13.04.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
13 Nisan 2010

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce son aylarda artan ancak son haftalarda ise doğrudan siyasetçileri hedef alan fiziki müdahalelerle ilgili eleştirilerimi ve düşüncelerimi açıklamak istiyorum.

Bu vesile ile geçtiğimiz günlerde Van’da ve dün Samsun’da meydana gelen endişe ve üzüntü verici saldırıları kınıyorum.

Siyaset adamlarına yönelen bu tacizlerin son aylarda artmış olması ve giderek de artış eğilimi göstermesi, özellikle hükümet tarafından kışkırtılan gerilim ortamında bir tesadüf olarak görülmemelidir.

Yaklaşık 26 yıldır süren bölücü terörün en büyük amacının, toplumu etnik kimliklere göre parçalayarak, milletimiz içinde kutuplaşma yaratmak ve çatışma için zemin hazırlamak olduğu bilinmektedir.

Ne var ki, bin yılın kaynaştırdığı aziz milletimiz önüne konan tuzaklara düşmemiş, en ağır tahrikler karşısında bile sükûnetini korumasını bilerek çatışmadan uzak durmuştur.

En zor ve en tahammül edilemez anlarda, aziz şehitlerimizin omuzlarda taşındığı günlerde dahi metanetini korumasını bilmiştir.

Ancak, son zamanlardaki taşkınlıklar PKK’nın yıllarca yapamadığını AKP’nin “açılım” denen yıkım sürecinin yapmaya başlayacağının işaretlerini vermektedir.

Çok eski değil, 26 Kasım 2009’da Çanakkale’nin Bayramiç, 15 Aralık 2009’da Muş’un Bulanık ilçelerinde, 3 Ocak 2010’da Edirne TEM Otoyolu girişinde, 5 Ocak 2010’de Mersin Akdeniz ilçesinde, ve 6 Ocak 2010 tarihinde Manisa Selendi ilçesinde yaşanan talihsiz olaylar Başbakan Erdoğan ve kadrolarının ağır tahrikleri ile ortaya çıkmıştır.

Van’da ve Samsun’da yaşanan olaylar da aynı zihniyetin yıllardır cepheleştirme, kutuplaştırma ve çatıştırma siyasetinin bir ürünüdür.

Bu kapsamda herkesi sağduyuya davet ediyor ve aklı selimle hareket edilmesinin çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.

Hükümeti, vakit çok geç olmadan, toplum daha fazla ayrışmadan, biriken gerilim çatışmaya dönmeden, girdiği yıkım yolundan ve milletimize saçtığı nifaktan bir an önce dönmeye çağırıyorum.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Her yıl olduğu gibi Kutlu Doğum Haftası’nın sevinci 14-20 Nisan tarihleri arasında tüm yurtta paylaşılacak, bu vesile ile inanç dünyamızın muhteşem kaynaklarının derinliklerine nüfuz edilme imkanı bulunacaktır.

Bu yılki kutlamalara ayrı bir anlam katan ise kitabımız Kuran-ı Kerim’in Allah katından beşeriyete inmeye başlamasının 1400. yılına da hayırla tesadüf etmiş olmasıdır.

Maddi dünyanın olağanüstü gelişmelerine rağmen derin bir manevi buhran içinde kıvranan insanlığa huzurun, saadetin ve ebedi kurtuluşun müjdesi olan Kuran-ı Kerim ile, bu ilahi mesajı insanoğluna tebliğ eden Peygamberimize olan muhtaçlığımız çok şükür ki artarak devam etmektedir.

Cenab-ı Allah”ın vahyinin ilelebet kalacağı ve insanlığın kalbini aydınlatacağı muhakkaktır.

Ancak özellikle bulunduğumuz dönemde İslam toplumlarının içine düştükleri bunalım, çekmekte oldukları çileler, yaşadıkları maddi ve manevi buhran ilee İslam olmayan toplumların yaşadıkları değerler krizi; bu ilahi mesajın müjdelerine daha fazla ihtiyacımız olduğunu göstermektedir.

Yine aynı şekilde, bu tebliğin insaniyete biricik vasıtası olan Peygamberimizin ahlakı ve kutlu şahsiyetini daha fazla örnek almamız gerektiğini hepimize işaret etmektedir.

Bu ve benzeri vesilelerle milyarlık İslam dünyasına ve onun bir parçası olan milletimizin inancına, kültür ve medeniyetine kaynaklık eden Kur’an-ı Kerim’in, insanlığa sunduğu rahmet yüklü mesajların bir kez daha idrak edilmesi ve yaşanması, hepimizin aradığımız gerçeği bulmamızda en güvenilir rehber olacaktır.

Mukaddesatımıza kaynaklık eden bu mübarek değerlerin anılmasına vesile olanları ve inananları kutluyor, hafta boyunca yapılacak kapsamlı etkinliklerde görev alacak kardeşlerime başarılar diliyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi dost ve kardeş Kırgızistan’da geçtiğimiz hafta sonu büyük toplumsal olaylar gerçekleşmiştir.

Sokaklara ve meydanlara çıkan öfkeli Kırgız soydaşlarımız, ülkelerindeki hükümetin değişmesi ve devlet başkanının Başkentten ayrılması ile sonuçlanan üzücü olayları üç gün süren kargaşa sırasında yaşamışlardır.

Dileğimiz, Kırgız kardeşlerimizin demokrasi içerisinde, huzur ve refaha bir an önce ulaşmalarıdır.

Bu vesile ile olaylar sırasında hayatını kaybedenlere Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar, soydaşlarımıza esenlikler diliyorum.

