30.03.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
30 Mart 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Milliyetçi Hareket, merkezine aldığı Türk milleti ailesini, korumayı, geliştirmeyi ve devamını sağlamayı ilke edinmiş bir anlayışın temsilcisidir.

Bizim varlık nedenimiz Türk milletinin mevcudiyeti ve bekasıdır ve ona zarar verecek hiçbir gelişmenin içinde olmamız mümkün değildir.

Bu konuda, özellikle PKK terör örgütünün tahriklerle toplumsal kırılmayı son derece artırdığı, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin ise çok ağır tahriklerle milletimizi parçalanma noktasına kadar büktüğü Güneydoğu Anadolu Bölgemize yönelik hassasiyetimiz herkes tarafından bilinmektedir.

Ne var ki bizim tamamını sevgi ile muhabbetle kucakladığımız bu yöremize karşı gösterdiğimiz ölçülü ve hassas tavrımız, baştan beri ayrımcı, kışkırtıcı mesajların odağı haline gelen Başbakan Erdoğan ve kadrolarınca ağır istismarların da vasıtası olmuştur.

Bizim yöre insanının ayrıştırıcı ve bölücü siyaset tahrikleri ile suikaste maruz kaldığı dönemlerde gösterdiğimiz sükuneti ve dikkati, suskunluk ve boyun eğme zanneden Başbakan Erdoğan geride kalan yıllarda partimize yönelik olarak alçakça ithamlarda bulunmuştur.

  • Milliyetçi Hareket Partisi’nin ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesine gidemediği iddia edilmiş,
  • Partimizin, bu yörelerdeki insanlarımızı tanımadığı, bu bölgelerde siyaseten temsil edilmediği her ortamda utanmadan söylenmiştir.
  • Hatta daha da ileri gidilmiş, PKK’nın oluşturmayı hedeflediği ihanet sınırları dile getirilip kafalarda Sivas-Gavurdağı hattı icat edilerek ötesine gidemeyeceğimiz bile söylenmiştir.

Baştan beri üzerinde oynanan oyunların farkında olan Milliyetçi Hareket bu tahriklere asla kapılmamış, çekilmek istenen tuzaklara düşmemiştir.

Yöreye yapacağı ziyareti, bir meydan okumaya dönüştürmeden, bir çatışma ve gerginliğin parçası haline getirmeden, zamanını ve mekânını insiyatifine alarak geçtiğimiz hafta yerine getirilmiştir.

“Bin yıllık Kardeşliği yaşa ve yaşat” adı altında başlattığımız toplantılarımızın ikincisini aziz vatan beldesi Şanlıurfa’da geçtiğimiz Cumartesi günü gerçekleştirmekten şeref duyduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Kucaklaşmaya, buluşmaya, birlik olmaya hasret kalmış bu mübarek beldenin muhterem insanları bizlere kucak açmış, yoğun bir ilgi göstermiş ve gerçek bir ev sahipliği yapmışlardır.

Gerek toplantıdan önce yaşadığımız yoğun teveccüh ve gerekse yurdumuzun her yöresinden aldığımız destek ve takdir mesajları doğru yerde, doğru zamanda ve doğru adımların atılmış olduğunu göstermiştir.

Kardeşliğimizin devamı konusunda büyük bir inanç gösteren ve bizlere destek olan Şanlıurfalı’ları bu vesile ile bir kez daha kutluyor, hepsine huzur, mutluluk ve bol kazanç diliyorum.

Temennim bu toplantıdaki mesajlarımızın herkes tarafından doğru okunması, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere ayrımcı ve kışkırtıcı kimlik siyasetinden bir an önce vaz geçilmesidir.

Muhterem Milletvekilleri,

Gün geçmiyor ki yeni bir sorun alanı açılmasın, an geçmiyor ki AKP iktidarının Türkiye’sinde yeni bir garabet, yeni bir kargaşa Türkiye’nin gündemini meşgul etmesin.

Basına kadar yansıyan haberlerde de görüleceği gibi, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde gerçekleşen bir toplantı bu kapsamda ele alınmak durumundadır.

Kutlu vatan toprağı Mardin’nin buluşma noktası olarak seçildiği ve iki gün süren bu toplantının konusunun, yerinin, muhtevasının ve bazı konuşmacıların kimliklerinin son derece dikkat çekici olduğunu belirtmek isterim.

