15.06.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
15 Haziran 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Ülkemizde ve bölgemizdeki sorunların ve gerilimlerin tırmandığı son haftalarda, konuşmama Kırgızistan’da yaşanan vahim gelişmelerle başlamak istiyorum.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına kavuşan Türk Dünyasında hepinizin de bildiği gibi aradan geçen yıllara rağmen, arzu edilen huzur ve refah bir türlü gelmemiştir.

Maalesef itiraf etmek durumundayız ki, başka devletlerin izin ve müsamahası ile elde edilen gevşek bağımsızlıklar yerini milli ve demokratik devletlere bırakamamış, yüz milyonluk Avrasya ve Kafkasya Türklüğü hak ettiği güzel günlere bir türlü kavuşamamıştır.

Rejim bunalımları, iç çatışmalar, ayaklanma girişimleri ve değişen yönetimlerle birlikte çalkantıdan bir türlü kurtulamayan soydaşlarımızın bu duruma sürüklenmesinde üç temel faktör göze çarpmaktadır.

Bunlardan birincisi, geçmişte ortak kaderi paylaşmış olmakla, Sovyet rejiminin körüklediği yapay ayrımların etkisinin hiç istemediğimiz halde sosyo kültürel bir derinlik kazanmış olmasıdır.

Bu ise aynı soydan gelen, aynı dine inanan aynı dili konuşan ve hatta aynı geleneklere sahip Orta Asya Türklüğü’nün aslında birer Türk boyu olmaktan öte bir farklılığı olmaması gereken toplumları birbirine hasım hale getirmiştir.

Binlerce yılın eseri olan Türklük şuuru ve kültürü bu toplumlar arasında bağlayıcı olmaktan çıkartılmış, dar bir alt kültür ve boy asabiyetine sıkıştırılarak zaman zaman çatışmalara kadar varan ayrışmalara neden olmuştur.

Şu anda Özbek ve Kırgız soydaşlarımız arasındaki cinayetlere kadar giden çatışmaların bir nedeni budur.

Avrasya Coğrafyasındaki soydaşlarımız ve mazlum diğer toplumların yaşadıkları bunalım ve gerilimin bir diğer nedeni, bu toprakların insanlığın ve özellikle küresel sömürgecilerin ihtiyacı olan zengin enerji kaynaklarına sahip olmasıdır.

Bazen doğrudan, ancak genellikle dolaylı yoldan aracı ülkeler ve taşeron devletler, işbirlikçi terör maşaları üzerinden yaratılan çatışma ortamı, küresel güçlerin bu bölgelerdeki hâkimiyet savaşında oynanan oyunun önemli bir parçasıdır.

Özellikle Amerika ile Rusya arasındaki ele geçirme ve savunma mücadeleleri bölgeyi tam bir istikrarsızlığa itmiş, bağımsız olduğu söylenen Türk Cumhuriyetleri bir türlü huzur ve istikrara kavuşamamıştır.

Bölgede yaşanan kaosta bir diğer faktör ise Türkiye’nin tutumudur. Her defasında tekraren söylediğimiz gibi insanlığa ve küreye bakışını Ankara’dan almayan bir hükümetin ne kendisine ne de soydaşlarımıza, din kardeşlerimize bir hayrının olmayacağı ortadadır.

Türkiye yıllar öncesinden başlayarak bu topraklarda yaşayan soydaşlarıyla elbette ki temas kurmuş, ilgilenmiş, yatırım yapmış, eğitmiştir.

Ancak bu girişimlerin ne kadarının Başkent Ankara vizyonu ile yapıldığı, ne kadarının küresel güçleri bu coğrafyaya taşımak için kullanıldığı ayrıntıları ile tartışılmalıdır.

Milliyetçi Hareket ve onun fikri kökleri için aslında hep var olan ve gönlümüzde yatan bu havzalar ve soydaşlarımız, bağımsızlıklarına kavuşunca buralardan habersiz kitleler için elbette bir heyecan dalgası yaratmıştı.

Ancak yıllarca bu konuyu ırkçılık sanarak yarım yüzyıldır kulaklarının üstüne yatanlar ve hiç ilgilenmeyenler, ortaya çıkan yeni duruma da hazırlıksız yakalanmışlar, hiçbir projeleri, programları ve vizyonları olmadığı için, küresel projeleri bu ülkelere taşıyan mihmandarlıktan başka bir şey yapmamışlardır.

Elbette ki her yeni girişim ve müdahale gibi bu gelişmeler de Türkiye Türklüğü ile Orta Asya Türklüğü arasındaki ilişkilerde ilerleme sağlamıştır. Ancak bunun müşterek milli kimliğin gelişmesi ve bu ülkelere milli demokratik rejimlerin filizlenmesi şeklinde olmamıştır.

