Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Muhterem Basın Mensupları, Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Başbakan Erdoğan’ın açılım adı vererek terörle müzakerenin sürdüğü bir dönemde PKK teröristlerinin de kanlı eylemleri maalesef devam etmektedir. Mart ayı içinde meydana gelen terör olaylarında üç Mehmetçik ve bir korucumuz şehit düşmüş; altı askerimiz, bir vatandaşımız ve üç korucumuz yaralanmıştır. Bunlara ilave olarak geçtiğimiz hafta da hain eylemler ve kayıplarımız devam etmiş, Hakkâri’nin Çukurca ve Şemdinli ilçelerinde meydana gelen olaylarda üç Uzman Çavuşumuz şehit olmuş, iki Uzman Çavuşumuz ve bir Uzman Onbaşımız yaralanmıştır. Vatandaşlarımızın yoğun katılımları ve teröre tepkileriyle toprağa verilen aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum. Şehitle katili bir tutan, gazi ile caniyi bir sayan ve teröristin ardından gözyaşı döken bir zihniyetin rezillikleri artık saklanamayacak kadar açığa çıkmıştır. Son olarak İmralı canisinin doğduğu köyde sözde doğum günü adı verilen ihanet gösterilerine bu yıl İçişleri Bakanlığı’nın tedbir adı altında hem izin, hem de onay vermiş olması teslimiyetin boyutlarının geldiği aşamayı göstermesi bakımından ibret vericidir. Ve bu gelişme hükümet kılavuzluğunda Habur’da başlayan AKP-PKK kucaklaşmasının yeni bir adımıdır. Anaların gözyaşlarını istismar ederek, sanatı ve sanatçıyı alet ederek, kimlikleri kaşıyıp toplumu ayrıştırarak, bölücülükte PKK kadroları ile yarışan hükümeti girdiği yıkım ve çözülme yolundan bir an önce dönmeye çağırıyorum. Girilen sürecin milletimize ayrılma, kutuplaşma ve çatışma getireceği konusunda, bu hususta hassasiyetleri olan köklü bir siyasal hareketin temsilcisi olarak, yolundan sapmış herkesi bir kez daha düşünmeleri konusunda uyarıyorum. Değerli Arkadaşlarım, Bu iktidarın geride kalan yıllarından akılda kalacak olanlar, bizim yedi K’lı tahribat zinciri adını verdiğimiz “Kriz, Kargaşa, Kaos, Korku, Kutuplaşma, Kavga ve Karanlık” tan başkası değildir. Toplumun tamamı, içine düştüğü yokluğun, yoksulluğun acımasız yüzüyle karşı karşıyadır ve hükümet tarafından tartışmaya açılan kardeşliği savunmanın kaygılarını yaşamaktadır. Bu gerçekler artık yalanlarla örtülemeyecek kadar acı yüzünü göstermiş, bu konuda sığınılacak bahane kalmamıştır. Ne var ki, özellikle kapalı kapılar ardında kimin ne yaptığı bilinmeyen uluslararası ilişkilerdeki durumumuz ve yaşanan iflaslar milletimiz tarafından henüz yeterince anlaşılamamıştır. Bu bilgi eksikliğini ağır bir istismarla kapatmaya çalışan iktidar, yıllardan beri adına “zafer kazandık”, “itibarımız arttı”, “sözümüzün geçtiği ülke olduk” gibi iddialarını bugüne kadar tekrarlayarak gelmiştir. Bugün, iç politikada yaşadığımız iflasların, çok daha vahiminin dış politikada yaşandığını görmek ve samimiyetle itiraf etmek için, iktidar yandaşları açısından bile artık hiçbir makul gerekçe ve bahane kalmamıştır. Bunu açık yüreklilikle dile getirmemek için ancak vicdanı karartılmış, aklı örtülmüş, hürriyeti elinden alınmış, vizyon körlüğü yaşayan, hür düşünme iradesini kaybetmiş olmak gerekmektedir. Başka türlü bir yoruma da mahal kalmamıştır. Bu konuda yapılan tespitler, ne yalnız bizim yaptıklarımızdır ve ne de ilk defa dile getirilmektedir. Nitekim, bugün AKP’de siyaset yapan bir hükümet üyesi ve 22 arkadaşının, dönemindeki uluslararası ilişkileri genel görüşmeye açmak için 19 Aralık 1997 tarihinde gündeme alınan önergelerinin gerekçelerini bundan onüç yıl sonra sizlere tekrarlamak istiyorum: O dönemdeki iddia sahipleri diyorlar ki;
Sorarım sizlere, aynı hezimetler, adına “sıfır sorun”, “kazan kazan”, “ezber bozma”, “sorunları aşma” gibi sloganlar eşliğinde 2010’lu yıllarda çok daha ağır şekliyle yaşanmıyor mu?