Konferansın organizatörü olan Londra merkezli bir kuruluşun ülkemizin bir üniversitesinde, din adamı veya uzmanı oldukları ifade edilen şahıslarla bir araya gelmiş olmaları, herkesi kuşkuya sevk etmesi gereken bir gelişmedir.

Bizler özellikle çeyrek yüzyıldır, nüfusu milyara ulaşmış İslam dünyasını küresel gelişmeler karşısında maddi ve manevi direncini kırmak ve tepkilerini etkisizleştirmek için büyük çabalar ve paralar harcandığını biliyoruz.

Bunun da, adı kendinden menkul “ılımlı İslam” denilen bir teslimiyet dalgasının, hükümetin de aralarında bulunduğu taşeronlarla İslam dünyasını etkilemeye çalışıldığını gözlüyoruz.

Sanki diyalog eksikliği İslam toplumlarından geliyormuş gibi “dinler arası diyalog” maskesiyle yeni sömürgeciliğin Vatikan üzerinden Müslümanlara nüfuz kanalları açılmasının adı olduğunun farkındayız.

Hatta Başbakan Erdoğan’ın eşbaşkanı olduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin, mazlum din kardeşlerimizin yaşadığı coğrafyaları yeniden tanzim etme hedefi olduğunun da hepimiz şuurundayız.

Bizler elbette ki bir Müslüman kardeşimizi, eline silah ve bomba alarak düşman bellediği yerlere yönelik tedhiş saldırılarında bulunmasını asla istemeyiz. Bunu hem bizim için Müslüman bir kardeşimizin kaybı olarak görür ve üzülür, hem de zarar verdiği masumların acıları ile dertleniriz.

Bu toplantıda üzerinde tartışılan ve “cihat fetvası” denilen tarihi mesajın içeriğini tartışmak bizim konumuz da haddimiz de değildir.

Ancak, eğer bundan yediyüzyıl önce cihadı meşru gören bir fetvayı ortadan kaldırmak için, bir yerlerden gelen bazı şahıslar ülkemizde toplanıyor ve din adına da karar verdiklerini iddia ediyorlarsa, bu konuda bizim de aklımıza gelen sorular şunlar olacaktır?

  • Bu konferans için dünyanın başka kentleri ve üniversiteleri dururken neden Türkiye, neden Mardin ve neden Mardin’deki üniversite seçilmiştir?
  • Toplantıda, yedi yüzyıl önce Müslümanlara yapılan zülme karşı cihad tavsiye eden bir din bilgininin sözlerinin “Klasik İslami Yasa Kuramının Çağdaş Bağlamda Anlaşılması” başlığı altında tartışılmasının gereği ve anlamı nedir?
  • Mardin’de buluşarak, bundan asırlar önce bir İslam bilgini tarafından verilmiş bir fetvayı değiştirmeye çalışanlar, bu yetkileri din adına kimden almışlardır?
  • Daha önce de etnik kimliklerin sözde akademik ortamda tartışılmasına yönelik teşebbüsü bulunan Artuklu Üniversitesi, şimdi de İslam dünyasının ayrışma ve bölünme projelerinin merkezi haline mi getirilmek istenmektedir?
  • Henüz yeni teşekkül edilmiş olup kuruluş aşamasında olan bu üniversitemiz asli görevini ne ölçüde başarı ile yapmış, noksanlarını ne kadar tamamlamıştır da, şimdi sıra yabancı merkezli kuşkulu konferansların ev sahipliğine gelmiştir? Bu misyonu bu üniversiteye kim vermiştir?
  • Türkiye Cumhuriyeti, hükümet üzerinden talip olarak, dünyadaki din kardeşlerimizi Batı dünyasına karşı teslimiyete çağırma gibi bir görev mi üstlenmiştir?
  • Ülkemizdeki akademik ilahiyat çevrelerinin uzak durduğu, Diyanet İşleri Başkanlığının bulunmadığı anlaşılan bu toplantıdaki tartışmalardan Türkiye Cumhuriyeti, Türk milleti ve İslam dünyası için beklenen sonuçlar nelerdir? Bu konuya YÖK Başkanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı nasıl bir açıklama getirecektir?
  • Uygulama ve politikalarıyla batılı değerlerin İslam coğrafyasında taşeronluğunu yapan AKP hükümetinin bu toplantının tertibindeki rolü ve yeri nedir?