Kırgızistan’da yaşanan bu son olay da göstermiştir ki, Türklüğün ana vatanı olan büyük Avrasya coğrafyası üzerinde küresel oyunlar devam etmektedir.

Giderek derinleşen yoksullaşmanın biriken öfkesi, toplumları arayışlara itmekte, yeterince demokratik olmayan sistem, ancak zorlamalarla değişecek yapılara maalesef kapı aralamaktadır.

Ülkelerdeki güç ve otorite boşluğu ve siyasi istikrarsızlıkları cebri tedbirlerle örtmeye çalışan ve nispi sükuneti huzur zannedenler, maalesef ülkelerine felaketten başka bir sonuç getirmemektedirler.

Kırgızistan, yer altı kaynakları ve üretim potansiyeli açısından yetersiz olsa da, bulunduğu coğrafyanın önemi ile stratejik oyunların odağı olmaya devam edecek gibi görünmektedir.

Özellikle İran, Çin, Rusya ve Amerika arasındaki güç dengelerinin çarpıştığı bu coğrafyalarda, maalesef ki Türkiye hem demokrasi, hem de bir devlet modeli olmaktan çok uzaklara düşmüştür.

Yalnızca soydaşlığımızdan yararlanılan bir taşeron stratejisi ile bugün ABD’nin ve küresel değerlerinin temsilciliğinden başka bir anlam taşımayan ilişkilerimizin durumu acilen gözden geçirilmek mecburiyetindedir.

Yalnızca Kırgızistan için değil, bu muazzam topraklarda yaşayan bütün kardeşlerimiz için gerçek anlamıyla tam bağımsız olabilecekleri, bağımsız karar alabilecekleri bir düzenin oluşturulması şarttır.

Aksi takdirde, bir küresel güçten kurtarırken ve bir küresel oyundan çıkarırken; yeni bir küresel güce kaptırmamız, başka bir senaryonun içine sokmamız ve büyük oyuncuların taşeronu haline getirmemiz içten bile değildir. Maalesef ki bugünkü manzara da buna benzerlik göstermektedir.

Türkiye’nin en büyük talihsizliği, Orhun Anıtlarına yol yaptırarak milliyetçi olduğunu sanan, müteahhitlik hizmetleri ile soydaşlarımıza olan görevini tamamladığına inanan kimliksiz, ilkesiz, zayıf ve etkisiz bir hükümetin bulunuyor olmasıdır.

Kendisi bizzat küresel güçlerin kanlı oyunlarında eşbaşkanlık yapanların, başkentleri gezerek diplomasi yaptıklarını zannedenlerin Avrasya coğrafyasındaki soydaşlarımıza da, Ortadoğu’daki din kardeşlerimize de bağımsızlıkta örnek olması eşyanın tabiatına aykırıdır.

Böylesi bir iddiada bulunmak da AKP zihniyetinin dış politika sicili ile taban tabana tezattır.

Elbette ki, bu ülkeleri ve bu ülkelerdeki insanları zorlu bir süreç beklemektedir. Ve bunlar için en büyük tehlike kendi kültür köklerinden kopmadan, başka güçlerin tesirine girmeden, dengeli ve bağımsız bir politika ile ayakta duracak fikirleri üretememeleridir.

Ancak, bu eksiklikleri telafi edecekleri adres AKP anlayışı ve Başbakan’ın teslimiyetçi politikaları değildir.

Bu açmaz ise onların bir kötüden kurtulurken daha kötüye yanaşmalarına, huzur ve refah ararken tam bir sömürü ve dayatma düzenine mahkûm hale gelmelerine kapı aralamaktadır.

Görünen odur ki, yakın gelecekte de buralarda gerilim son bulmayacak, emperyalist devletlerin iştahları kesilmedikçe ve Türkiye küresel oyunların figüranı olarak değil, hakkın gücü olarak buralara kadar uzanamadıkça kargaşa da sona ermeyecektir.

Temenni ederiz ki bu öngörülerimizin hiçbirisi gerçekleşmez ve biz yanılırız da, milyonlarca soydaşımızı barındıran bu uçsuz bucaksız coğrafyalara hak ve adalet, barış ve huzur, refah ve bereket gelir.

En samimi dileğimiz budur.

Muhterem Milletvekilleri,

Takdir edersiniz ki, huzursuzluğun olduğu, suçların arttığı yerde güvenlikten, refahtan ve mutluluktan bahsetmek mümkün değildir.

Bizim, güvenlik içinde bulunma ve huzur duyma duygusu ile kastettiğimiz durum, insanın kendisine yönelik tehdit ve tehlikelerden uzak olduğuna sürekli emin olması halidir.

Ancak ilkel toplumlardaki huzur ve güvenlik, zorbaca ve güç kullanılarak kabul ettirilmiş bir huzurdur.

Günümüzde huzur ve güvenliğin boyutunu, vatandaşların hak ve özgürlük sınırlarına riayet etme ile aralarında oluşmuş sayısız medeni irtibat sonucunda, üzerinde mutabık kalınmış sosyal uzlaşma ortamı belirlemektedir.

Birbirlerinin haklarına saygı gösteren, toplumsal ahengi istikrarlı olarak sürdürebilen, huzurlu olmanın asgari maddi imkânlarına kavuşmuş milletler için, güvenlik ihtiyacı da hava kadar, su kadar hayati ve önemlidir.

Suç işlemek konusunda kırılma noktasına gelmiş bir bireyin önünde onu suç işlemekten uzaklaştıracak iki engel vardır.

Birincisi, fert vicdanının içinde eridiği toplumsal sorumluluk duygusu ve ahlakı; diğeri ise mükemmel işleyen bir kolluk ve hukuk sisteminin çalışmasıdır.