Peki, ülkemiz maalesef şimdi de küresel gelişmelerin taşeronluğuna mahkûm edilerek, tam bir maceranın ve tahribatın etkisi altında değil midir? Her kıtada kapı kapı gezilerek yapılan ziyaretler çok yönlü politikanın eseri midir, yoksa küresel gücün bu coğrafyalardaki mihmandarlığına soyunmak mıdır? Yine, önerge sahipleri yıllar öncesinden diyor ki; “gelinen nokta; Türkiye'yi ekonomik, siyasî, sosyal ve kültürel alanlarda güç dengelerinin tesisinde, silah araç ve gereçlerinin temininde, terörle yaptığı mücadelede bağımlı bir duruma sokuyor.” Peki, bugün karşımızdaki gerçek de böyle değil midir? AKP Türkiye’sinde terörizmle mücadele yabancıların insiyatifine ve icazetine mahkûm edilmemiş midir? Washington’un iki dudağı arasına sıkıştırılıp bırakılmamış mıdır? Ve önerge sahipleri devamla; “böylece, Türkiye’nin, dünyanın bu en hassas bölgesinde inisiyatif kullanamaz, politika oluşturamaz, hak ve menfaatlerini koruyamaz hale düşürüldüğünü” de söylemekte, ”yeni kazanımların bir yana, eskilerinin de kaybedildiğinden” bahsetmektedirler. Peki bundan on üç sene önce bu doğru tespiti yapanlar, bu tespitlerin başını çekenler bugün nerelerdedir? Fikirleri ve fikri namuslarını nereye bırakmışlardır? Bugünkü kilitlenmiş ilişkileri, tek taraflı tavizleri, ağır teslimiyetleri ve boyun eğmişlik halini nasıl yorumlamaktadırlar? O günlerde alçalma ve bağımlılık olarak gördükleri bu ilişkilerin beterini bugün nasıl sineye çekmektedirler? Bilinmelidir ki, böylesi bir suskunluk ancak tutsak zihniyetlerin inatla sürdürebilecekleri bir zillet halidir. Tarihin acımasız çöplüğü, başardık derken yıkılan, alkışlanırken çöken, takdir edilirken çözülen, tebrik edilirken teslim olan alçalmış yöneticilerin, çaresiz ülkelerin ve talihsiz toplumların düştükleri tuzaklarla doludur. Bu konuda çok uzaklara gitmeden, hiç değilse, aziz ceddimizin eseri olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış dönemlerine bakarak, bu dönemlerde yöneticilerle yabancı ülkelerin ilişkilerini inceleyerek, düşülen zafiyetleri görerek ibret almak ve ders çıkarmak lazımdır. Değerli Milletvekilleri, Yeryüzü, kendilerine hâkimiyet ve etki alanı oluşturmuş yüzlerce devletin sınırlarını tescil ettirerek parsellediği büyük bir coğrafyadır. Ve sahipsiz alan yoktur. Ne var ki ülkelerin siyasi sınırlarının binlerce yıldır değişiyor olması bugünkü sınırların da kalıcı olamayacağını, bunları korumasını beceremeyenlerin bu süreçten mutlaka zararla çıkacağını göstermektedir. Dün olduğu gibi bugün de dünya, kendisine tanınmış kaynakları ve alanı yeterli görmeyip birbirine üstünlük sağlamaya çalışan mukayeseli güçlerin mücadele alanıdır. İnsanlık değerlerinin değişimi ve gelişimi de bu durumu değiştirmemiş, sadece devletlerin birbirlerine olan güç gösterilerinin şeklini, yöntemini, dozunu ve unsurlarını çağın gereklerine göre farklılaştırmıştır. Nihai olarak zor kullanma özellikle güçlü ülkeler için hala geçerli bir son yol olmakla birlikte, genellikle güce başvurmaya ihtiyaç kalmadan çok kuvvetli bir çekim alanı oluşturarak zayıf yönetimleri yörüngeye oturtmak ve yararlanmak, çağımızın küresel projeleri haline gelmiştir. Hatta ele geçirilemeyeceği anlaşılan yönetimlerin, “demokrasi getirme, turuncu devrim, özgürlük götürme” adı altında devrildikleri, ya da ağır ekonomik bağ ve bağlantılara itilerek, borçlandırılarak denetim altına alındıkları bilinen gerçeklerdir. Artık dünyaya yön verme iddiasındaki güçler, klasik dönemin başına buyruk güçleri olmaktan çıkmış, dünyanın neresine ilgi duyuyorlarsa, o yöreye kolayca ulaşmalarını sağlayacak işbirliğine müsait yönetimler ve bu dayatmalara katkısı oranında destek vereceği ülkeleri bulabilmişlerdir. Stratejik ortaklık diyerek övünülen kavramın, aslında küresel gücün dayatmaları ile bir bölgede yürütülen “stratejik eskort” hizmetleri; müttefikliğin ise anlam değiştirerek, bir coğrafyada yabancı güçlerin çıkarlarının acenteliğine talip olunan “küresel taşeronluk”tan başka bir anlam ifade etmediği ortadadır. AKP hükümeti de işte bu görevi ifa etmektedir. Ve elbette ki dünya üzerinde gözü olan ve hayati çıkarları bulunan küresel güçler, bu niyetlerini maskeleyecek kavramlar da icat edecek, kıtaları tanzim edecek projeler uyduracak, eş başkanlar ilan edilip tıpışlanacak, her teslimiyet ayakta alkışlanıp, ödüllerle sırtlar sıvazlanacaktır. AKP zihniyetinin de sık sık övündüğü hal maalesef budur. Bu duruma müstahak olmuş bir hükümet, iflas ettim, mahkûm hale geldim, teslim oldum, açmaza düştüm demeyeceğine göre; her teslimiyeti zafer, her tavizi başarı olarak