Ve yine bu kapsamda olmak üzere;

  • Giderek yaklaşan İran’a saldırılma ihtimali üzerine, bu ülkenin Müslüman halkının manevi direnme dayanakları hakkında kuşkular mı uyandırılmak istemektedir?
  • Ülkemizde yapılan bu toplantı ile onbinlerce şehidin üzerinde yükseldiği Filistin direnişi, dini gerekçelerle kırılmak mı istenmektedir?
  • İslam dünyasında başlayan anti emperyalist tepkiler, sürdürülen eşbaşkanlık görevinin gereği olarak, söndürülmek mi istenmektedir?

Bu sorularımızın dürüst ve samimi olarak cevaplanması, sadece ülkemize değil, İslam dünyasına sokulmuş “Truva atı” olan AKP zihniyetinin gerçek yüzünü göstermesi bakımından çok önemli olacaktır.

Bu toplantının gerçek anlamı ve hükümetle ilişkisi de;

  • Tıpkı İstanbul’da Ermeni tezlerini destekleyen üniversite toplantılarında olduğu gibi,
  • Tıpkı Erbil’de Peşmergelerle kucaklaşarak açılımın kurdelesinin kesilmesi gibi çok yakında gün ışığına çıkacaktır.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti tarafından hazırlanan Anayasa değişiklik teklifleri geçtiğimiz hafta kamuoyuna sunulmuştur.

Yirmi üçü asıl, üçü de geçici maddeden oluşan teklifler gündemi haklı olarak meşgul etmiş ve ülkemizin diğer sorunlarını gölgeleyecek şekilde tartışmaları bu noktaya çevirmiştir.

Yine bu kapsamda, anayasa üzerinden sürdürülen gerilim stratejisi yeni bir aşamaya geçmiş ve AKP hükümeti anayasa gibi ciddi bir meseleyi ucuz siyaset malzemesi yaparak yeni bir istismar alanı oluşturmanın çabasına girmiştir.

 Bizim parti olarak, anayasa değişikliği üzerindeki görüşümüz net ve berraktır.

Biz, değişikliğin gerekliliğine inanmakla birlikte, hazırlık çalışmalarının kurulacak bir komisyon marifetiyle yapılıp, bu konuyla ilgili kararın önümüzdeki dönem TBMM’ne bırakılmasını önceki konuşmalarımızda vurgulamıştık.

Daha önce yaptığımız bu açıklamaların sonuna kadar arkasında olup, aynı kararlılığı savunmaya devam edeceğimizi de tekrarlamakta fayda görüyorum.

Sürekli olarak demokrasinin erdemlerinden ısrarla bahseden AKP hükümetinin, hazırladığı anayasa değişiklik taslağıyla nasıl bir demokrasi amaçladığı ve hangi amaca ulaşmak istediği de belli olmuştur.

Anayasa değişikliklerinin arkasına gizlediği siyasal hedeflerle, milletimizi oyalamaya ve gerçek gündemin görülmesine engel olmaya çalışan AKP hükümeti, bu zorlama girişimiyle Türkiye’yi yeni bir çatışma alanına sokmuştur.

Hazırlanan anayasa değişiklik taslağıyla ilgili siyasi tartışmalar ve ‘Referandum olur mu, olursa yüzde kaç oy alır’ soruları şimdiden tekliflerin içeriğinin önüne geçmiş durumdadır.

AKP hükümetinin kafasındaki strateji esasen seçime hazırlıktır ve anayasa değişikliği bunun kılıfı olmaktadır.

Hiçbir alanda başarılı bir yönetim sergileyemeyen bu çürümüş zihniyetin anayasa eksenli yürüttüğü istismar politikası, başarısızlıklarını örtmek için bir bahaneden başka bir anlam taşımamaktadır.

Anayasa değişikliğinin yangından mal kaçırırcasına, ince hesaplar ve taktik manevralarla piyasaya sürülmesi çok ciddi sakıncaları da beraberinde getirmiştir.

Nitekim, geniş toplumsal mutabakatla hazırlanıp doğru zemine oturtulmadıkları zaman, anayasaların kalıcı ve kapsayıcı olması beklenmemelidir.

AKP hükümetinin “Tek başımıza bir metin hazırlayıp bunu herkesle paylaştık. Beğenen beğendi, beğenmeyen beğenmedi, ne yapalım...” yaklaşımı anayasa değişikliği konusundaki samimiyetsizliği, art niyeti ve kafalarda başka hesapların olduğunu göstermiştir.