Bugün ülkemizde yaşanan toplumsal buhran elbette ki en zayıf olduğu yerlerden, en zayıf bünyelerden kendisini gösterecek, zaman zaman kusurdan ve hatadan suça ve suçluluğa kadar varan tepkiler ve sapmalar olarak karşımıza çıkacaktır.

Ancak,

  • Artan suçluluk oranlarına rağmen, bugün ortalama bir emniyet içinde seyahat ediyorsak,
  • Ticaretimizi, üretimimizi, alışverişimizi nispi güvenlik içinde yapabiliyorsak,
  • Çocuklarımızı okula nispeten gönül rahatlığı ile gönderiyor, bir sosyal faaliyeti göreceli bir emniyet içinde sürdürüyorsak, bu asgari şartları sağlayan görünmez bir kuvvetin varlığına ve caydırıcılığına işaret etmektedir.

Bu fedakâr kuvvet, yerleşim yerlerinde polis, kırsal alanlarda jandarma’dır.

Çağdaş toplumlar, fertlerin şahsi hak arama ve emniyetlerini sağlama kaygılarını ve arayışlarını ortadan kaldıran; huzur ve esenliği kamu gücü ile temin eden kurumları ve mekânları oluşturmuşlardır.

Polisin ve jandarmanın tanımı olan kolluk ve karakol ile yargıç-savcı ve mahkeme modern toplumların vazgeçilmez ihtiyaçları arasındadır.

Bu hafta 165. kuruluş yıldönümünü kutladığımız Türk Polis Teşkilatı da kurulduğu yıllardan bu yana, milletimizin güvenliğinin sağlanmasında en büyük çabaları ve fedakârlıkları gösteren teşkilat olarak, kahramanlıkları ve gayretleri ile her türlü takdirin üstündedir.

En büyük dileğim giderek meşakkatli bir meslek halini alan bu kutlu millet hizmetini yürüten on binlerce mensubunun çalışma şartlarının, ücretlerinin, özlük haklarının layık oldukları şekilde acilen çözülmesidir.

Temennim, bu vazgeçilmez milli kurumun ucuz siyasetin etkisinden bir an önce kurtularak, hükümetlerin gölgesinde değil, milletinin emrinde, devletinin hizmetinde, asaletine ve mazisine uygun hale gelmesidir.

Özellikle son yıllarda bölücü emel ve niyetler ile yıkıcı projelere sözde devlet desteği olduğunu göstermek maksadıyla, polis teşkilatının alet edilmesine, yıkım çalışmalarına polise ait kurumların ev sahibi yaptırılmasına dönük gayretlerin farkındasınız.

Bu sinsi çabalara bizzat Emniyet Teşkilatından çok büyük tepkiler geldiğini ve infial yarattığını biliyor, emrine almak istediği siyasetin hilafına gösterdikleri bu duruşlarını takdir ediyorum.

Giderek artan ve örgütlü hale gelen suçlar ve suçlularla mücadelede, önleyici kolluk hizmetlerinin yürütülmesinde, bütün mesaisini, ailelerini ihmal ederek milleti için harcayan, kendi sorunlarını sineye çekerek milletinin güvenliği için gece gündüz demeden çalışan emniyet teşkilatımızın bütün mensuplarını kutluyorum.

İnsanların yardımına koşarken, milletimize daha huzurlu bir hayat yaşatmak isterken gazi olmuş, malûl olmuş bütün polislerimize, bugün gözünü kırpmadan görevlerini yapan Emniyet Genel Müdürlüğünün cefakâr, fedakâr ve kahraman mensuplarına ve emektar personeline en samimi hissiyatımla sağlık, mutluluk ve başarılar temenni ediyorum.

Bugüne kadar güvenliğimizin sağlanması uğruna ve kanlı teröre karşı yılmadan verdikleri mücadele esnasında hayatlarını kaybeden emniyet teşkilatımızın bütün aziz şehitlerine, emekleri geçen ve bugün hayatta olmayan bütün mensuplarına ise Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Başbakanın PKK açılımı kapsamında ve İmralı’nın daveti üzerine, Kandil’deki inlerinden ve Mahmur’daki kamplarından bir grup öncü teröristin 19 Kasım 2009 tarihinde Türkiye’ye giriş yaptığını hepiniz biliyorsunuz.

Türk milletinin milli vicdanında ağır yaralar açan, aziz şehitlerimizin ailelerinde ve gazilerimizde haklı infial uyandıran, milletimizi ayağa kaldıran o karanlık tablodaki rezaletleri ve ihanetleri unutmamız ve unutturmamız mümkün değildir.

Habur’da eli kanlı teröristlerin Başbakan Erdoğan’ın umut verici gelişmeler olarak yorumladığı alçakça karşılama törenleri ile hükümetin foyası ortaya çıkmış, bu tablo Başbakan’ın gerçek yüzünün görülmesi açısından da ibret verici bir sahne olmuştur.

Partimiz, ilk andan itibaren, Habur’da yaşanan rezaletleri şiddetle eleştirmiş ve lanetlemiş, başta Başbakan olmak üzere, ilgili Bakanlar ve buna alet olan bütün görevlilerin mutlaka hesap vereceklerini ilan etmiştir.

Düzmece mahkemelerle, bırakınız pişmanlık duymayı alenen Türkiye’ye meydan okuyan teröristlerin serbest kalmasını; devletin müsteşarının, istihbarat görevlilerinin, hukuk adamlarının seferber olarak, gelenleri serbest bırakmak için yarışmalarını ısrarla eleştirmiş olduğumuz hafızalardadır.

