekilleri,

Türk milletinin her yönden kuşatılmaya çalışıldığı günümüzde bu yaşananların başlangıç noktalarının geçmişte aranması hem bugünkü aktörlerin kimlikleri konusunda bizleri bilgi sahibi yapacak, hem de tarihi emeller hakkında hepimizi aydınlatacaktır.

Ve kuşkusuz ki bu gerçekleri ortaya çıkaracak en önemli dönem Çanakkale Savaşları adını verdiğimiz kahramanlık destanının yaşandığı yıllardır. Ve bir zafer yıl dönümü daha gelmiştir.

Çanakkale yalnızca vatan topraklarının savunulması için yapılan bir savaşın adı değil, aynı zamanda bir milletin izzet-i nefsi için nasıl ayağa kalkabileceğini, ufalanarak daha fazla parçalanmamak uğruna neleri göze alabileceğinin de tarihi şahadetidir.

Türk milletini, on asırdır yaşadığı topraklardan atmak için seferber olmuş haçlı zihniyetinin durdurulması için Diyarbakırlı ile Tokatlı’nın, Adanalı ile Bursalı’nın, Malatya’lı ile İzmirli’nin, Mardinli ile Ispartalı’nın nasıl kucaklaştığının ibret ve kıvanç vesilesidir.

Asırlarca büyüyen ve üç kıtaya yayılan sınırlardan sonra acı ve göçlerle başlayan bir küçülmenin bu son çekilme hattında, büyük milletin bin yıllık ana yurdunu, Ertuğrul Ocağını, ata toprağını nasıl savunacağını, bunun için ölümü nasıl göze alacağını gösteren bir iftihar sayfasıdır.

Ülkemizin her yanından gelerek Çanakkale’de buluşmuş olan yüz binlerce Mehmetçiğin şehadeti ve fedakârlığı her türlü takdir ve şükran hissinin üzerindedir, eşi ve emsali yer yüzünde yoktur.

Çanakkale, “tek dişi kalmış canavar”a karşı Anadolu ve Rumeli Türklüğünün topyekun bir direnişinin adıdır ve ünvanıdır.

Çanakkale, Mehmet’ini muhabbetle bağrına basıp; “Oğul seni yetiştirdim hizmet eyle vatana, Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana”, diyerek cepheye uğurladığı eli mübarek anaların zaferidir.

Çanakkale Savaşı ile büyük Türk milleti, tüm dünyaya gerilemenin nihayet bittiğini duyurmuş, bugünkü coğrafyamız üzerinde sonsuza kadar yaşamaya kararlı olduğumuzu süngü, mermi ve yüksek iman gücü ile ilan etmiştir.

Ve ne mutlu ki, bu destan burada son bulmamış, milletimizin tamamının gösterdiği bu milli şahlanış ve duruş, birkaç yıl sonra verilecek Kurtuluş Savaşı ile zirveye ulaşarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile taçlanmıştır.

Çanakkale Zaferi, vatanın ve milletin bekası için canlarını feda edecek kadar benliklerinden vazgeçmiş yüz binlerce milli kahramanın, ilahi bir mücadele gücü ile Türk milletini yüceltme ülküsünün de ilelebet anlatılacak mukaddes bir hatırasıdır.

Geçmiş yılların ağır tahribatı neticesinde keskin bir ayrılık ve içten içe ilerleyen nifak ile kopma noktasına gelen aziz milletimiz, bu savaşla beraber aynı gaye, aynı ruh, aynı ülkü ile kenetlenerek birliğini sağlamıştır.

Bu muazzam eserlerle ne kadar övünsek, ne kadar bahsetsek azdır.

Ancak, ne yazıktır ki, aradan geçen yaklaşık bir asır sonra da milletimiz ve ülkemiz üzerinde benzer tehditlerin baş göstermiş olması tarihin tekerrür ettiğini göstermektedir.