Bu haliyle bile aslında bir toplumsal uzlaşmayı temsil etmesi gereken Anayasa, şimdiden kavganın, ayrışmanın ve kutulaşmanın odağı haline gelmiş, üzerinde ittifak sağlanacak bir metin olmaktan uzaklara düşmüştür.

Başbakan Erdoğan’ın ''Kucaklayıcı bir tasarı olacağına inandığı”nı söylediği anayasa değişikliğiyle ilgili taslak metin, daha şimdiden toplum ve devlet hayatını bölmüş ve cephelere ayırmıştır.

Değerli Milletvekilleri,

Yaşanan süreç ve tartışmalar ülkemizdeki demokratik aktörlerin olduğu gibi AKP’nin de anayasadan, yönetimden, hukuktan, adaletten ne anladığını ortaya koyması bakımından ibret verici olmuştur.

İktidar zihniyetinin anayasa değişikliğinden muradının da öncelikle kendisine ayak bağı olduğunu düşündüklerini etkisizleştirmek, eğer fırsat bulabilirse yeni dönemde zorbalığın, vurgunun ve soygunun önünü alabildiğince açarak hesap vermekten kurtulmak olduğu ortaya çıkmıştır.

Nitekim önerilen sözde değişiklik tekliflerinin teferruatları bir kenara konulduğunda, yüksek yargının tanzim edilmesine ve hatta terbiye edilmesine yönelik hedefin amaçlandığı anlaşılacaktır.

Elbette ki, çoğulcu demokrasinin ve hukuk devletinin güvencesi olan yargı organının, bu rolünü yerine getirecek biçimde hem tarafsızlığını ve hem de bağımsızlığını sağlayan bir anlayışla güçlendirilmesi gereklidir ve zorunludur. Buna bir diyeceğimiz yoktur.

Ancak, meselenin yalnızca, yargı organlarına seçilecek kişilerin sayısı ile basite indirgenmesi, bu alanda yapılması gereken devasa düzenlemelerin daha işin başından sakat ve ahlaken sorunlu olmasına neden olmuştur.

AKP iktidarının beğenmediği, onaylamadığı ve engel gördüğü ne varsa yalnızca o alanda hukuki düzenleme telaşı toplumda kendisine yönelik kuşkuları da haklı olarak çoğaltmaktadır.

Doğrudur, iktidar olmanın temelinde, demokratik gücün etkili kullanılması yatmaktadır ve gerekmektedir. Ancak hükümet etmek devlet olmak; başbakanlık ise seçilmiş krallık değildir.

Hükümet etmenin de mutlaka hukuki sınırları olmalıdır ve aksi halde demokratik düşünceden otokratik yönetime kayma arayışı, asker veya sivil olsun ülkemizin yabancısı olduğu, bilmediği sapmalar değildir.

Anlaşılmaktadır ki, hukuk konusundaki yaklaşımı ve bu alandaki kötü sicili kabarık olan iktidar zihniyetinin, büyük bir gürültüyle giriştiği anayasa değişikliğinin özünde bir yerlerle hesaplaşma, birilerinin önünü kesme dürtüleri yatmaktadır.

Bu yaklaşım bile bile başlı başına, değişlik tekliflerinin ne kadar tehlikeli, kasıtlı ve marazi olduğunu ortaya koymuştur.

Türkiye’nin ve Türk milletinin acil çözüm bekleyen ağır sorunları dururken, AKP’nin önceliği yargı organlarına nasıl seçim yapılacağı, üye sayısının kaç olacağı meselesidir. Ve adalet sisteminin muazzam sorunlarının halli bu basit hesaplara indirgenmiştir.

İktidar partisi kiminle geçmişte sorun yaşamışsa, değişiklik taslağında bunlara öncelik vermiş, anayasa değişiklikleri gibi ciddi bir konuyu, hesap verme kabusları ile hükümet etme güdüleri arasına sıkıştırıp kalmıştır.

Bırakınız başka alanları, Türkiye’nin adalet sorunları, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na seçileceklerin sayısı ve şekli ile mi bitecektir?

İşsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının 19’a çıkarılmasıyla mı son bulacaktır?