Hükümetin hararetle kucakladığı, övgüler yağdırdığı terörist karşılama törenini duyduğumuz gün hatırlarsınız ki bunların,

  • Mekke’den dönen Hacı kafileleri,
  • Gurbetten dönen işçilerimiz ve
  • Yurt dışında görevini tamamlamış Mehmetçikler olmadıklarını vurgulamış ve bunların üzerlerinde üniformalarıyla, utanmadan ve çekinmeden gelen kanlı teröristler olduklarını söylemiştik.
  • Biz, bunların pişmanlık duymadıklarını iddia ettikçe, hükümetin iyi şeyler olacağına ve bu iyi şeylerin devam edeceğine dair söylemlerini,
  • Biz, bunlar teröristtir, yapılan yanlıştır dedikçe, hükümetten, Avrupa’dan yeni kafilelerin de geleceğinin müjdelendiğini,
  • Biz, adli ve idari kovuşturma tam bir senaryo derken, hükümetin her şeyin usulüne uygun olduğunu, adaletin tecelli ettiğini söylediğini,
  • Biz, bunun bir ihanet gösterisi, bir yıkım projesi olduğunu vurguladığımızda, hükümetin teröristle kucaklaşma törenine “birlik ve kardeşlik” adını verdiğini; biz “yıkım” dedikçe Başbakan’ın “açılım” diye ısrar ettiğini;
  • Biz, bunlar ihanette ısrarlı olan teröristler diye uyarırken, hükümetin gelenleri barış elçisi olarak ilan ettiğini,
  • Biz, bunun bölünme, çözülme ve çatışma getireceğini söylerken, İçişleri Bakanı’nın “bunun demokratik açılımın yeni bir safhası olduğunu” açıkladığını, elbette bütün Türkiye gibi sizler de biliyor ve hatırlıyorsunuz.

Bu sürecin milletimizde neden olduğu öfke hükümetin oyununu bozmuş, açılım diyerek PKK’ya af peşinde koşanlar hızla geri adım atarak, yıkım sürecini hazmettirmek üzere ihaneti zamana yaymışlardı.

Ve görülmektedir ki, Habur’da yaşattıkları gerilim ve tepkinin korkusuyla, şimdi kafalarındaki yıkım senaryolarını uygulamak için daha sinsi ve daha sessiz bir yöntem arayışını başlatmışlardır.

Ne var ki, bu yaptıkları bile Habur’da yaşananları örtmeye ve unutturmaya yetmemiş, Milliyetçi Hareketin baştan beri iddia ettiği gerçekler gün ışığına çıkmaya başlamıştır.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, 19 Ekim 2009 tarihinde “Başbakan Erdoğan’ın” olumlu ve iyi gelişme olarak müjdelediği karşılama törenleriyle Türkiye’ye giriş yapanlar hakkında dava açmıştır.

  • Haklarında isnat edilen suçlar; Kandil’den gelenlere ‘Terör örgütü üyesi olmak’, ‘Terör örgütü propagandası yapmak’;
  • Mahmur’dan gelen 22 kişi hakkında da, ‘Örgüt adına suç işlemek’, ‘Terör örgütünün propagandasını yapmak’ tır.

Yargının nihayet harekete geçmiş olması, baştan beri söylediklerimizin teyidi ve hükümetin terörist karşılama törenlerinin varlığının hukuki ifadesi olmuştur.

Hükümetin baskı ve telkinlerine rağmen hukuk adamlarının harekete geçmesi ümit verici bir gelişmedir.

İnşallah devamı da gelecek, terörist törenlerinin hükümet içindeki organizatörlerinden hesabının sorulması da bize nasip olacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye, yedi yıl beş ay onbir gündür hükümet olan AKP zihniyetinin, milletimiz üzerinde uygulamaya çalıştığı parçalama, bölme ve çözme stratejisinin her gün yeni bir adımına şahit olmaktadır.

Ülkemizi etnik kimliklere ayırma konusunda PKK ile zaman zaman yarışan, zaman zaman ittifak eden AKP kadroları, Başbakan Erdoğan’ın altında imzasının bulunduğu 1991 yılında hazırladığı yıkım raporunun gereklerini, aradan geçen 19 sene sonra yerine getirmenin telaşına düşmüşlerdir.

Yıllardır kanlı terörün milletimizden ve devletimizden koparmaya çalıştığı bütün tavizleri, şimdi silahsız olarak temsil etmeye hazırlanan AKP, kanlı eylemlerle terörün elde edemediklerini siyaseten gerçekleştirme yolunda elini hızlandırmıştır.

Bunlardan birisi de geçtiğimiz hafta AKP tarafından hazırlanan ve eleştirilere rağmen Meclisteki sandalye çoğunluğu ile çıkartılan Seçim Kanununda yapılan değişikliklerdir.

Çeşitli değişiklikleri öngören bu çalışmada, bizim hayati derece de önemli gördüğümüz husus, Türkçe dışındaki dillerle siyasi propaganda yapılmasının yasalaşmış olmasıdır.

Bu değişiklikle birlikte, önceki şekline göre propaganda yapılırken yalnızca Türkçe kullanma şartı ortadan kalkmıştır.

Yeni yasada, AKP’nin yıkım niyetini örtsün diye yer verdiği “Türkçe esastır” ibaresinin ise hiçbir anlamı ve geçerliliği kalmamıştır.

Anayasamızın 80. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün milleti temsil ettiklerini amirdir. Bu, siyasetin bölgesel yapılamayacağına da işaret eder.

Bu değişiklikle birlikte siyaset ve siyasetçi, fiilen yerelleşecek ve bütün milletin değil, sınırları bir ana dille çevrilmiş sahanın temsilcisi haline gelecek veya en azından böylesi bir zorunluluk doğacaktır.