Türkiye’mizi ayrıştırmayı hedeflemiş, milletimizi otuz altıya parçalamayı tekrarlayıp duran, ağzına Türk kelimesini bile almayanların bu coğrafyalarda “Türk” kavramını savunmalarını beklemek zaten mümkün değildir.

Nitekim milliyetçi olmayı Orhun abidelerine giden yolu asfaltlamak zanneden ilkel zihniyetlerin, bu ülkelere olan bağlarında “Türk” kavramını zemin yapmalarını beklemek bize göre abesle iştigaldir.

Hükümet yıllarını ortak kültürün yükselmesi ve müştereklerin aynı millet gerçekleri içinde eritilmesi gayretlerinden ziyade, olaya tıpkı sömürgeciler penceresinden bakarak, kâr, ticaret, gaz, petrol, enerji ekseninde tutmuş ve bugünlere gelinmiştir.

Unutmayalım ki, küresel gücün eşbaşkanlığını verdiği ve zulüm misyonu yüklediği Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin ayakları bu içten içe karıştırılan Avrasya coğrafyalarına kadar uzanmaktadır.

Görünen odur ki, acımasız ve insanlık dışı sömürü düzeni son bulmadıkça, Türk ve İslam dünyasındaki yeraltı zenginlikleri tükenmedikçe yâda Türkiye kendi ayakları üzerinde insanlığın hakkaniyeti için doğrulamadıkça bu uçsuz bucaksız coğrafyalar ile Türklük ve İslamlık huzur bulamayacaktır.

Dün itibariyle, Kırgızistan’ın güneyindeki Oş ve Calalabad eyaletlerinde başlayan iç çatışmalarda yaşanan kardeş kavgasında can verenlerin sayısının 100’ü geçtiği, yaralı sayısının ise binlerle ifade edildiği, dört gündür devam eden kanlı olaylarda binlerce ev ve işyerinin yakıldığı, yağmalandığı ve özellikle Özbek soydaşlarımızın ülkeyi terk ederek Özbekistan’a sığındıkları açıklanmıştır.

Kırgısiztan’da, Özbek ile Kırgız kardeşlerimizin birbirlerini öldürmelerine kadar varan talihsiz çatışmaların daha vahim olaylara neden olmadan bir an önce sona ermesi en büyük dileğimizdir.

Yardıma muhtaçlar yalnızca Gazze’deki Müslümanlar değildir. Şehitler yalnızca Filistin’de bulunmamaktadır. Türk dünyasındaki din kardeşlerimiz de imdat beklemektedir.

Hükümet, başta Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız ve Ahıska Türkleri olmak üzere, Kırgızistan’da muhtaç olan bütün soydaşlarımıza ve insanlara Türk milletinin yardım elini derhal uzatmalıdır.

Bu kapsamda olmak üzere, Cumhurbaşkanı Gül Güney Kore’ye yaptığı ziyareti yarıda kesmeli ve Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan’ın Devlet Başkanları ile sorunu acilen ve kapsamlı olarak Türk Dünyası çerçevesinde çözecek görüşmeleri başlatmalıdır.

Bu vesileyle olaylarda hayatını kaybedenlere Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Başbakan Erdoğan’ın PKK açılımındaki ısrarı sürdükçe kanlı terör örgütü de saldırılarını artırmıştır. 1 Mayıs 2010 tarihinden 15 Haziran 2010 tarihine kadar geçen kırkbeş günlük sürede terörle mücadelede verdiğimiz şehit sayısı 25’e yaralı sayısı ise 45’e ulaşmıştır.

Hükümet bölücülüğü siyasallaştırmaya uğraşırken, teröristin boş durmadığı, dilediği zaman, istediği noktaya saldırı yapabileceği konusunda inisiyatif kazandığı ve eylemlerini ülke sathına yayabildiği ortaya çıkmıştır.

Kent içindeki askeri birliklere gündüz gözüyle bile ateş açılması,

Polis Kontrol noktalarına roket atılması,

İntikal eden askeri birliklere yönelik mayınlı eylemler,

Polis ve asker lojmanlarına yönelik saldırılar ve bu eylemlerin sonucunda şehitler, gaziler artık AKP yıkım projesinin acı bedelleri olmuştur.

Biz, bütün şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılarımıza şifa, milletimize sabır ve başsağlığı dileklerimizi tekrarlıyoruz.

Hükümet başka coğrafyalarda sözde barışı ve huzuru aradığını iddia edip gezerken milletimiz, kendi ülkesinde şehidin ve saldırıların olmadığı bir tek güne hasret kalmış bulunmaktadır.

Başbakan başka milletlerin birliği ve beraberliği için yabancı başkentlerde kapı kapı dolaşırken, kendi milletinin birliğini sağlamaktan çok uzak bir anlayışla, ayrımcı, yıkıcı ve farklılaştırıcı söylemlerle tahriklerini alenen sürdürmektedir.