Yozgatlı’nın, Karamanlı’nın, Ordulu’nun, Hakkarili’nin dertleri adalet hizmetlerinin denetiminde yapılacak değişikliklerle mi çözüme kavuşacaktır?

Bu haliyle, toplumsal yapının hiçbir kesimini dikkate bile almadan “mezata” çıkartılan anayasa değişlik taslağı, hazırlık, olgunlaşma ve karar aşamasında tam bir dayatmadır.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Anayasa değişiklik teklifleri ile ortaya çıkan tabloya baktığımızda AKP samimi ve dürüst değil, içten pazarlıklıdır.

Sekiz yıla yakın referandumlu Anayasa değiştirecek çoğunluğa sahip AKP’nin bu yönde adım atmak yeni mi aklına gelmiştir? Bunda samimiyet nerededir?

AKP’nin amacı demokratikleşme ve yargı bağımsızlığı ve tarasızlığı değildir.

Amaç, demokrasinin geliştirilmesi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarında atılım yapılması değildir.

Anayasa paketi, Türkiye’nin bu alanlardaki ihtiyaçlarına göre değil, AKP’nin özel ihtiyaçları ile gizli gündemi ışığında şekillenmiştir.

“Hukuk, demokrasi, özgürlük” AKP’nin gerçek amaçlarını gizlemek için kullandığı ambalaj malzemesidir.

Avrupa Birliği standartları da aynı şekilde gerçek niyetleri saklayacak bir paravan olarak kullanılmaktadır.

AKP’nin demokrasi ve demokratikleşme gibi bir inancı ve tasası yoktur.

Biz AKP hükümetini Anayasa değişikliklerini gündeme taşıdığı günlerde partimizin yeni anayasa maddelerinde arayacağı temel hususları 19 Ocak 2010 tarihinde açıklamış ve karşılığını arayacağımız soruların şunlar olacağını kamuoyuna duyurmuştuk.

Bu sorularımız ve ilkelerimiz şunlardı:

1-      Türkiye, yirmi birinci asrın ikinci on yıllarında terör, yoksulluk, yolsuzluk, hayat pahalılığı ve işsizlik belalarını yenmiş bir ülke olacak mıdır?

2-      Ülkemiz, siyasal yapısındaki antidemokratik unsurları tasfiye ederek modern demokrasilerde olduğu gibi düşünce, inanç, teşebbüs, örgütlenme ve benzeri alanlarda temel hak ve hürriyetleri güvence altına alan demokratik devlet yapısına kavuşacak mıdır?

3-      Vatandaşlarımız, herkesin aynı milletin evladı olmaktan gurur duyacağı, ayrışmayı değil birleşmeyi, farklılaşmayı değil kucaklaşmayı, kutuplaşmayı değil buluşmayı sağlayacak toplumsal uzlaşmayı gerçekleştirecek midir?

4-      Türkiye, birbirinden uzaklaşmamış, birbirine yabancılaşmamış bir millet yapısı ile etnik köken, inanç, mezhep gibi doğallıkların milli kimliğin ve bin yıllık kardeşliğin zenginliği olarak görüldüğü bir toplum hayatına ulaşacak mıdır?

5-      Devletimiz, taviz ve teslimiyet döngüsünden kurtulup, bağımsız karar verebilen, yeryüzünde sözü geçen ve dünyaya başkent Ankara vizyonu ile bakabilen kudret haline gelecek midir?

6-      Ve bütün bunlar olurken, bizi bir millet olarak tanımlayan ve milli ve üniter varlığımızı güvenceye alan anayasamızın başlangıç maddesinde ifadesini bulan kabullere ve Cumhuriyetin kurucu değerlerine saygı ve riayet gerçekleşecek midir?

AKP’nin önerilerinde aradığımız bu hususlar ve bağlı olduğumuz bu ilkeler yoktur.

Yöntemleri dayatmacıdır, uzlaşma zemini ve süreci bizim önerdiğimiz şekilde değildir.

Bu itibarla mesajımız ve kararımız bellidir.

Milliyetçi Hareket Partisi Gurubu AKP anayasa değişiklik tekliflerine esastan ve usülden kapalıdır.

Muhterem Milletvekilleri,

7 Mart 2010 tarihinde yapılan Irak Parlamento seçimlerinin resmi olmayan sonuçları 26 Mart 2010 günü açıklanmıştır.

ABD işgalinin acılarını ve iç çatışmanın yarattığı büyük tahribatın yıkıcı etkilerini yaşayan Irak halkının iradesini ortaya koyan seçim sonuçları hiçbir seçim ittifakı ve partinin 325 üyeden oluşan Irak Meclisinde tek başına hükümet kurma çoğunluğuna ulaşmadığını göstermiştir.