sunmak mecburiyetinde kalacaktır. AKP kadrolarının maskelemeye çalıştıkları ise tamamen bunlardır. Bu küresel türbülansa düşmüş ve meşruiyetini bu ilişkilere mahkûm etmiş böyle bir yönetim için, dünyanın neresine giderse gitsin, ne yaparsa yapsın icraatları küresel projelerin kılavuzluğundan başka bir anlam taşımayacaktır. Başbakan Erdoğan’ın iftihar ederek yaptığı zulmün eşbaşkanlığı da bu anlamdadır. Ve elbette ki bu stratejik darboğaza girmiş bir aciz yönetici için, iç kamuoyunu oyalayacak sahte kahramanlıklara da ihtiyaç olacaktır. Maksadı etkilemeyen, küresel çıkarlara ters düşmeyecek dozda kuru gürültüler çıkartarak, hamaset ile toplum aldatılmak istenecektir. Başbakan’ın “van minut” uyarısı da, “muz cumhuriyeti değiliz” açıklamaları da bu kapsamdadır. Böylesi bir teslimiyete bilerek veya bilmeden bir kez olsun sürüklenmiş bir hükümetin düştüğü girdabın çekiminden kurtulmasının, kendi başkentinden dünyaya bakabilmesinin ve bağımsız karar verebilmesinin şartları tamamen ortadan kalkmış demektir. AKP iktidarının dış politikada yaşadığı derin açmaz buradadır. Ellerine böylesine müsait bir taşeron geçirmiş olanlar ise bu fırsatı kaçırmak istemeyecekler, ödüllendirerek, madalyalar takarak, cübbeler giydirerek, fahri unvanlar vererek, övgüler dizerek işbirlikçilerini avuçlarında tutacaklardır. Başbakan Erdoğan’ın düştüğü durum tam da bundan ibarettir. Bu derece dışarıya mahkûm hale gelmiş, küresel destekle yoğun bakım şartlarına girmiş bir ülke ve hükümeti için dışarıya hizmetten, başkalarını memnun etmekten gayri bir çıkış yolu kalmamıştır. Onlarla görünmek, aynı karede yer almak, el sıkışmak, poz vermek varlıklarını sürdürmek için tek sığınak kalmıştır. Ve ne üzücüdür ki, AKP zihniyetinin ve yönetim kadrolarının içine düştükleri ruhi bunalımın teşhisi de bu gerçeklerdir. Bütün bu tespitlerin ışığı altında baktığımızda,
Ve hatta son olarak, geçtiğimiz hafta Türklerle Araplar “etle-tırnak” gibi derken, milyonlarca Müslüman Arap kardeşimizin Irak’ta yaşadığı zulme eşbaşkanlık yapmakta, Başbakan Erdoğan’ın neden hala devam ettiğini anlamak ve bu oyunların arkasındaki gerçekleri anlamlandırmak, baştan beri yaptığımız açıklamaların ışığında yorumlanırsa ziyadesiyle mümkün olacaktır. Bugün Türkiye, AKP ile dünyanın neresine ilgi gösteriyorsa, neresi ile bir ilişki kuruyorsa biliniz ki Okyanus ötesinin projelerine mahkûm hale gelmiş olmanın kaçınılmaz sonuçlarını yerine getiriyor ve hizmet ediyor demektir. Bu ilişkilerin hiç birinde Başkent Ankara vizyonu ve derinliği yoktur. Haysiyetli münasebetler, onurlu duruş, milleti temsil yoktur. Yabancı başkentlerle örtüşen küresel projelerin, yerel coğrafyalarda kargo hizmeti yürütülmeye çalışılmaktadır. İran’la münasebetler, Suriye ile ilişkilerimizin değişmesi, Kafkasya ve Avrasya politikalarımız, Ortadoğu ve Irak münasebetlerimiz gibi sayısız alan maalesef ki enerjisini ve vizyonunu Ankara’dan değil, başka başkentlerden almaktadır. Peki bu ilişkilerin hiç mi ülkemize bir katkısı olmayacaktır? Elbette ki bunu söylemek mümkün değildir. Bu küresel pastadan taşeronlara da düşecek birkaç lokma olacaktır. Ancak bilinmelidir ki, bütün bozuk saatler de günde iki defa doğruyu gösterirler. Bunlar işin doğru olduğunun ve doğruya yöneldiğinin işaretleri olamazlar. Bu ilişkilerden ecdadımızın hedefi olan küresel hak ve hakkaniyet felsefesi asla doğmaz. Olsa olsa bugün AKP’nin yaptığı gibi insanlığı tanzim etmeye çalışan bir zorba gücün sağdıçlığı olur, hizmetkârlığı olur. Değerli Arkadaşlarım, Bildiğiniz gibi ecdadımızın katillikle suçlandığı küresel bir kampanya sözde Ermeni soykırım iddiaları adıyla yıllardan beri ısrarla sürdürülmekte ve gündemde tutulmaktadır. Bu ülkeler içinde en ilginç olanı, her sene aynı dönemlerde konuyu gündeme taşıyarak Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan, taviz vermesine uğraşan Amerika Birleşik Devletleri’nin tutumudur. Bu ülke ne iddiaları kabul etmekte, ne de reddedip gündemden düşürmektedir. Her yıl Nisan ayında oluşturulan bir baskı ortamı ile Türkiye üzerinde oyunlar oynanmak istenmekte; verilecek yeni tavizler için, sunulacak yeni talep listeleri için hükümetin sıkıştığı alan kullanılmaya çalışılmaktadır. Durum bundan ibarettir. Nitekim bu yıl da böyle olmuş, geçen yıllardakinin bir benzeri tekrarlanarak sözde Ermeni soykırım iddiaları ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda kabul edilmiştir. AKP hükümeti de, büyükelçimizi geri çekerek karara tepki göstereceğine dair kuvvetli işaretler vermişse de, aradan geçen birkaç haftalık sürede hükümetin gerçek yüzü görünmüş ve yelkenler suya indirilmiştir. Mademki Başbakan Erdoğan, ABD’ye gitme kararı almıştır, büyük elçimiz geri dönmektedir, buradan sormak ve cevabını öğrenmek lazımdır:
Diyelim ki bu yılı bir yolla atlattılar, peki sorarım sizlere gelecek yıl ve yılların güvencesi ne olacaktır, kim bunların garantisini verecektir? Türkiye her yıl iddialar kabul edildi-edilmedi kâbusları görerek daha fazla ilerleyemez, ABD Başkanı soykırım dedi mi demedi mi tartışmalarıyla her yıl yeni tavizler vererek daha fazla yol alamaz. Artık hükümetin, ABD’nin sözde soykırım iddialarının baskısını Türkiye üzerinde ustalıkla kullanma siyasetinin tuzağını görmesi gerekmektedir. Bu konunun sıcak tutulmasından maksat, ABD tarafından lehte yada aleyhte çözülmesi değil, bir baskı ve dayatma unsuru olarak Türk diplomasisi ve hatta Ermeniler üzerinden taviz ve dayatmalar zinciri oluşturulmasıdır. Gerçek budur. Başbakan Erdoğan, bu şartlar altında ABD’ye gitme kararı verdiğine göre, bizim bu ziyaretten çıkartacağımız anlamlar şunlardır:
Başbakanın ABD’ye gitmesi, bize göre ancak bu sonuçların alınması veya vaad edilmiş olması ile mümkündür. Bunların dışında bir sonuç beklentisi ile Washington’a gidilmesi, ancak yeni bir seviye kaybı, yeni bir küçülme ve alçalma halidir. Bu konuda yeterince sabıkası olan teslimiyetçi zihniyetin bunu tekrarlamaması kendisinden beklenen bir sonuçtun ve layığı da bu olacaktır. Değerli Milletvekilleri, Geçtiğimiz hafta içinde AKP tarafından hazırlanıp topluma dayatılmak istenen “AKP Anayasası” TBMM Başkanlığına önce sunulmuş ve ardından imzalardaki şaibeler nedeniyle birkaç gün sonra geri çekilmiştir. Bu metin içinde bulunan maddelerin içeriğine ait değerlendirmeler başka bir tartışmanın konusudur. Ne var ki, Anayasa gibi çok ciddi bir sözleşme metnini sahte imzalarla sulandıran bir zihniyetin Anayasa değişikliği ile sağlamayı amaçladığı gelişmeler hakkında ne kadar inandırıcı olabileceği herkesi düşündürmelidir. İmza atan milletvekillerinin bile haberinin olmadığı düzmece metinlerin, muhalefet tarafından farkına varılmış olması üzerine teklif dün yeniden ele alınarak Başbakanın da imzasıyla ve ilave iki madde ile birlikte tekrar Meclis Başkanlığına sunulmuştur. Bu Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir rezalet olarak kayda geçecektir. Anayasa gibi önemli bir değişimi hedefleyenlerin ne derece ahlak ve ilkeden mahrum olduklarını da herkese gösterecektir. Bu olay da göstermiştir ki, ne derece güzel değişiklikler hazırlarsanız hazırlayınız, arkasında bunları uygulayacak erdemli ve liyakatli kadrolar ile yüksek siyaset ahlakı olmadıkça, sonuç alınması mümkün olmayacaktır. AKP zihniyeti daha işin başından çuvallamış ve niyeti konusunda milletimizde kuşkuları artırmıştır. Türk milletinin temsilcileri olan milletvekillerinin attıkları imzaların kendi partileri tarafından geçersiz sayılması onlar için tam bir utanç vesilesidir. Ne var ki bu teklifler de, Milliyetçi Hareket Partisi tarafından ciddiye alınmayacak, üzerinde ayrıca ve ilave bir yorum yapmaya değer bulunmayacaktır. Zira bizim Anayasa değişiklikleri konusunda baştan beri tutumumuz bellidir ve değişmemiştir. Bunları şu başlıklar halinde şöyle özetlemek mümkündür: 1. Anayasalar toplum sözleşmeleridir. Yalnızca bugün yaşayanları değil, yarın doğacak kuşakları da etkileyecek, siyasetin ve zamanın üstünde ve ötesinde metinlerdir. Anayasayı değiştirenlerin siyasetten çekilmiş oldukları dönemlerde bile ürettikleri anayasalar toplumu yönlendirmeye devam edeceklerdir. Anayasa hazırlamanın sorumluluğu büyüktür ve milletlerin geleceğinde hayati öneme haizdir. Bu nedenle toplumu oluşturan herkesin ve her kesimin azami talep ve beklentilerini önce dinlemek, sonra değerlendirmek ve sonra da karara varmak esas olmalıdır. Bu durumda, uzlaşma arayışları, uzlaşma ahlakı, uzlaşma kültürü, uzlaşma ortamı ve bunların üzerinde yapılacak ittifak Anayasaların etik ve toplumsal kaynağı olmak durumundadır. Mevcut anayasa değişiklik teklifi bu haliyle tam bir AKP anayasasıdır ve tümüyle dayatmadır. Hazırlanma sürecinde ve olgunlaşmasında Milliyetçi Hareket Partisi ile hiçbir arayış içine girilmemiş, önerilerimiz dikkate alınmamıştır. AKP içinde yandaşların işbirliği ile hazırlanan bir metin son dakikada karşımıza çıkartılmış ve sözde randevu talep edilerek işbirliği adı altında onayımız istenmiştir. Bu yöntem, her şeyden önce anayasanın maksadının ruhuna aykırı olduğu gibi, aynı zamanda Milliyetçi Hareketin siyaset ahlakına da aykırıdır. Milliyetçi Hareket, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden itibaren TBMM çatısı altında bulunmaktadır. Partimiz, varlığımızı aradan geçen iki buçuk yılda hatırlamayanların, hatta bizi aşağılayanların şimdi başlarının sıkıştığı yerde çekecekleri imdat kolu değildir. Milliyetçi Hareketin hiçbir ferdi kendisini faşist olmakla suçlayan, kurucu genel başkanının işine gelen sözlerini alçakça istismar eden, parti amblemimize tabela diyen, bizi kafatasçı olarak suçlayan çürümüş zihniyetlerin kokularına katlanamaz. Bilinmelidir ki, partimiz, oluşumunda katkısının bulunmadığı hiçbir siyasi fikre veya hazırlığa asla açıktan destek veremez, figüran olamaz ve birilerinin piyonu haline gelmez. Bizim siyaset ahlakımızda, muhterem kadrolarımız bedeli ne olursa olsun bu tür dayatmaları kesinlikle reddeder. 2. Anayasalar, siyasal ve toplumsal huzurun, barışın, kardeşliğin, uzlaşmanın ve işbirliğinin hiç değilse asgari düzeyde yaşandığı iklimlerde vücut bulacağı moral değerler ve manevi atmosferde sağlıklı olarak oluşur ve devam ederler. Nitekim, önceki anayasa değişikliklerinin demokrasi dışı arayışların akabindeki sanal rahatlıktan beslenerek tutunmaya çalıştığı, bu nedenle de toplumun gerçeklerle yüzleşmesiyle beraber etkilerini daralttıkları görülmektedir. Ne var ki bir anayasayı TBMM’deki bir siyasi partinin tek başına hazırlamış olması da anayasanın sivilleşmesi anlamını taşımayacaktır. Nitekim 1982 anayasasını da askerlerin seçtiği sivil bir komisyon hazırlamıştır. Burada önemli olan anayasa değişikliklerinin zemin bulacağı ortamın önce demokratik, sonra toplumsal ve sonra ahlaki zemine dayandırılmasıdır. Türkiye’nin bugün yaşadığı ağır sosyal, siyasal, ekonomik ve ahlaki buhran hepimizin malumudur. Devlet kurumları arasında ağır suçlamalar ve çatışmalar vardır. Yasama, yürütme ve yargı arasında birbirinin görev alanına giren müdahaleler ve gerilimler mevcuttur. Toplum özellikle hükümet eliyle etnik tahriklere maruz kalmış, kutuplaşma ve cepheleşme sürecini yaşamaktadır. Ülkemizin devlet ve millet olarak bu derece kargaşa yaşadığı bir dönemde sağlıklı bir karara varılması, uzun ömürlü bir sonuca ulaşılması için asgari huzur ve moral ortamı bulunmamaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi, böylesi bir ortamın seçimden sonra gerçekleşeceği düşüncesindedir. Ve anayasa değişikliğinin 24. Dönem TBMM iradesine bırakılmasını bu nedenle ısrarla savunmaktadır. Bu konuda kararımız kesindir. Müzakereye açık değildir. 3. Biz Anayasaların bir dönem sandalye çoğunluğunu elinde tutan partinin anayasası olarak değil, toplumumuzun tamamının paylaşacağı ve katılacağı uzlaşma alanları olarak görmekteyiz. Anayasaların da kutsal metinler olmadığını, değişebileceklerini öteden beri söylemekteyiz. Ancak bizim önerimiz, değişiklik tekliflerinin bir dayatma haline almadan, TBMM’de temsil edilen tüm siyasi partilerin ve hatta bütün sivil toplum örgütlerinin, kurum ve kuruluşların görüş ve katkılarıyla olgunlaşması yönündedir. Bunun için de tekliflerin TBMM bünyesinde bütün yönleriyle değerlendirileceği bir uzlaşma komisyonunun kurularak, mutabık kalınan hususların kamuoyuna anlatılmasını önerdik. Aksi halde toptancı tutumlar ve paket halinde sunulan öneriler, ne milletimiz tarafından, ne de yasa koyucularca anlaşılmaktan ve anlatılmaktan çok uzak kalacaktır. Herkesin başka bir yorum getirdiği böylesi bir muğlâk ortamda, velev ki referanduma gidilse bile milletin neye evet, neye hayır diyeceği anlatılamayacaktır. Bu itibarla, bu dönemde TBMM’de bulunan siyasi partiler arasında kurulacak “Anayasa Değişiklik Komisyonu” vasıtasıyla olgunlaştırılıp, önümüzdeki dönemde de yasalaşması fikrimizi aynen koruyoruz, bu düşüncemizin şimdi de arkasındayız. 4. Anayasa, adı üzerinde ülkemizdeki bütün münasebetlerin üzerine şekillendiği temel değerlerin hukuki dayanağıdır. Bu yönüyle etikten ayrı düşünülmesi söz konusu olmamalıdır. Ne var ki daha işin başından itibaren hayasızca sürdürülen bir kampanya ile sözde partimize mensup milletvekillerinin bile Anayasaya destek vereceklerine dair alçakça şaiyalar yayılmaya çalışılmaktadır. Kapı kapı gezen bazı zavallılar ise Milliyetçi Hareket Partisi’ne gönül vermiş milyonları etkileyeceklerini düşünmektedirler. İşin yalnızca bu yönü bile AKP ve bir avuç işbirlikçisi dışında Anayasanın geçmeyeceğine dair bir panik içine girdiklerini, derin korkular yaşadıklarını şimdiden göstermesi bakımından ibret vericidir. Kendi milletvekillerini iknada başarılı olamayanlar, kendi aralarındaki insanları ikna edemeyenler şimdi başka mecralarda şansını boş yere deneme arayışındadırlar.