Başbakan’ın sanatçıları, yazarları, edebiyatçıları, sinemacıları, şarkıcıları, sporcuları ikna çabaları da sonuç vermemiş, oluşturulmak istenen cephe bir türlü gerçekleştirilememiş, nafile toplantılardan hükümetin istediği netice bugüne kadar çıkmamıştır.

Yıllardır ulaşamadığı siyasal hedeflerine AKP anayasası ile erişme umudu artan terör örgütü ise hükümetin yumuşak karnını bulmuştur.

Ne kadar kan dökerse, hükümeti o kadar sıkıştıracağını, yapacağı eylemlerin şiddeti kadar taviz kopartacağını anlamıştır ve hedef gözetmeksizin eylemlerini tırmandırmıştır.

Bir yandan bu kayıplarımız sürerken, diğer yandan adına demokratik açılım diyerek maskelediği “yıkım projesi”ne mutlaka devam edeceklerini söyleyen Başbakan Erdoğan, PKK ve hamisi peşmerge reisleri ile pazarlıklar kızışmıştır.

İmralı Canisi’nin, hükümetle PKK arasındaki görüşmelerden çekildiğini açıklamasıyla kabaran eylemlerde terörü dizginlemesi için bu katilden hükümetin ricacı olmasını istemesi beklenmektedir.

Bunun gerçekleşmesi ile birlikte kanlı terörün aktörleri yine aynı karede buluşacak, İmralı canisi, küresel katiller, açılımın Başbakanı ve AKP zihniyetinin Mesut Abi’si ile Celal Amcası, aile fotoğrafında yerlerini bir bir alacaklardır. Geçen haftaki buluşma bunun ilk aşamasıdır.

 

Değerli milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi ülkemizin yirmibeş yıldır sürdürdüğü bölücü terörle mücadelenin kanlı aktörü PKK adı verilen terör örgütüdür.

Bu kanlı örgüt başlangıcından bugüne kadar Türk milleti ve Türkiye için hasım olan ülkelerin ve bu ülkelerin gizli servislerinin kullandığı uluslararası nitelik kazanmış kanlı bir projenin taşeronudur.

Bugüne kadar Türkiye, özellikle bu görevi yürüten istihbarat birimlerinin ellerinde yeterli belgeler de bulunmasına rağmen, bu gerçekleri muhatap ülkelerin yüzlerine çarpmaktan kaçınmış, bundan cesaret alan PKK ise varlığını sürdürerek bugünlere gelmiştir.

Mevcudiyetini devam ettirmek için uluslararası destekçisi hiç eksik olmayan, kimin işine yarayacaksa ona hizmet eden ve elden ele devredilen bir terör örgütü olarak ülkemizin çeyrek yüzyılına ağır darbeler vurmuştur.

Ne zaman ki PKK bir gerileme göstermiş ve zayıflamaya başlamışsa mutlaka bir gizli el sahiplenmiş ve örgütü diri tutacak dış desteği vermiştir.

Kimin Türk milleti ile hesabı varsa aynı anda bir yâda birkaç küresel destekçisi olagelmiş, bazen açıkça, bazen dolaylı, bazen insan hakları kisvesi ile bazen demokratikleşme adı altında, terörün siyasallaşması ve zemin bulması için komşu ülkeler de olmak üzere bu oyunda yerlerini almışlardır.

Bugün silahlı militanlarını eğittiği, barındırdığı ve yönettiği yer Irak’ın Kuzeyinde, peşmerge reisi Barzani’nin denetimindeki Kandil Dağı yöresindedir. Bu bölgenin uluslararası kontrolü fiilen Amerika Birleşik Devletleri’ndedir.

Nitekim geçmişte Başbakan Erdoğan’ın da dile getirdiği gibi PKK’ya ağır silah verdiği yönünde Washington hakkında kuşkular oluşmuş; bizzat Barzani terör örgütü olarak görmediğini açıkladığı PKK’yı canlı tutmak için bütün yardım ve destek kanallarını bugüne kadar açık tutmuştur.

Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetleri ise yıllardır terör örgütünü teslim almak için insafa gelmelerini beklemeyi tercih etmişler, Irak’ın kuzeyinden uzaklaşmaları veya uzaklaştırılmaları için hiçbir zorlayıcı tedbire, caydırıcı güce başvurmamışlardır.

Ve elbette ki PKK kadroları da kendilerine göz yumulacak küresel emellerle işbirliğine girişmişler, bazen İsrail’in, bazen Suriye’nin, bazen Kıbrıs Rum Kesimi’nin, Yunanistan’ın, Avrupa’nın ve Amerika’nın himayesi ile varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır.