Eski Başbakan Allavi’nin liderliğini yaptığı Irakiye Koalisyonu 91 sandalye kazanarak seçimlerden birinci parti çıkmış, mevcut Başbakan Maliki’nin başkanlığındaki Kanun Devleti Koalisyonu ise 89 sandalye kazanmıştır.

Bu sonuçlar mezhep ve etnik temelde bölünen Irak’ta siyasi istikrarın tesisinin çok uzun zaman alacağını göstermiştir. Ve maalesef Irak halkı etnik ve mezhep aidiyeti doğrultusunda oy kullanmıştır.

Ayrılıkların derinleşmesi ve kurumsallaşması Irak’ta demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olarak görülmektedir.

Iraklı Türkmenler seçimlerde bir atılım gerçekleştirmiş ve 2005’de yapılan seçimlerde 1 olan sandalye sayısını 5’e çıkarmıştır. Bu sonuç bir kıpırdanma olsa da Türkmen kardeşlerimizin gerçek potansiyelini yansıtmaktan uzaktır.

Peşmergelerin Kuzey Irak’taki bölgesel yönetime bağlamayı amaçladığı Kerkük ve Musul başta olmak üzere Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdeki seçim sonuçları da önemli sayılacak bir gelişme olmuştur.

Türkmenler Kerkük’te 2, Musul’da ise 3 milletvekilliği kazanmış ve Peşmerge ittifakı bu bölgelerde büyük seçim baskıları ve usulsüzlüklerine rağmen çoğunluğu ele geçirememişlerdir.

Yeni siyasi yapısı henüz oturmayan ve geçiş döneminin sancılarını yaşayan Irak’ta Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı ve Başbakanlık makamları etnik ve mezhep temelinde uzlaşmalarla belirlenecektir.

Irak’ta yeni hükümetin oluşumu Irak’ın bir iç meselesidir.

Ancak, Irak’lı Türkmen kardeşlerimizin durumu, Irak’ın yeni siyasi yapısı içinde adil ve hakkaniyete uygun olarak temsili ve başta Kerkük olmak üzere mevcut sorunların Irak’ın geleceğini ve istikrarını hedef alan bir yaklaşımla ve Türkmenlerin varlıkları ve hakları korunarak çözüme kavuşturulması bizim için özel hassasiyet taşıyan konulardır.

İlerleme kaydedilmesine rağmen, Türkmen kardeşlerimiz Irak’ın yeni siyasi yapısından dışlanmış ve sıradan bir kültürel azınlık konumuna sokulmuştur.

Irak’ın bağımsızlığını kazandığı dönemde Arap ve Kürt unsurları ile birlikte, Irak’ın kurucu unsuru olan Türkmenler yeni Anayasa ile Süryani, Ermeni ve Keldaniler gibi idari bir azınlık statüsüne mahkûm edilmiştir.

Bu çerçevede Arapça ve Kürtçe resmi dil olarak kabul edilirken Türkçe’ye bu statü verilmemiştir.

Kerkük’ün nüfus yapısını kanunsuz olarak değiştiren, Kuzey Irak’lı unsurların, bu tarihi Türkmen şehrini zorla gasp etme niyet ve hazırlıkları bugün de bütün hızıyla sürmektedir.

Kerkük’ün statüsü; Irak’ın milli birliği, toprak bütünlüğü ve siyasi istikrarı açısından hayati önem taşıyan en ciddi sorundur. Kerkük bu açıdan patlamaya hazır bir saatli bombadır.

Kuzey Iraklı aşiret reislerinin Kerkük’ü zorla ele geçirmeleri önlenemediği takdirde böyle bir vahim gelişmenin olumsuz sonuçları ve etkilerinin sadece Irak’ı değil bölgesel barış, güvenlik ve istikrarı da tehdit edeceği unutulmamalıdır.

Türkiye’nin böyle bir gelişme karşısında sessiz ve tepkisiz kalması hiçbir şart altında beklenemeyecektir.

Irak Meclis seçimleri sonuçları Barzani ve Talabani’nin oluşturduğu ittifakın yeni hükümetin belirlenmesinde kilit bir konuma geldiklerini göstermektedir.