Bizim bu çağdaş ihanet odaklarına tavsiyemiz, milletimizi küçümseyen, onuruna ve kutsallarına el ve dil uzatmaya yeltenenlerin,  onun gücünü imtihan etmeye kalkışanların bir asır önceki feci akıbetlerine bakmaları ve ders almalarıdır.

Bu itibarla, bizim açımızdan en az dün olduğu kadar, bugün de ihtiyacımız olan “Çanakkale Ruhu”nun nesillerimize kazandırılması hayati derecede önemli hale gelmiştir.

Şehitlerimizle katillerin, gazilerimizle canilerin birbirine karıştırılmak istendiği yaşanan alçaklık ortamında, bu tarihi gün vesilesiyle aziz şehitlerimizi anmamızın bir nedeni de budur ve bu olmalıdır.

Bu vesile ile kutlu vatan topraklarında huzur içinde yatan ve bizim varlık ve yaşama nedenimiz olarak kendini feda eden o meçhul kahramanların aziz hatıralarını hürmet ve hayranlıkla yâd ediyorum.

Tarih boyunca vatan ve millet sevdası ile şehit düşmüş ecdadımıza; bugün bölücü faaliyetlerle mücadelede milletin bekası uğruna can vermiş evlatlarımıza en derin şükran ve minnet hissiyatımla Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Bu yıl Çanakkale’de yapılacak törenlere partimizi temsilen Genel Başkan Yardımcımız Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman ile birlikte on milletvekilimizden oluşacak bir heyet katılacaktır.

Arkadaşlarımız, bu tarihi olayın aziz hatıralarını ve haklı gururunu yerinde yaşayacaklardır. Bu konuyu da milletimize buradan duyurmak istiyorum.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Konuşmamın bu bölümünde, ekonomideki son gelişmelerle ilgili görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hatırlayacağınız üzere, AKP hükümeti tarafından 11 Mayıs 2005 tarihinde IMF’yle 19’ncu stand-by anlaşması imzalanmış ve anlaşmanın süresi otuz altı ay olarak belirlenmiştir.

Ve bu anlaşmanın vadesi 2008 yılının Mayıs ayında dolmuş ve o tarihten sonra IMF ile tekrar anlaşılmasının zemini ve vasatı hükümet tarafından oluşturulmak istenmiştir.

Bu süre zarfında;

  • Başbakan Erdoğan’ın ‘ümük sıktırmam’ diyerek sahte diklenmesine şahit olunmuş,
  • “IMF ile görüşmeler büyük ölçüde aşılmış durumda” türünden olumlu mesajlar kamuoyuna duyurulmuş,
  • Çıkarlarımızdan ödün verilmeyeceğiyle ilgili kararlılık vurgulanmıştır.

Geçmişte, AKP iktidarının IMF’ye karşı olmadığını gündeme getiren Başbakan Erdoğan, IMF’nin akreditasyon kuruluşu olduğunu da ileri sürmüş ve bu kuruluşun akredite etmediği zaman kimsenin kolay kolay ülkemize gelmeyeceğini ifade etmiştir.

Ne var ki, yapılması zorunlu hale gelen erken bir genel seçimin ufukta belirmesi AKP’yi tedirgin etmiş, rahat harcama yapabilmesi için IMF halatından sıyrılmak kendileri açısından mecburi hale gelmiştir.

2005 yılında IMF ile anlaşma yapan bir hükümet etme anlayışının, yalnızca ülkemizin menfaatini gözeterek bu kuruluşa sırt çevirmesi ihtimal dâhilinde değildir.

Türkiye'nin, ayakları üzerinde duran bir ülke olduğundan dolayı bir stand-by anlaşmasına gerek kalmadığını iddia eden Başbakan Erdoğan, aslında çok vahim ve kendisini ele veren bir itirafta da bulunmuştur.

Değerli arkadaşlarım, bu hükümetin yaklaşık beş buçuk yılı IMF programıyla ve yaklaşık son iki yıllık dönemi de müzakerelerle geçmiştir.