Bunlar PKK hakkında bilinen gerçeklerdir ve konuyla ilgili uzman olmayan kişilerin bile bileceği güncel olaylar ve gelişmelerdir.

Yani bugün, yaşadığımız bütün eylemlerin hesabının sorulacağı öncelikli adres peşmerge reisi Barzani, bu zatın bulunduğu Irak Devleti ve ile Irak’ın işgalcisi Amerika Birleşik Devletleri olmalıdır.

Ancak işin ilginç yanı, son günlerde artan terörün kaynağı ve terör örgütünün arkasındaki güçler hakkında hükümet tarafından yapılan yorumlar ve uyandırılmak istenen çağrışımlardır.

Milletimizi artık iyice öfkelendiren kanlı eylemler tırmandıkça AKP zihniyeti daha çok köşeye sıkışmış, açılımın iflasını gizlemek için bahane arayışlarına hız vermişlerdir.

Özellikle son aylarda artan eylemlerin toplumda yarattığı haklı öfke hem açılımın sorgulanmasına, hem de AKP’nin gerçek yüzünün görünmesine vesile olmuştur.

PKK’nın eylemleri ile İsrail arasında kurulmak istenen rabıtanın zamanlaması ve yöntemi son derece manidar ve kuşkuludur.

Elbette ki bütün başka ülkeler gibi, siz suskun kalmışsanız, siz boyun eğmişseniz her yabancı devlet gibi İsrail’de ülkemize zarar verecek unsurlardan yararlanmak isteyecek ve belki de yararlanacaktır.

Bunları bizim belgeleriyle bilmemiz ve açıklamamız mümkün değildir. Ancak, özelikle İskenderun’da meydana gelen saldırıdan sonraki üstü örtülü ve kaçamak açıklamalar sorumluluğu yalnızca İsrail’e atarak, peşmergenin ve küresel gücün suçunu örtme arayışı ve sorumluları saptırma gayreti olarak dikkatimizi çekmiştir.

Başbakan Erdoğan ülkemizin nasıl geliştiğini, kalkındığını anlatırken bunun PKK eylemleri ile baltalandığından bahisle artan terör ve bölücü eylemlere yıllardan beri süren ucuz politikacı bahaneleri ile cevap arayışına girmiştir.

Anayasa değişikliği ile terörün artması arasında illiyet kurmak ise ancak Başbakan Erdoğan’ın mantığı ile izah edilecek bir garabettir.

Bizim buradan çağrımız şudur: Şayet iddia ettiği gibi yabancı güçler sözde AKP hükümetinin kalkınma hamlelerini, demokratikleşme arayışlarını terörle bastırmak istiyorlarsa, bunun ortaya çıkartılması hükümetinin görevidir. Basın karşısında sızlanmak değildir.

Eğer Başbakan, sözde çok başarılı olan AKP hükümetinin önünün küresel karanlık eylemlerle kesilmeye çalıştığını yandaş medyanın bunca propagandasına rağmen iddia ediyorsa, bunun delilerini bulmak ve açığa çıkarma da onun görevidir. Karnından konuşmak hiç değildir.

Biz buradan Başbakan Erdoğan’a artan bölücülüğü ve terörün gerisinde zaten malum olan yabancı parmağı arayacağına önce kendisine ve yıkım projelerine bakmasını tavsiye ediyoruz.

Biz ona tekraren hatırlatalım ki, terör ve bölücülük yıllardan beridir;

  • ABD ile yaptığı nafile pazarlıkların,
  • Tezkereye rağmen yapamadığı kara harekâtının,
  • Peşmerge reisine tam teslimiyetin,
  • Habur’da AKP ile PKK kucaklaşmasının,
  • Bölünmeyi anayasaya yedirme arayışının ve,
  • Etnik kimlik tahrikinin sonunda artmıştır.

Başbakan’ın terörün kaynağını ve tırmanışının nedenini başka yerlerde aramasına gerek yoktur. Bizzat Başbakan Erdoğan ve hükümetleri bölücülüğe çanak tutmuş, bölünmeyi körüklemiş ve kardeşliği incitmişlerdir.

Başbakan’ın getirdiği noktada bölücülüğün aldığı cürete bakınız ki, hiçbir tahkikata maruz kalmadan özgürce suç işleyen bölücülük, İmralı canisinin resimlerini taşıyarak “‘Meclisi basarız, Erdoğan'ı asarız’, ‘Kana kan, seninleyiz Öcalan’” diyebilmişlerdir.

Milliyetçi Hareket olarak, siyasi fikirlerine ne kadar karşı olursak olalım, bu ülkenin Başbakan’ına bu sözleri söyleyenlerin hakkından gelmek, muhatapları sussa bile bizim boynumuzun borcu olsun.