Yeni koalisyon hükümeti kurma pazarlıklarında Türkmen kardeşlerimizin hak ve çıkarlarının tehlikeye atılmaması ve siyasi pazarlıkların Irak Türkmenleri sırtından yürütülerek yeni bir bedel ödemelerine yol açılmaması bu bakımdan hayati bir önem taşımaktadır.

Türkiye’nin Irak’taki gelişmeleri etkileme imkânlarını sıfırlayan AKP hükümetini bu konuda kararlı bir tutum izlemesinin Türk milletinin ortak beklentisi olduğu konusunda şimdiden uyarmak isterim.

Muhterem Milletvekilleri,

Yedi buçuk yıla yaklaşan süredir işbaşında bulunan tükenmiş bir siyasi iktidarın, ülkemizi nasıl bir bunalımın içine soktuğu son gelişmelerle iyice su üstüne çıkmıştır.

AKP hükümeti, hukuktan ekonomiye, sanattan spora, kültürden sağlığa kadar hemen her alanı kendi siyaset laboratuarında kobay olarak kullanmış ve hesaplaşmadık, tarumar etmedik değer bırakmamıştır.

Ekonomide, alanı ve etkisi genişleyen yangına hala müdahale edilememiş; işsizlik, yoksulluk ve sefalet vatandaşımızı kelimenin tam anlamıyla perişan etmiştir.

Ekonomik sorunların ve dengesizliklerin, öncelikle anayasa tartışmalarıyla perdelenmeye çalışıldığı ve geriye itildiği sinsi bir siyasi atmosfer alabildiğine vasat bulmuştur.

Ve AKP hükümeti ne kadar görmezden gelirse gelsin; krizin alt üst ettiği üretim sistemi, bunun sonucunda çoğalan işsizlik ve yaygınlaşan iflaslar milletimizi dibi karanlık bir kuyunun içine çekmiştir.

Ekonomideki sorunlar ciddidir ve çözülmesi için acilen harekete geçmek lazımdır.

  • Meyve üreticisinin ürünü dalında kalmış, esnafın rafları boşalmış, memurun cebi delinmiş ve işçinin alın teri heba olmuştur.
  • Müsrif ve sorumsuz bir siyasi yönetim altında ekonomi can çekişmekte, toplumsal hayatın her safhasından buhran yayılmaktadır.
  • AKP’nin yıkıp viraneye çevirdiği ülke manzarası içinde; iş bulamadığından dolayı hayatından vazgeçenler vardır.
  • Çocuğunu doyurmak maksadıyla gerekli olan gıda ürünlerini alamadığından, çalmak zorunda kalanlar görülmektedir.
  • Umudunu kaybeden biçareler ve başını sokacak bir meskeni olmayan mekansızlar endişe verici bir şekilde yoğunlaşmıştır.
  • Aileler dağılmakta, okula gitmesi gereken evlatlar en zor şartlarda çalışmak zorunda kalmaktadır.

Bu itibarla yarın açıklanacak olan büyüme rakamı ne olursa olsun, hiçbir sorun temelinden çözülemeyecek ve ağırlaşan hayat şartları yerini huzura ve refaha bırakamayacaktır.

Üzerinde düşünülmesi gereken en önemli konu ise, derin bir resesyon sürecinde tahrip olan Türkiye ekonomisinin, yeniden ayağa kalkmasının şu haliyle kolay olmadığıdır.

2009 yılında üç çeyrek üst üste küçülen ekonomik yapının, ilk dokuz aydaki daralması da eksi yüzde 8,4 olmuştur.

Nitekim açıklanacak olan 2009 yılı dördüncü çeyrek büyüme oranı nasıl şekillenirse şekillensin; işsizimize iş, yoksulumuza aş getirmesi mümkün değildir.

Daha düne kadar, yüksek büyüme oranlarında bile istihdam hacmindeki zayıflıkların devam etmesi ve işsizliğin bir türlü azalmaması, haklı olarak bize başka bir yorum yapma fırsatı bırakmamaktadır.

 Ekonomide, bu yılın ilk üç ayındaki gelişmelerin gayet umut verici olduğunu söyleyecek kadar gerçeklerden kopan siyasi iktidar mensupları; ne yazık ki Ardahanlıyı, Denizliliyi, Kırşehirliyi, Erzincanlıyı ne hale getirdiklerini anlamayacak kadar idraklerini yitirmişlerdir.