O zaman şu gerçeği Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları kabul ve ikrar etmelidir. AKP iktidarları süresince Türkiye ekonomisi kendi başına ve desteksiz ayakta kalamamış ve IMF’nin uzattığı koltuk değneğiyle yere düşmekten kurtulmuştur. Başbakan açıkça bunu söylemektedir.

Kendi ayakları üzerinde duramayan bir ekonominin, büyümesinden ve gelişmesinden bahsetmek milletimizi aldatmak ve kandırmak değildir de nedir? Başbakan Erdoğan,  ekonomide tam bir başarısızlık örneği sergilediğini ne zaman ve daha hangi şartlarda kabul edecektir?

Gelinen bu aşamada, birçok eksiği olan ‘Orta Vadeli Program’ ve nasıl ve ne şekilde uygulanacağı belirsiz olan ‘Mali Kural’la ekonomik istikrarın oluşacağını düşünmek büyük bir gaflettir. Tam bir zihin ve politika iflasıdır.

İşsizlik almış başını gitmekte, işyerleri teker teker kapanmaya devam etmektedir.

Sürdürülebilir bir büyümenin ortaya çıkmaması, her evde işsiz bir kardeşimin bulunmasına neden olmuştur.

Bu kapsamda, tasfiye olan işyerlerinin ve iflasların olumsuz seyrinde bir değişme olmamış, kriz pimi çekilmiş bir bomba gibi üretim sektörlerinin üstüne düşmüştür.

Protesto edilen senetler, karşılığı çıkmayan çekler ve kredi kart batağı kanser gibi toplumu sarmıştır.

Sanayi üretimi hala ayağa kalkamamış, kapasite kullanım oranı 2008 yılının Kasım ayının bile gerisinde kalmıştır.

Hali hazırda krizde kıvranan Türkiye ekonomisinde eski sorunlar tekrar nüksetmiş, mesela cari açık sorunu tekrar belirmiştir.

Bir önceki yılın Ocak ayında 491 milyon dolar açık veren cari işlemler hesabı, bu yılın aynı ayında 2 milyar 959 milyon dolar açık vermiştir.  Elbette cari açığın artmasında ithalat artışı etkili olmuştur.

Bu sorunu giderebilmek için gerekli olan uluslar arası doğrudan yatırım girişi de azalmaya başlamış ve bu yılın Ocak ayında 316 milyon  dolar düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu rakamın geride kalan yılın Ocak ayında 1 milyar 92 milyon dolar olduğunu dikkate aldığımızda, önümüzde çok ciddi sorunların beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

AKP iktidarının her ortamda gündeme getirdiği ve geçtiğimiz yıllar boyunca, küresel alanın müsait oluşundan dolayı giren uluslar arası sermaye artık yön değiştirmiş ve kaynak kurumaya başlamıştır.

Bundan sonra AKP, sona yaklaştığı hükümet etme döneminde hiç olmazsa;

  • Ülkemizin kültürel ve sosyal yapısıyla uyumlu,
  • Vatandaşımızı gözeten ve satın alma gücünü artıracak,
  • Ülkemizin yeni ve daha büyük krizlere girmemesi için üretim ve kurumsal odaklı tedbirleri hayata geçirmelidir.

Tüccarın, sanayicinin, esnafın, işçinin, çiftçinin yaşadığı sıkıntıları dinleyecek ve kendilerini muhatap alacak siyasi iradeyi bulamamaktan son derece şikâyetçi oldukları bilinmektedir.

Hükümetin, hayatın her alanında yarattığı despot yönetim anlayışı, ekonominin her sektörü üzerinde de baskı oluşturmakta, sorunların halli yönünde konuşulması gereken gerçek problemler, yerini kalıcı ve kapsayıcı yaklaşımlara bırakmamaktadır.

Bunun farkında olan Milliyetçi Hareket Partisi, Türk ekonomisine yön veren üreten, istihdam yaratan ve katma değer oluşturan ekonomik sektörlerin sorunlarını yerinde öğrenmek ve tedbirler geliştirmek maksadıyla eylem planı hazırlamıştır.