Erdoğan’ın kendi eliyle azdırdığı bölücülüğe hadlerini bildirmek AKP sinmiş olsa bile bizim iktidarımızın görevi olsun.

Başbakan Erdoğan ise gelişmelerden uyansın, doğrulsun, açılımdan vazgeçsin, yıkımdan caysın ve yanlış yaptığını itiraf ederek hakkında milletin vereceği hükmü beklesin.

 

Değerli Milletvekilleri,

Şayet bir siyasi iktidar uluslararası ilişkilerde çok başarılıyız derse, bakacağımız ilk gösterge hangi milli meselenin lehimize sonuçlandığıdır.

Eğer bir hükümet, dış politikada zafer kazandık, yumruğumuzu vurduk, dik durduk diyorsa, bu iddialarda bulunuyorsa bizim inceleyeceğimiz ikinci sonuç, ülkemizin hangi milli meselelerinin çözüm yolunun açılmış olduğudur.

Üçüncüsü ile uluslararası ilişkilerde söylenenler ile yapılanlar, vaat edilenlerle sonuçlananlar arasında tutarlılık ve ilişkinin olup olmadığıdır.

Bir hükümetin dış politika karnesinde milletinden geçer not alması bu kriterlerden elde edeceği olumlu sonuçlara bağlıdır.

Adalet ve Kalkınma Partisi ülkemizde işbaşına geçeli yedi buçuk yılı aşmıştır. Bu uzun süre elbette ki bir siyasi zihniyetin neyi başarıp, neyi başaramayacağı hakkında herkese fikir verecek kadar uzun bir süredir ve üstelik tek başına geçen bir iktidar dönemini içermektedir.

Yaptıkları, yapacaklarını da yapamayacaklarını da herkese göstermiştir, herkeste bir kanaat oluşmuştur.

Bugüne kadar hiçbir milli mesele,

  • Sözde Ermeni soykırım iddiaları ve Ermenistan’la ilişkiler,
  • Kıbrıs Türk toplumu üzerindeki baskı ve izolasyonlar,
  • Sanal Avrupa birliği sürecindeki oyalamalar,
  • Iraklı aşiret reislerinin terörle sürdürdükleri pazarlıklar lehimize sonuç doğurmamıştır.

Küresel güçle sürdürülen yanlış ilişkilerin ve talip olunan küresel projelerin Türkiye’yi getirdiği nokta ise kamuoyunun malumudur.

Bir yanda Irak’taki zulme göz yumarken, diğer yanda Filistin’deki mazlumlara sahip çıkıyormuş gibi sahte kahramanlık ve kuru tehditlere ise inanacak kimse kalmamıştır.

Taviz ve teslimiyeti, başkent başkent gezmeyi, toplantılarda boy göstermeyi dış politika zanneden AKP’nin artık tamamen dar bir alana sıkıştığı ilkesiz ve dayatmalara açık siyaseti iflas etmiştir.

Ne var ki, her defasında yaşadığı hayal kırıklığına rağmen yine teslimiyette, yine tek taraflı yakınlaşmada, yine tavizlerle dolu sırnaşık ilişkilerde ısrarını sürdürerek bugünlere kadar gelinmiştir.

Bu zaman zarfında en yeni yetme devletlerin, en onursuz devlet adamlarının bile karşı çıkacağı, tepki göstereceği, tavır koyacağı meselelerde şayet karşısında küresel güçler varsa sessiz durulmuş, boyun eğilmiş, sorunlar göz ardı edilerek suskun kalınmıştır.

  • Süleymaniye’de askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde,
  • Irakta beş polisimiz şehit edildiğinde,
  • Barzani açık savaş ve fitne tehdidinde bulunduğunda,
  • Ermenistan hükümetinin taciz ve tehditleri söz konusu olduğunda,
  • Sözde Ermeni soykırım iddiaları parlamentolarda birer birer kabul edildiğinde, hükümetin bilindik pısırık tavrı sürdürülmüştür.

Bu arada Başbakan ve ekibinin sıkletine uygun bulduğu ülkeler için sahte çıkışlarda bulunduğu; karşılığı olmayan girişimlerin ve sonuçsuz cevapların verildiği de kamuoyunca bilinmektedir. Davos’taki olay ile Mavi Marmara Gemisi’ne yapılan saldırıya karşı tepkiler bunlara örnektir.

Ancak bunların hiçbirisi AKP hükümetlerinin uluslararası ilişkilerde bir milli karakteri olamamış, her çıkışın ardından yaşadığı ani iniş, bütün kahramanlık gösterilerini bir bir eriterek gerçek yüzlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Yıllardan beri dünyayı tanzime yeltenen küresel güçle karşılaşmaktan kaçınan, asıl sorumlular yerine taşeronları eleştiren AKP; bir yandan küresel kanlı projelerin yöneticileri ile dostane ilişkiler kurarak, eşbaşkanlıkları iftiharla sürdürmüştür.