Erdoğan’ın önce başbakan, sonra eşbaşkan, şimdi ise başyargıç olma hezeyanlarına, bu dünyada hesaptan kurtulma arayışlarına asla ve asla destek olmayacaktır. Muhterem Milletvekilleri, AKP iktidarının birbiriyle uyumsuz çarpık politikaları, karanlık ve sisli bir ekonomik ortamdan silkinip ayağa kalkmanın yollarını arayan ülkemizin önündeki en büyük engel olarak karşımızdadır. 2009 yılına ait büyüme verilerinden sonra da böyle bir manzarayla karşılaşılmış, anlamsız bir sevinçle AKP hükümeti yine gerçekleri saptırmak için kolları sıvamıştır. Bizim için elbette derin bir resesyondan teorik de olsa çıkılması önemlidir ve en azından ekonominin belini doğrultabilmesi için bu gereklidir. Ancak, biz meseleyi büyüme oranının yalnızca sayısal boyutuyla ele almayız ve ‘her şey düzeldi’ aceleciliği ve aldatmasıyla asla yaklaşmayız. Bu olsa olsa, AKP’ye yakışan ve siyasi meşrebine uyan bir davranış olacaktır. Ve nitekim öyle de olmaktadır. Küçülmenin dehlizinde uzunca bir süredir çırpınan Türkiye ekonomisi; kriz dalgalarıyla savrulmuş, tahrip olmuş ve ağır bir darbe almıştır. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmadan büyümedeki gelişmelere baktığımızda, ekonominin tam dört çeyrek dönem boyunca yerlerde süründüğünü açıklıkla söylememiz mümkündür. Bu manzara, krizin ölümcül bir darbe indirdiğini bizlere kanıtlamış, Türkiye bu anormal süreçte fakirleşmiş, geliri azalmış ve ekonomisi dağılma noktasına gelmiştir. Ortaya çıkan bu olumsuz tablonun hiçbir yerinde, krizin teğet geçtiğine dair bir emare yoktur. ‘Bize bir şey olmaz’ diyerek yaygara koparan ve aczini perdelemeye çalışan Başbakan Erdoğan’ı haklı çıkaracak en ufak bir kanıt söz konusu değildir. Kriz, AKP’yle birlikte savunma hattı çökmüş ve bütün önleyici mekanizmaları paslanmış ve çürümüş ekonomik sistemi işlemez bir hale getirmiştir. Bu gerçeği fark edemeyecek kadar gözleri kararmış olan Başbakan Erdoğan, 2009 yılı dördüncü çeyrekteki yüzde 6’lık büyümeyi de iddialarına dayanak yapmış ve gelecekte Türkiye’nin dünyada ilk on ekonomiden birisi olacağı zırvasını tekrarlamıştır. Yedi yılı aşan hükümet etme döneminde, taş üstüne taş koymadan, temelsiz ve haddini aşan hedeflerle akılları karıştırmaya uğraşan Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye ekonomisini gelişmiş ülkeler klasmanına nasıl sokacağını da zahmet edip açıklamasında yarar vardır. AKP hükümetinin, yalan ve dolanla doğruları eğip büktüğü, gelişmeden ve zenginleşmeden hiç utanmadan bahsettiği bir süreçte, Başbakan Erdoğan’ın nasıl bir ruh halinin içinde olduğu sözlerinden ve yaklaşımlarından gayet net bir biçimde anlaşılmaktadır. Şayet dünyada ilk on ülke arasında olacaksak, bu asla büyüyen ve kalkınan bir ekonomiden dolayı olmayacaktır. Olsa olsa ülke olarak, bu siyasi zihniyetin yol göstericiliğinde işsizlikte en ön sıralarda yer alırız ve yoksullukta birçok Afrika ülkesiyle rekabet ederiz. Bundan başka bir durumun görülmesi mümkün olmayacaktır. Her alanda olduğu gibi, ekonomiyi de uluslar arası gelişmelerin kıskacına hapseden AKP hükümetinin, vatandaşlarımızın yaşadığı sıkıntıları dikkate alması ve buna göre bir politika geliştirmesi şu haliyle çok zor görülmektedir. Gündemin ana meselelerini ört bas etmek maksadıyla, kutuplaşmanın soğuk sularında gemisini yüzdürmeye çalışan iktidar partisinin; İzmitlinin sorunlarını umursadığını, Sakaryalının dertlerini önemsediğini, Zonguldaklının hayal kırıklıklarını dikkate aldığını ileri sürmek imkân dâhilinde değildir. Ve Başbakan Erdoğan, Türkiye ekonomisinin gelişmiş ilk on ülke arasında yer alacağıyla ilgili fantastik hayaller kuracağına, yakın bir zamanda nasıl hesap vereceğini düşünmesi kendisi açısından daha faydalı olacaktır. Elbette Türkiye girdiği bu ekonomik bunalımdan çıkacaktır ve bunun için gerekli her türlü hazırlığımızın olduğu iyi bilinmelidir. Ancak o gün geldiğinde, ki bu çok yakındır, Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan ve AKP gibi bir derdi ve gündemi kalmayacaktır. Bu yolsuzluk şebekesi adalet önünde hesap verirken, Türkiye ve Türk milleti mutlaka daha emin ve kararlı bir şekilde tarihi yolculuğuna devam edecektir. Muhterem Arkadaşlarım, AKP kadrolarının, büyüme rakamlarına bakarak neredeyse sevinç çığlıkları attığı ve “krizden en az etkilendiğimizin ispatıdır” mealindeki açıklamaları, ekonomideki bu kadar tahribata ve zincirleme facialara rağmen gerekli dersleri çıkaramadıklarını göstermiştir. 