Bu, özellikle bölücülüğün yıllardır ısrarla istediği son derece tehlikeli bir gelişmedir ve ülkemizi etnik federasyona doğru adım adım götürme tehlikesini içinde barındırmaktadır.

Bir başka mahsuru, ana dili başka olan bir seçmen, giderek Türkçe mesajlara kapanacak, kendisine ana dili ile hitap etmeyen siyasetçilere ve siyasete uzak durmaya başlayacaktır.

Bu da son derece kaygı verici bir tahribatın nedeni olacak; siyasetçi, giderek kendi ülkesindeki bir yöreden kopacak ve bir seçmen kitlesinden adım adım uzaklaşacaktır.

Bunun yanı sıra, Meclis’te arkadaşlarımızın dile getirdiği gibi, başka dillerle propaganda yaptıkları için haklarında yüze yakın dokunulmazlık fezlekesi bulunan bazı milletvekillerinin davaları da düşecek ve yasa değişikliği af niteliği taşıyacaktır.

Bunlar siyaset ve millet olma ilişkileri açısından öngördüğümüz mahzurlardır.

Ancak bundan daha da önemlisi AKP’nin PKK’nın tarihi emellerini ve yıllardır dile getirdiği taleplerini birer birer gerçekleştirmeye başlamış olmasıdır.

PKK uzantılarının Anayasaya destek vermek için öne sürdüğü şartlardan biri böylece gerçekleşmiş olmakta, AKP ile BDP ortaklığı gün ışığına çıkmaktadır.

Bu yasalaşma süreci ile birlikte, PKK kadroları ve siyaset temsilcileri ile AKP arasındaki Anayasa pazarlıkları da ittifakla sonuçlanmıştır.

Görünen gerçek, Başbakan Erdoğan ve İmralı Canisi anayasa değişiklikleri konusunda “Evet” için uzlaşmışlardır.

Bu ittifakla birlikte, bugün PKK taleplerinin tamamını, toplumun tepkilerine göre aşamalar halinde kabule yanaşan AKP zihniyetinin bölücülüğe nasıl kucak açtığı ve Anayasada nasıl değişikliler aradığı da açığa çıkmıştır.

Ve daha da önemlisi, birbirinden ayrı gibi görünen bu zihniyetlerin nasıl aynı kaynaktan beslendiklerini ve hükümete yerleşmiş dar bir ırkçı kadronun siyasal İslamcılığın sahte temsilcilerini nasıl kullandığı anlaşılmıştır.

Unutmayalım ki, Sevr’de yarım kalmış emellerin uzantısı olan PKK, yıllar süren silahlı saldırılarla devletten parça kopartmayı hedefliyordu.

Milletimizin direnişi buna imkân vermedi ve bedelini kanla ödeyerek bütünlüğü bugüne kadar sağladı.

Şimdi yapılmak istenen ise AKP-PKK işbirliği ile siyaseten küresel talepleri yerine getirmek ve Türkiye’yi tamamiyle çözmektir.

Ve AKP zihniyeti şimdi bu küresel oyunu oynamak için son hamlelerini yapmaya başlamıştır.

Değerli Arkadaşlarım,

Milliyetçi Hareket Partisi ülkemizde yaşayan kimsenin ana dilini sorgulamayan, gündelik hayatta konuşulmasını doğal bulan bir siyaset anlayışının temsilcisidir.

Hiç kimse, muhterem anasını kendisi seçme imkanına sahip olmadığı gibi, doğduğu ocakta kullanılan dilini de konuşmaktan men edilemez, bunun aksi elbette düşünülemez.

Ne var ki, gündelik hayatta sohbet ederken, türkü söylerken kullanılan Türkçe dışındaki dillerin kamusal alana taşınması, özellikle siyasetin de dili haline getirilmesi, hem anayasanın değişmez maddelerine aykırılık teşkil edecektir, hem de milli dil üzerinde şekillenmiş milli kimliğin ağır bir yıkıma maruz kalmasına neden olacaktır.

Bir milleti meydana getiren alt kültürlerin ayrı kimlikler geliştirmesi ve bunu da dile dayandırmasının çok milletli yeni bir yapı doğurması kaçınılmazdır. Bu durum devletin ve milletin sonu demek olacaktır.

Böylesi bir ayrışma ve ötekileşme sürecinin yaşanması halinde, ne milli devletten, ne üniter yapıdan, ne de Türk milletinin birliğinden eser kalmayacaktır.

Bu yıkıcı sonuç, Başbakan Erdoğan’ın öteden beri dile getirdiği en büyük hayali olan 36’ya bölünmüş insanlar topluluğudur.

Bu durumda, Anayasanın değişmeyecek veya değişmesi teklif dahi edilemeyecek başlangıç maddelerinin geçerliliği kalmayacağı gibi, taşıdığı anlamların da içi boşaltılmış olacaktır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilen temsilciler, görevlerine başlarken Anayasamızın 81. maddesinde yer alan metni okuyup and içerler.

Bu and içme töreni, aziz milletimizin temsilcilerinin üzerinde maddi ve manevi vücut buldukları devlet, millet ve insanlık değerlerine bağlı kalacaklarına dair sadakatin, namus ve şeref üzerine bütün milletimize ilan edilmesidir.

Bu and’da üzerine yemin edilen olmazsa olmaz iki temel değer ”devletin varlığı ve bağımsızlığı” ile “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” kavramlarıdır.