Öte yandan bu ilişkilerin mazlum toplumlara yansımasından doğan huzursuzlukların sorumluluğunu ikincil unsurlar ve figüranlara atarak geri plandaki büyük oyuncuyu bir türlü görmek istememiştir.

Başbakanın ve hükümetlerinin icraatları bu çelişkilerle doludur.

  • Bir yanda, İsrail haklı olarak eleştirilmiş, öte yandan Yahudi kuruluşlarından ödüller alınmaktan kaçınılmamıştır.
  • Bir yandan Müslümanlara sahip çıkılıyormuş gibi yapılmış, öte yandan Irak’taki Müslüman kıyımının Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı pişkince sürdürülmüştür.

Bütün siyasi ömrü bu çelişkileri örtmekle geçen AKP zihniyeti son olarak Gazze’ye yardım götüren gemilere yapılan saldırı sonrasında da aynı çift kişilikli yorumlara sığınmış, bugün söylediğini yarın yalanlayan, yarın yalanlayacağını da bugün söyleyen güvenilmez tutumunu devam ettirmiştir.

Nitekim biz geçtiğimiz hafta, bölgemizdeki bütün önemli gelişmelerin arkasındaki aktör olan Amerika’nın oynadığı rolü görmeden ve bu ülke eleştirilmeden sorunların çözülmeyeceğini söylemiştik.

Ve ardından, “eşbaşkanı olarak taşeronluk yaptığınız medeniyet hangi medeniyettir? Bu oyuna nasıl girdiniz, bu akıntıya nasıl kapıldınız?” Sorularını muhatabına yöneltmiştik.

Ve “küresel zalimle el ele tutuşarak, İslam’a yapılan zulmün suç ortaklığını nasıl kabullendiniz? Kim sizi zorladı, kim sizi tutsak aldı, bu esarete nasıl düştünüz?” diye sormuştuk.

Başbakan Erdoğan’ın ise zımnen de olsa geçmişte “varlıklarının önemli fırsat olduğunu” söyleyip el el verdiği küresel güçleri eleştirmeye başlamasının kendisi için önemli bir dönüşüm olacağını ifade etmiştik.

Böylesi bir dönüşüm ve değişimin başlayacağına dair işaretler geçtiğimiz hafta da devam etmiş, Başbakan Erdoğan’ın yediği darbeler ve yaşadığı ağır travmalardan sonra bir nebze olsun gerçekleri görmeye başladığına dair emareler artmıştır.

Bu gelişmeler şayet muhatabı geride kalan yıllarda yaptığı gibi yanardöner bir tavır içine girmeyecekse bilinmelidir ki herkes için sevindiricidir.

Nitekim Başbakan Erdoğan bu hafta da eşbaşkanı olduğu projenin kanlı Irak ayağını eleştirmeye başlamış ve hidayete erebileceği konusunda umut uyandırmıştır.

Bugüne kadar dış politikada teslimiyetçiliği benimseyen Başbakan’ın dik durma adına yaptığı bu çıkış, sakat dış politika anlayışının bundan sonra değişeceği yolunda da haklı iyimserlik yaratmıştır.

Başbakan, geçtiğimiz hafta Türk-Arap İşbirliği Formunda söylediği “Şu anda Irak'ta yüz binlerce dul kadın var. Bunların sorumlusu kim? Bunun yanıtını bulmamız lazım. Yetimler, öksüzler var, bunların sorumlusu kim? Bunların yanıtını bulmamız lazım.” sözleri eğer hedef saptırma ve günü kurtarma değilse tam bir itiraf demektir.

Bu soruya karşılık, eğer Başbakan, Irak’taki zulmün sorumlularının kim olduğuna dair cevabı arıyorsa, bizim ona tavsiyemiz küresel güçlerle beraber çektirdiği aile fotoğraflarından birine kanlı albümlerinden çıkartıp bakmasıdır.

Bu fotoğraf karelerinde mutlaka kendisini de görecek ve deliğe süpürmeyin diye yalvaran arkadaşlarını da, ilişkilerimiz mükemmel diyen hükümet üyelerini de, hedeflerimiz aynı diyen danışmanlarını da tanıyacaktır.

Ancak, Başbakan Erdoğan bu sözleri söylemekte hayli geç kalmıştır. Zira geride hayatını kaybetmiş, zulüm görmüş bir milyon Müslüman’ın vebali, hesabı ve hakkı vardır.

Ama her şeye rağmen yanlışın neresinden dönülürse kar olacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri

Şimdi Türkiye bu sözleri söyleyerek Amerika’yı sorgulamaya çabalayan Başbakan’dan daha ileri adımlar beklemekte ve geçmişte girdiği bütün yanlış hesaplardan dönmesini arzu etmektedir.