Bizi umutsuzluğa iten bir başka konu da; başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, birçok AKP yöneticisinin, Türkiye ekonomisinin 2010 yılında Avrupa'nın en hızlı büyüyecek ekonomisi olacağını, uluslar arası kuruluşların raporlarına dayanarak ifade etmeye çalışmalarıdır.

Kendi ülkelerinin gerçeklerini yabancı kuruluşlardan öğrenen ve üstelik bunu da övünerek anlatan bu çaresiz ve iflas etmiş siyaset anlayışının ne denli bir çıkmazın içine düştüğü gün gibi ortadadır.

Zannedersiniz ki bu kafa yapısına göre, ülkemizde ekonomiyle ilgili rapor yayınlayan kurumlara gerek yoktur ve sokaklardaki facialar bir düzmecedir.

Nasıl olsa IMF raporları vardır, Dünya Bankası yayınları sanal mutluluk ve temelsiz gelişme için gerekli vazifeyi görmektedir.

Mantık budur, anlayış bu şekildedir.

Bir tarafta, Türkiye'nin, ekonomik krizde kaybettiklerini tam anlamıyla telafi etmesinin 2011 yılının sonunu bulacağını iddia eden AKP yöneticileri vardır, diğer tarafta krizden hızla çıkıldığını söyleyen aynı zihniyetin çelişkili beyanları yer almıştır.

Türkiye ekonomisi bu iş bilmez, kararsız ve son derece başarısız olan siyasi yönetimden kurtulamadıktan sonra gün yüzü göremeyecek ve insanımız hakkı olan mutluluk ve esenliğe asla ulaşamayacaktır.

Şu hususun altını kararlılıkla çizmek isterim ki; bu iktidarı geldiği yere geri göndermek bizim için siyasi bir namus meselesidir.

Ve bunu yapacak olan kadro ve inanç ise Üç Hilal’de bir araya gelmiştir.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Geçen haftaki grup konuşmamda, AKP iktidarı süresince ekonominin yapısal sorunlarının ciddiyetle ve kararlılıkla bir türlü ele alınamadığını ifade etmiş ve bu kapsamda, halen Meclis gündeminde bulunan Türk Borçlar Kanun Tasarısı ile Türk Ticaret Kanun Tasarısı’nın, karşılıklı mutabakat sağlandıktan ve itirazlar giderildikten sonra bir an önce yasalaşması gerektiğini belirtmiştim.

Ne var ki, aradan geçen bir haftalık süre içinde, Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran AKP hükümeti bu konuda bir adım atmamış ve çağrımıza kulak tıkamıştır.

İktidarın bu vurdumduymazlığına rağmen, ekonomin önemli ve etkili aktörleri konuya sahip çıkmış ve bu alandaki hassasiyetlerini açık olarak göstermişlerdir.

Bunlar arasında yer alan TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD, TİSK gibi kuruluşlar, ekonominin ve reel sektörün yapısal sorunlarının giderilmesi için üzerlerine düşen sorumluğu yerine getirmek maksadıyla, Mecliste bekletilen Türk Borçlar Kanun Tasarısı ile Türk Ticaret Kanun Tasarısı’nın yasalaşması konusundaki duyarlılıklarını ortaya koymuşlardır.

Bu kapsamda, ekonominin ve sivil toplumun bu güzide kuruluşlarının sorumluluk bilinciyle hareket etmeleri takdire şayan bir durumdur.

Elbette ekonomideki yapısal ve kurumsal problemlerin çözülmesi bunlarla da sınırlı kalmamalı, çalışan ve üreten sektörleri dikkate alacak ve ihtiyaçlarını gözetecek kapsamlı bir politika seti süratle hayata geçirilmelidir.

Bunlar olmadığı takdirde, ekonomide yapılacak her girişimin bir anlamı olmayacak ve alınan mesafelerin bir değeri görülmeyecektir.

Anayasa değişikliği konusundaki aceleciliği malum olan iktidar partisinden beklentimiz; Mecliste bekleyen söz konusu kanun tasarılarını bir an önce yasalaştırması için harekete geçmesi ve ekonominin yapısal problemlerini kapsamlı bir şekilde çözecek hukuksal ve teknik bir girişimi gecikmeksizin başlatmasıdır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.