Buradan açıklamak ve uyarmak isterim ki; Türkiye Büyük Millet Meclisi”nde “yıkım yasalarına” el kaldıracak her vekil, bağlı olacağını taahhüt ettiği bu temel değerleri kendi elleriyle parçalıyor olacaktır.

Bu tahribatın devamında varılacak son nokta ise, adına namus ve şeref kavramları üzerine and içtiği “Türk milleti” diye tanımlayacağımız beşeri varlığın, bir ve bütün olarak ortada kalamayacağı tehlikesidir.

Unutmayalım ki, yalnızca resmi dil olmakla kalmayıp, aynı zamanda bizi tek millet yapan milli dilimiz Türkçenin kullanımına olan ihtiyacı birer birer azaltmaya başlarsanız, başka dilleri resmiyete sokarsanız, Türkçe üzerinde şekillenen milli kimliğin ne devamı mümkün olacaktır, ne de AKP’nin içini boşalttığı tek milletin devamı daha fazla sağlanacaktır.

İşte bu gidişat tam anlamıyla “yıkım”dır.

Bu yıkıma neden olanlar, gerekçe hazırlayanlar, sessiz duranlar, göz yumanlar, sebepleri olursa olsun, hangi bahaneleri bulurlarsa bulsunlar yaptıkları ve bundan sonra da yapacakları; açıkça söylüyorum “millete, tarihe ve devlete” ihanettir.

Buradan AKP zihniyetine ve anayasa değişiklikleri sürecinde destek vermeye hazırlanan siyasetçilere seslenmek istiyorum:

  • Milliyetçi Hareket Partisi’nin milletimizin bekasında, devletimizin devamında ağır bir yıkımın aşama aşama kapılarını aralayacağına inandığı Anayasa değişiklikleri üzerinde uzlaşma sağlayacak olabilirsiniz.
  • Tamamen siyasi kaygılarla ülkemizin geleceği için hayati öneme haiz değişiklikler üzerinde ittifaklar kurarak, belki partilerinizdeki yerlerinizi sağlamlaştıracak olabilirsiniz.
  • Ve hatta Türkiye’yi yıkıma götürecek konularda aranızda anlaşarak Anayasanın değişmesi için gerekli olan yeter sayıya ulaşıp, referanduma da ihtiyaç kalmayacak şekilde işbirliğini de yapabilirsiniz.

Ne var ki, yapacaklarınızın hesabını önce vicdan, sonra namus ve sonra adalet önünde nasıl vereceksiniz?

Büyük Türk milletinin huzurunda ve tarihin şahitliğinde alnınıza çalacağınız lekeleri nasıl temizleyeceksiniz?

Yaklaşık bir asır sonra, yeniden bir var olma mücadelesine doğru ilerleyen süreçte, Türk milletine sahip çıkmamış olmanızın vebalini nasıl ödeyeceksiniz?

Ama, sizler ne yaparsanız yapınız, nasıl bir uzlaşma ararsanız arayınız Milliyetçi Hareket,

  • Milletimizi parçalayacak olan bu alçaklıklara “hayır” diyecektir.
  • PKK’nın AKP ile el değiştirmiş bölücü emellerine “hayır” diyecektir.
  • Başbakan’ın bölünmüş Türkiye projelerine “hayır” diyecektir.
  • Milletimiz üzerinde oynanan oyunları görerek, kendisine hazırlanan tuzaklara düşmeyecek ve ayrışmaya, parçalanmaya, ufalanmaya sonuna kadar “hayır” diyecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye çok zorlu ve çetin bir ekonomik buhranın tüm sonuçlarını derinlemesine yaşamış ve toplumun tüm kesimleri bu süreçte çok ciddi yara almıştır.

2009 yılında yaşananlar, bunun en bariz göstergesi olmuş, her sektörden ve kesimden imdat çığlıkları yükselmiştir.

Kriz saldırısını geri püskürtmek ve etkisiz hale getirmekle görevli AKP hükümeti, cepheden kaçmış ve uzaktan uzağa bize bir şey olmaz aldatmasıyla hem kendisini hem de milletimizi kandırmıştır.

İşsizlik, yoksulluk, iflaslar ve artan şikâyetler karşısında; arkasına bakmadan geriye çark eden iktidar partisi, krizin ezip geçtiği sosyal ve ekonomik ortama sürekli mazeretler aramış ve kendisini aklamanın yollarını inşa etmeye çabalamıştır.

Bu beyhude çaba ve girişimler ne Başbakan Erdoğan’ı ne de yol arkadaşlarını sorumluluktan kurtarmaya elbette yetmeyecek ve ekonomik krizin bir numaralı sorumlusu olarak milletimiz bu aciz siyaset temsilcilerini asla unutmayacaktır.

Ekonomiyi çepeçevre saran kriz virüsü her tarafa sıçramış ve yayılmıştır.

Gören gözler, işiten kulaklar ve basiretini kaybetmemiş samimi yürekler bugünkü manzaranın ne kadar hazin olduğunu açıklıkla itiraf edeceklerdir.

Başbakan’ın aklı ise hala Borsa endeksinin hangi seviyeye geldiğindedir.

Ona göre endeksin 59 bine ulaşması, Türkiye ekonomisindeki hızlı ilerlemenin bir kanıtıdır. Ve bunu bir övünç kaynağı olarak takdim etmektedir.

Yabancı payının yüzde 70’e dayandığı Borsanın, Başbakan’ı çok mutlu ettiği görülmektedir.

Anlaşıldığı kadarıyla, bu alanda kendisini ilgilendiren bazı hususlar vardır ve buradan ne tür bir çıkar sağlamaya çalıştığı da karanlıkta kalan bir konudur.