Başbakan Erdoğan yalnızca Arap dostlarının karşısında değil, Türk milletinin huzurunda da yaptığı kanlı işbirliklerinden duyduğu pişmanlığı itiraf etmelidir.

Küresel projelerin oyuncağı olduğunu, kandırıldığını, aldatıldığını, bilmeden bu oyunun içine sürüklendiğini, elini verip kolunu kurtaramadığını söylemelidir.

Ve eğer bu sorgulamasında samimi ise bir nebze olsun dik durma ve onurlu tavır gösterme sırası, artık Ortadoğu’dan ülkemizin gerçeklerine gelmelidir.

Bu çerçevede, Başbakan’ın acilen yapması gerekenler;

  • Irak politikasını gözden geçirerek terörle mücadele, Türkmenlerin geleceği ve Barzani ile ilişkiler konusunda Türkiye’nin çıkarlarını koruyan onurlu politikalar izlemesidir.
  • Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve sınırlarını sorgulayan ve sahte soykırım yalanı etrafında ülkemizi mahkûm ettirmek için hayâsız bir kampanya sürdüren Ermenistan’ın peşinden koşmaktan vazgeçilmesidir.
  • Kıbrıs Türklerini bir azınlık toplumu olarak teslim almaya hazırlanan Rum yönetimi ve Yunanistan’a karşı kararlı bir duruş sergilemesidir.
  • Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin milli birliğini, devlet yapısını ve kuruluş ilkelerini tahribe yönelik dayatmaları karşısında Türkiye’nin onurunu koruyacak bir tavır geliştirmesidir.
  • Ve elbette ki mutlaka ABD’nin küresel senaryolarının bölgesel taşeronu olmaktan vazgeçmesidir.

Başbakan Erdoğan’ın önündeki gerçek haysiyet ve samimiyet sınavı bundan sonraki süreçte belli olacaktır.

Başbakan ve hükümeti bu aşamada, Türkiye’nin milli tezlerini; baskı, dayatma, taviz ve hakaretlere maruz bırakmadan ısrarla savunarak yeni bir sayfa açacaktır.

İşte o zaman, bütün gerçekler ortaya dökülecek;

Irak’ta Mehmetçiğe çuval geçirilirken, polislerimiz şehit edilirken hükümetin neden hareketsiz kaldığı daha iyi anlaşılacaktır.

Yıllardır yeri ve adresi bilinmesine rağmen terör yuvalarına hangi gerekçeyle askeri harekât yapılmadığı daha berrak ortaya çıkacaktır.

Açılım denen yıkımın arkasındaki güçler ve ulaşmak istedikleri parçalanmış toplum ve devlet yapısı belirgin hale gelecektir.

Ancak, ne üzücüdür ki bu düşüncelerimizin iyi niyetli temennilerden öteye geçemeyeceği kadar kafası ve gönlü milli meselelere mühürlenmiş bir zihniyet karşımızda durmaktadır. Hiç umudumuz yoktur.

Zira hala şiirler okumakta ve açılımı övmeyi yıkımda ısrar edeceklerini ilan etmeyi sürdürmektedir.

  • Mademki bu yaşananlar bile bir ders vermemiştir, o halde, buradan sormak lazımdır?
  • Mehmet Akif’ten şiirler okurken “Zulmü alkışlayamam” diyerek tekrarlayıp durduğu mısranın tam tersine yıllardan beridir Irak’ta alkışladığı kimin zulmüdür?
  • Yavuz’un Kanuni’nin kemikleri sızlar derken, Avrupa masalarında yüz sürerken, Papa Heykelleri önünde imza atarken, sızlayan kemikler kimin kemiğidir?
  • Dün diplomasi masalarında bıraktığı onurunu Avrupalı büyükelçilerle yemek masalarında “kör müsünüz” diyerek kurtarmaya çalışan Başbakan kimdir?
  • Biz gerekirse Karadeniz gibi kükremeyi biliriz derken, Peşmerge Reislerine karşı suskun kalan, terörist huzurunda aciz duran yönetici kimdir?
  • Önce olmaz deyip reddeden, sonra Küresel gücün tehditleriyle İslam karşıtı NATO Genel Sekreterini seçen hükümet üyeleri kimdir?
  • “Bu ülkeye, bu ülkenin tarihine, medeniyetine, şehitlerimize, aziz milletimize mahcup olmadık, bundan sonra da mahcup olmayacağız” derken, şehide kelle, katile sayın, eşkıyaya ‘abi’ diyenler kimlerdir?

Başbakan Erdoğan şayet öze dönüş sürecine hakikaten girmişse vereceği cevaplarda da kaçınılmaz olarak kendisi ile ve lekeli geçmişiyle hesaplaşacaktır.