2009 yılı son çeyrek büyümesi yüzde 6 düzeyinde gerçekleşmiş, ancak yılın tümünde ekonomi yüzde 4,7 oranında küçülmüştür. Derin bir durgunluk sürecinin ilelebet devam etmesi mümkün değildir ve bir aşamadan sonra dibe oturan ekonominin yukarı doğru tırmanması eşyanın tabiatı gereğidir. Kaldı ki, sürekli küçülen ya da hiç büyümeyen bir ekonomiye en azından bu zamana kadar rastlanılmış değildir. Baz etkisi doğal olarak kendisini büyüme sürecinde de gösterecektir ve bunun 2010 yılının ilk çeyreğinde daha fazla hissedilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bunu kısmen anlayan iktidar mensupları, kendi marifetleri olacakmış gibi, şimdi de çift haneli büyüme oranlarından bahsetmeye başlamışlardır. Geride bıraktığımız yılın son döneminde görülen büyümenin, AKP iktidarı tarafından haddinden fazla abartıldığı ve yersiz bir umuda neden olduğu açıktır. Nitekim 2009 yılının tamamı açısından bir değerlendirme yaptığımızda, milli gelirin içinde çok önemli bir yeri olan özel tüketimin yüzde 2,3 azaldığı görülmektedir. Bu sonuç, vatandaşlarımızın yeterli gelirleri olmadığını açıklıkla kanıtlamış, iç talebin ise düştüğü yerden hala kalkamadığını anlaşılmıştır. İnsanımızın cebinde harcayacak parası olmadan, ekonomideki büyümenin kime ne faydası olacaktır? Bizim için düşündürücü olan diğer bir husus ise, yatırımlar konusu olmuştur. İşsizliğin azalmasında olmazsa olmaz bir fonksiyonu bulunan yatırımlar 2009 yılında yüzde 19,2 küçülmüştür. Yüzde 6’lık büyümenin gerçekleştiği son çeyrekte bile, yatırımlardaki gerileme yüzde 4,7’dir. Peki, bu ortamda milyonlarca işsiz kardeşimin yüzü nasıl gülecektir? Mağdur hale gelen bu kardeşlerimiz, ne yiyecek, ne içecektir? Başlıca merakımız da, Başbakan Erdoğan’ın bunları aklına getirip getirmediğiyle ilgilidir. Yatırım yapılmadan, fabrikalar çalışmadan, iş makineleri faaliyete geçmeden, işsizlerimiz hayata nasıl tutunacaktır? Çocuklarının umutları nasıl yeşerecektir? Yoksul düşmüş işsizlerimiz kiralarını nasıl ödeyeceklerdir? Mutfaklarında sıcak aş nasıl kaynayacaktır? Ekonomik büyümeden dolayı ümitlenen Başbakan Erdoğan ve yandaşlarının bu sorulara verecekleri bir cevapları var mıdır? Değerli arkadaşlarım, elbette bu omurgasız ve köksüz siyasi zihniyetin bu sorulara vereceği bir cevabı yoktur, olamaz da. Çünkü işsizlik AKP’nin eseridir, yoksulluk bu iktidarın sonucudur. Takdir edersiziniz ki, içinde bulunduğumuz yıl içinde küresel ekonomi, yaşadığı tramvaya rağmen büyüyecektir. Ancak yakalayacağımız büyüme temposunun gelişmekte olan ülkeler ortalamasının gerisinde kalacağı da bir vakıadır. Üretim artmadan, yeni, yatırımlar yapılmadan aksini düşünmek zaten mümkün değildir. Büyümeye etki yapacak alanlar olan; otomotiv sektörü, ihracat ve iç satış hacminde bir kıpırdanma vardır, ancak bu kriz öncesinin hala çok altındadır. Bu kapsamda, iç ve dış talebin hastalığı düzelmeden, büyümenin de bir sonuç doğurması mümkün değildir. Özellikle Avrupa ülkelerinde, gözle görülür bir düzelme yaşanmadan, ekonomimizin sağlıklı bir yapıya kavuşması çok zor olacaktır. Türkiye’nin sahip olduğu büyüme modelinin, genellikle uluslar arası ticari ortaklara bağlı olduğu göz önüne alındığında, dışarıda oluşabilecek bir gerilimin büyümede tekrar ciddi bir sıkıntıyı ortaya çıkarabileceği ortadadır. Küresel alandaki krize karşı dengeli ve korunaklı bir alan oluşturmuş olan başta Çin ve Hindistan gibi ülkeler, gerçekçi büyüme ve kalkınma stratejileriyle, kriz şartlarında bile yüksek büyüme rakamlarına ulaşabilmişlerdir. İç tasarruflarını hareket geçiren ve iç pazarlarını baz alarak kendilerini krizden koruyan bu ülkelerin, kriz sürecinden çok etkilenmemeleri dikkate değerdir. Bize göre, Türkiye’nin hali hazırdaki büyüme modeli, ekonominin istikrarsız olmasında temel nedenlerden birisidir. AKP hükümeti ekonomi politikalarını dış kaynaklara dayalı, sıcak paraya bağımlı olarak kurgulamış ve bunun da acı sonuçlarına vatandaşlarımız katlanmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin ne eksiği vardır? Mesela neden Güney Kore’nin, Malezya’nın, Çin’in ya da Hindistan’ın ekonomik performansını gösterememektedir? Uzakdoğu’nun birçok ülkesi, yıllık yüzde 8 ila 10 arasındaki büyümeyi yakalamışken, ülkemiz her şeye sahip olduğu halde, neden bunu başaramamaktadır? Ekonomiyi önceliğine alması gerekirken, siyasi ve ideolojik temelli kavga ve gerilimlerle kendisine verilen süreyi heba eden AKP zihniyeti, önce bunları düşünmeli ve sağlıklı ve iş üreten sürdürülebilir bir büyümenin arayışında olmalıdır. Üretim tekniklerinden, ticaret anlayışına, iş disiplininden verimliliğin ortaya çıkma şartlarına kadar her şeyin yeniden düşünülmesi ve yeni baştan ele alınması artık bir mecburiyet halini almıştır. Ne var ki, Türkiye bu konularda kararlılık gösterecek siyasi bir iktidardan mahrumdur ve AKP hükümeti dar ve kısır gündemiyle ülkemizin yarınlarını beka düzeyinde tehlikeye atmıştır. AKP’yle birlikte Türkiye maalesef; ekonomide küçülmüş, siyasette çatışmış, dış politikada teslim olmuş, sanatta açılmış, sağlıkta saçılmış, kültürde bozulmuş bir görünüm kazanmıştır. Muhterem Milletvekilleri, Ülkemiz ekonomisinde önemli bir yeri olan meyve üreticiliğinin son yıllarda, AKP’nin uygulamalarıyla sıkıntılı bir dönemden geçtiği hepinizin malumudur. Bu da yetmezmiş gibi, tabiat şartlarından kaynaklanan bazı olumsuzluklar da meyve üreticisi kardeşlerimizi çok zora sokmuştur. Özellikle Malatya’daki kayısı üreticilerimizin karşı karşıya kaldığı don, dolu ve rüzgâr verimin ve kalitenin düşmesinde çok etkili olmuştur. Cenab-ı Allah’ın takdiri olan bu afetlerin engellenmesi elbette mümkün değildir. Bunun farkındayız. Ne var ki, ortaya çıkan zararın telafisi mümkündür ve bu da öncelikle hükümetin konusudur. Doğal afetlerin etkilediği kayısı üreticilerimizin zararları çok fazladır. Beklentimiz AKP hükümetinin, Malatyalı kayısı üreticisi kardeşlerimizin artan sorunları için bir an önce harekete geçmesi ve tarım sigortalarıyla ilgili sorun olan bazı hususları yeniden gözden geçirmesidir. Kayısı üreticisi vatandaşlarımız, anayasa değişikliğine odaklanmış AKP hükümetinin destek ve ilgisini beklemektedir. Ürünü dalında kalmış kardeşlerimizin dertleri kuru sıkı demokrasi nutuklarıyla çözülmemekte, anayasa üzerinden yürütülen propagandayla bitmemektedir. Milliyetçi Hareket Partisi kayısı üretici kardeşlerimizin yanı sıra, tüm meyve üreticilerinin yanında olmaya devam edecek ve sorunlarını açıklıkla dile getirecektir. Değerli Arkadaşlarım, Çalışmadan kaynaklanan haklarını alabilmek için, onurluca mücadele eden Tekel işçilerimiz, geçtiğimiz hafta AKP hükümetinin gazabına uğramışlardır. Kazanılmış haklarını aramak için Başkentimize tekrar dönen işçi kardeşlerimize yönelik şiddet uygulamalarını makul karşılamak asla mümkün değildir. Başbakan Erdoğan ve partisinin demokrasi ve özgürlük anlayışı; cop olmuş, biber gazı olmuş ve Tekel işçilerimizin üzerine yağmıştır. Ortaya çıkan çirkin manzaraları hiçbir işçimiz hak etmemiş ve herkes bu iktidarın gerçek yüzünü bir kez daha görmüştür. Partimiz otokrat ve tahammülsüz AKP iktidarının bu davranışını kınamakta, artık bir kangren halini alan Tekel işçilerimizin meselelerinin bir an önce çözülmesini beklemektedir. Konuşmama son vermeden önce bir konuyu sizinle paylaşmak istiyorum; Türkiye, geçtiğimiz hafta, yıllardır partisinin arka bahçesinde cirit atan soyguncular ve zekâtlarımızı çalan şebekeler için suskun kalan Başbakan’ın nihayet kıpırdanmasına şahit olmuştur. İnanç soyguncuları için ilk kez bir değerlendirme yapmaya yeltenmiş ve onlara hitaben “yatacağı yeri yok” demiştir. Bu açıklama Başbakan Erdoğan’ın hidayete erme noktasında aşama kaydettiğini göstermesi bakımından dikkat çekici olmuştur. Ancak yeterli değildir. Ne var ki, ben de başbakana, bunca haram malın, yetim hakkının, kul hakkının, yoksulluğun ve tahribatın, teslimiyetin hesabını vermeden peşini bırakmayacağımızı açıklamak istiyorum. Başbakan ve ekibi bilmelidir ki; bu yaptıkları karşısında “yatacağı yer de yoktur, kaçacağı delik de yoktur”. Milliyetçi Hareketin nefesi ensesinde, mazlumların iki eli yakasındadır. Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
|