Oysa İstinye’de hava güneşliyken, vatanımızın diğer yörelerinde endişe verici bir fırtına vatandaşlarımızı hayatından bezdirmiştir.

Nitekim sokaklar çaresiz insanımızla dolmuştur. Hasat mevsimi yaklaşırken çiftçimiz gırtlağına kadar borca batmıştır. Memurumuzun hayat pahalılığına dayanacak gücü kalmamıştır.

Esnafımızın hali ise perişandır. Rafları boş, tezgâhları küflenmiş, kepenkleri inmiş, yazar kasaları durmuştur.

Biz bunun farkında ve bilincinde olduğumuz için, esnaf ve sanatkâr kardeşlerimizin dayanamayacakları noktaya gelen sıkıntılı hallerinin tercümanı olmuş ve bu çerçevedeki görüşlerimizi 3 Haziran 2008 tarihli TBMM Grup konuşmasında dile getirmiştik.

 O tarihteki konuşmamda, esnafımızın sorunlarının daha da derinleşmeden ve başka sosyo-ekonomik sorunlara fırsat vermeden mutlaka çözümlenmesi gerektiğini vurgulamıştım.

Parti olarak, toplumsal ahengin, düzenin, işbirliğinin sosyal ve ekonomik mekanizmalarından olan esnafımızın sorunlarını her zaman kararlılıkla takip ettik.

AKP’nin iktidar yıllarında, kendi makûs talihiyle baş başa bırakılan esnafımızın, sadece yüzyılları aşan geleneğinden güç ve kuvvet alarak varlığını sürdürmeye çalıştığına ise her zaman şahit olduk.

Onlarla iftihar ettik, ama katlanan sorunlarından dolayı hep üzüldük ve yanlarında olduk. Olmaya da devam edeceğiz.

Esnafımız malını satamadı, prim borcunu ödeyemedi, sağlık yardımından yararlanamadı ve nitekim yüzleri bir türlü gülmedi. Bunlar yaşanmış ve halen devam eden hakikatlerdir.

  • Yüksek faiz, daralan vadeler ve ağırlaşan vergilerle dükkânlarının, işyerlerinin bereketi kalmadı. Ama vazgeçmediler. Rızıklarını çıkarmanın, helal kazançlarının peşinden hiç ayrılmadılar.
  • Büyük alışveriş merkezlerinin baskısı ve tacizi altında kaldılar, hatta Başbakan Erdoğan tarafından yem dahi edilmeye çalışıldılar. Ama yılmadılar. Teslim olmadılar.
  • Bir milyon esnafımız icraya düştü, hacizlerle mağdur oldu ve kiralarını ödeyemedi. Ama asla geri adım atmadılar. Direndiler ve seslerini duyurmanın yollarını aradılar.
  • Bunlar olurken, esnaflarımız sahibi oldukları veresiye defterleriyle borçlularını hiçbir zaman zorlamadılar. Hoşgörü ve dayanışma örneği sergilediler.
  • Krizden dolayı vatandaşımızın geliri azalınca, aldıklarını satamadılar. Evlerine ekmek götüremediler, akşam bir umutla kapıyı açan çocuklarına harçlık veremediler.
  • Sabahları ya nasip dediler, kepenklerini kaldırdılar. Akşamları ya sabır dediler, kepenklerini indirdiler. Ama yine de şükür dediler.
  • Geride kalan yılda, yüz bini aşkın esnafımız işinden oldu. Ekmeklerini başka yerlerde aramak için çareler aradılar. Ama şahsiyetlerinden hiç taviz vermediler.

Değerli arkadaşlarım, bunlar esnafımızın gerçekleridir. Yaşadığı fecaatlerin bir bölümüdür.

Nitekim 491 iş kolunda faaliyet gösteren esnaf kardeşlerimizin sıkıntıları bunlarla sınırlı değildir.

Esnaf ve sanatkârımız bu aziz milletin ağzının tadıdır. Yarenliğidir. Toplumun kalp atışıdır ve tertemiz vicdanıdır. İnsanımızın dilidir, sırdaşıdır ve dert ortağıdır. Dayanışmasıdır, gözüdür, kulağıdır.

Ne var ki, AKP hükümetinin ihmal ve gözden çıkarmasıyla da çilenin merkezi olmuştur.

Muhterem Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi, Başbakan Erdoğan geçen hafta “Esnaf ve Sanatkârlar Değişim, Dönüşüm ve Destek Strateji Belgesi ve Eylem Planı” adı altında bir çalışma başlatmış ve bunu kamuoyuyla paylaşmıştır.

Türkiye ekonomisinin ağır kriz şartlarından en fazla etkilenen kesim hiç şüphesiz esnaf ve sanatkârlarımız olmuştur.

Krizin tahribatı ve yoğunluğu esnafımızı bunaltmış ve iş yapamaz bir hale getirmiştir.

Ürettiğini satamayan, sattığının yerine ise yenisini koyamayan esnafımız, kısır bir döngü içerisine hapsolmuş ve çırpınarak sürekli olarak dertlerine çözüm bulacak bir muhatap aramıştır.

AKP hükümetinin ise bu zamana kadar aklına ve hatırına esnaf kardeşlerimiz bir türlü gelmemiş ve siyasi önceliklerinin arasında yer almamıştır.

Sonunda Başbakan Erdoğan seçim sandığının görünmesiyle birlikte esnafımızı fark etmiş ve bir plan dâhilinde ve 7 ana başlık altından ibaret bir girişim başlatmıştır.