Bu plan kapsamında olmak üzere, konuyla ilgili genel başkan yardımcılarımız ve milletvekillerimizden oluşacak “sektörel sorunları tespit ve çözüm heyeti” işyeri ve iş kolu ziyaretlerinde bulunacaktır.

Mesleki ve sivil toplum kuruluşlarıyla “istişare heyeti”yle de Türk-İş, TESK, TOBB, TİSK, ticaret ve sanayi odaları, ziraat odaları gibi mesleki ve sivil toplum kuruluşları bir program dâhilinde ziyaret edilerek, bu kuruluşların ve mensuplarının sorunları, beklentileri ve talepleri kaynağında belirlenecektir.

Heyetlerin ulaşacağı neticeler, günün şartları, ekonominin gerekleri ve partimizin program ve ilkelerine uygun olarak yorumlanacak, önümüzdeki dönemde Milliyetçi Hareket Partisi’nin ekonomik ve sosyal politikalarında belirleyici olacaktır.

Son olarak, Başbakan Erdoğan’ın tükenmiş ruh halinin yansıdığı ibretlik boyutla ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum.

Başbakan Erdoğan, geçen hafta içinde bazı sağlık tesislerinin toplu açılışında, 18’nci yüzyılda Batı Afrika’dan Amerika'ya köle olarak satılan ve köleliğe karşı direnen bir sinema karakteri olan Kunta Kinte'ye atıfla; “Bu ülkenin gerçekten Kunta Kinte’leri vardı. Ben de Kunta Kinte'ydim.” sözleri dikkat ve ilgi çekici olmuştur.

Başbakanın, ne olacağı, hangi sıfatı taşıyacağı, kendisini nasıl tanımlayacağı tamamen kendi bileceği bir iştir.

Ancak bizim tanıdığımız Başbakan Erdoğan, aç ve sefil yaşayan bir Afrika kölesine değil, şahsı ve aile efradıyla birlikte safahat içinde yaşayan Ortadoğu sultanlarına daha çok benzemektedir.

Kunta Kinte olarak başladığını söylediği yer ile bugün edindiği servet arasındaki uçurumun izahı başka türlü nasıl yapılacaktır?

Başbakan’a yirmi yılda gülen talihin, yoksulluğu bir türlü aşamamış vatandaşlara ömrü boyunca gülmemiş olmasının gerekçesi nasıl ifade edilecektir?

Başkalarının ne olduğu, kendini kiminle tanımladığı ve hangi milletin mensuplarıyla benzeştirdiği bizim konumuz ve umurumuz değildir. Ve bizim de kendisine söyleyeceğimiz şudur:

Biz Milliyetçi Hareketin mensupları olarak, Alparslan gibi olmaya, Fatih gibi bakmaya, Yunus gibi söylemeye, Hacı Bektaş gibi sevmeye, Mevlana gibi kucaklamaya ve Mustafa Kemal gibi mücadeleye devam edeceğiz.

Muhterem Arkadaşlarım,

Özellikle Balkanlardan başlayarak, Orta Asya Bozkırlarına kadar olan muazzam coğrafyalarda yeni bir yılın müjdesi olan Nevruz’a önümüzdeki hafta başı girilecektir.

Bizler için Nevruz, bu özelliğinin yanında geçmişle muhasebenin ve geleceği de yeniden değerlendirmenin bir fırsatı sayılmalıdır.

Atalet, yılgınlık, korku ve umutsuzluğun geride bırakıldığı, maddi ve manevi diriliş ve atılımın da bir başlangıcı olmalıdır. Dileğimiz budur.

Bu yönüyle Nevruz, büyük Türk milletinin sahip olduğu hürriyet ruhunun kabararak taştığı, sığ ve dar bir coğrafyadan kıt’aları yönetmeye talip olduğu bir uyanışın, kudretin ve yönetim mirasının günümüze kadar ulaşmış yadigârıdır.

Hepinizin yaklaşan Nevruz bayramını kutluyor, milletimize sağlık ve mutluluk getirmesini diliyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.