Bunlar arasında yer alan;

  • Kredi ve finansman şartlarının iyileştirilmesi;
  • Vergi, istihdam ve diğer yükümlülüklerin azaltılması;
  • Eğitim ve danışmanlık hizmetlerinin geliştirilmesi;
  • Yenilikçilik ve girişimciliğin geliştirilmesi; altyapı, kümelenme ve ortaklık faaliyetlerinin desteklenmesi;
  • Hukuki düzenlemelerin yapılması;
  • Son olarak esnaf ve sanatkârımızın AB programlarından faydalandırılmasına dönük planın ne getireceğini ileriki dönemlerde görmemiz daha mümkün olacaktır.

Bizim açımızdan, açıklanan eylem planının, esnafımızın katlanamayacağı boyuta ulaşan sorunlarını gidermesi mümkün değildir.

Ancak yine de, hükümetin başını kaldırıp esnafı görmesi önemlidir ve daha fazlasını yapması için de elini tutan yoktur. Bunu bekliyoruz.

Mesela bu eylem planı içinde esnafımızın sosyal güvenlik prim ve vergi borçlarının nasıl çözüleceğiyle ilgili karar yoktur. Bu kanayan sorun önemlidir ve esnafımız için aciliyet arz etmektedir.

Esnafın biriken borçlarının, onları sıkmadan ve bunaltmadan nasıl ödeneceğine dair bir niyette planda mevcut değildir.

Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı eylem planında; muğlâk ifadeler vardır ve sorunlara odaklanmış bir bakış tarzı yerine; genel ve belirsiz yaklaşımlarla esnafımızın sorunlarının halli takdir edersiniz ki çok zordur.

Ayrıntısına girmeden, değerlendirilmesi gerektiğine inandığımız üç maddeyle ilgili görüşlerimiz kısaca şu şekilde olacaktır.

Birinci yorumumuz, Başbakan Erdoğan’ın kamuoyuna sunduğu eylem planında, esnaf ve sanatkârımıza kullandırılan krediye erişimi artırmak ve kolaylaştırmak için, yüzde 50’lik faiz desteğinin süreceği ve uygun şartların devamının sağlanacağı ile ilgilidir.

Esnafımız zaten borç içinde kıvranırken ve ürünlerinden ve hizmetlerinden para kazanamazken, aldığı kredinin nasıl bir yarar sağlayacağı belli değildir.

Çorum’lu işçimizin cebinde para yokken, Düzce’li fındık üreticisinin karnı doymazken, Adıyaman’lı çiftçimizin geliri borçlarına yetmezken, esnafımız mallarını nasıl satacak, umudu nasıl yeşerecektir?

Türkiye hızla fakirleşirken, vatandaşlarımız en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamazken esnaf ayağa nasıl kalkacaktır?

Eğer gerçekten, yalnızca krediyle sorun çözülecek idiyse; 2008 yılında uygulanan “İmalatçı Esnaf ve Sanatkâr Destek Kredisi” programıyla kullandırılan 129 milyon TL’lik krediyle ve 2009 yılında “100 bin KOBİ Destek Kredisi” programından yararlanan esnafımızın problemleri azalmaya başlardı.

Böyle olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Ve en fazla da, esnafımız bu girişimlerin bir sonuç doğurmadığının bilincindedir. Çünkü yaşayan kendisidir.

Ayrıca, Halk Bankası da esnafımıza krediyi ilk defa vermemektedir. Krediye erişim gereklidir, ancak meseleyi sadece bu alana indirgemek doğru değildir.

İkinci eleştirimiz ise, küçük sanayi sitelerinin yapımında, TOKİ’nin imkânlarının kullanılmasının esnafımızın öncelikli sorunlarına nasıl bir fayda sağlayacağı hususudur? Zira, bunun tesiri ancak uzun dönemde görülebilir.

Başbakanın eylem planına yönelik üçüncü tenkit noktamız ise,  esnaf muaflığı kapsamındaki meslek kolları için, vergiden muaf esnaf belgesi getirilmesidir. Bu yaklaşım yerindedir.

Ancak, basit usulden gerçek usule geçen esnafımızın şartlar oluştuğunda basit usulde vergilendirilmesi sağlanacağı da belirtilmiştir. Peki, bu şartlar ne zaman ve nasıl oluşacaktır? Buna dair bir hazırlık ve belirlenmiş bir vade var mıdır?

Başbakan Erdoğan, ne yazık ki esnafımızın dertlerini hiç anlamamıştır. Ve anlaması da bu haliyle mümkün değildir.

Esnaf ve sanatkârımızı, büyük alışveriş merkezlerinin inisiyatifine terk etmenin sinsi hazırlığını yapan Başbakan Erdoğan’ın, meselelerin esasından yakalayacak bir bakış açısından mahrum olduğu bütün açıklığıyla gözler önündedir.

Değişim ve dönüşüme ayak uyduramayan esnaflarımızın sorunlarının azalmayacağını, aksine katlanarak artacağını dile getiren Başbakan Erdoğan, değişim ve dönüşümden neyi kast ettiğini açıklığa kavuşturması da bir zorunluluk haline gelmiştir.

Eğer değişimden kasıt, alışveriş merkezleri karşısında esnafın taviz vermesi ise, bilinsin ki, bu tavizi hiçbir esnaf kardeşim vermeyecektir.

Son olarak şunları söylemek isterim ki;

  • Biz şartlar ne olursa olsun, bakkalın dilini konuşacağız.
  • Kasabın, manavın, terzinin, marangozun destekçisi olacağız.
  • Pastanecinin, fırıncının, hırdavatçının, kırtasiyecinin arkasında duracağız.

Ve emek sömürüsünden bahseden Başbakan Erdoğan’ın esnaf ve sanatkârı sömürmesine sonuna kadar karşı çıkacağız.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.