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Son haftalar içinde AKP hükümetinin dış politikadaki tutarsızlıkları, yalnızca milletimizi değil, uluslararası camianın da aklını karıştırmış ve “eksen kayması” olarak nitelenen yeni bir kavramı AKP siyasetine sokmuştur.

Bu konudaki tartışmalarda dile getirilen eksen kaymasından kasıt şayet hükümetin İran’a karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden çıkacak karara verdiği “hayır” cevabı ise bize göre bu haksız bir itham olacaktır. Zira hükümetin İran kararı kendi içinde tutarlıdır.

Ancak burada dikkatimizi çeken nokta, Başbakan Erdoğan’ın verdiği hayır kararı değil, bu kararın gerekçelerini bir suçluluk duygusu içinde oylamanın yapılacağı gece, diğer ülke yöneticilerini arayarak ikna ve izaha çalışmış olmasıdır.

Nitekim, “eksen kayması” iddialarının hükümette neden olduğu panik hali, Başbakan ve hükümetini de aşarak eski dışişleri bakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanına da sirayet etmiş ve bahse konu bir kaymanın olmadığı konusunda telaşlı bir izah yolu izlenmiştir.

Başta AKP zihniyetinin temsilcileri olan hükümet ve Başbakan olmak üzere işbirlikçi medya mensupları tam bir suçluluk telaşına kapılarak “batılı değerlere bağlı olduklarını” ispatının peşine düşmüşlerdir.

Suçlamalar karşısında bağlılıklarını açıklamak için;

Avrupa Birliğini nasıl büyük bir şevkle istediklerini,

Batılı değerlere nasıl sadık olduklarını,

Batıya karşı ne kadar hayranlık beslediklerini birer birer açıklama gereği duymuşlardır.

Hükümetin uluslar arası ilişkilerde yıllardır yaşadığı kayma yalnızca eksen değil aslında merkez kaymasıdır ve bu merkez Başkent Ankara’dan yıllar önce uzaklaşmış, Erivan, Erbil, Brüksel ve Washington eksenine çoktan bağlanmıştır.

Ancak bizim hükümete soracağımız ve cevap arayacağımız husus şudur.

Şayet AKP borazanlarının ve yöneticilerinin söyledikleri gibi AKP eksen kaymasına uğramamış ise, o halde sadakat gösterme yarışına girdikleri küresel güçten yeni bir görev mi almışlardır, yeni bir rol mü çalmışlardır?

 

Değerli Arkadaşlarım,

Biliyoruz ki, bugünün hedefleri, aynı zamanda yarının başka amaçlarına dönük araçlarıdır.

Geleceği planlayamayan, riskleri okuyamayan, gelişmeleri anlamlandıramayan yönetimlerin amaçlarına ulaşmak için bırakın çaba sarf etmeyi, günü kurtarmaktan dahi aciz olacaklarını söylememiz mümkündür.

Elbette böylesi bir sorunun nedenlerini; evvela siyasi sorumluluk taşıyanların vizyon, samimiyet, heyecan ve inanç eksikliklerinde aramak lazımdır.

Kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kabul etmeliyiz ki, Türkiye’nin bugünü ve geleceği, demokrasinin meşru yollarından geçerek yetki almış bir iktidar tarafından tahrip edilmiştir.

Bunun yanı sıra, günlük hayatında çok bunalan, muazzam bir geçim mücadelesi veren ve ekonominin daralan kıskacında sıkışan vatandaşlarımız için yaşamak başlı başına büyük bir meşgale haline gelmiştir.

Her zaman söylediğim gibi; esnafımızdan memurumuza, çiftçimizden emeklimize, işçimizden sanayicimize kadar işleri iyi olan, ‘mutluyuz, huzurluyuz’ diyebilecek herhangi bir toplumsal kesime rastlamamız artık çok zordur.

Ne üzücüdür ki, ağırlaşan ekonomik ve sosyal sorunların dağıtımından herkes kendi payına düşeni almak durumunda kalmıştır. Bunlar arasında en başlarda yer alan çiftçilerimizin de sorunları katlanmış ve her geçen durumları daha da kötüye gitmiştir.

Yaklaşık beş milyona yakın insanımızı istihdam eden tarım kesiminin sorunları inanın bana Türkiye’nin en öncelikli meseleleri arasındadır. Ve çözümünün gecikmesi ya da ihmali halinde ülkemizin gıda sorunuyla dahi karşı karşıya kalabileceğini bu vesileyle söylemek isterim.

Ancak konuya sadece gıda güvenliği açısından da bakmadığımız iyi bilinmelidir. Ne var ki bugünkü ortamda, Türkiye’yi doyuran çiftçi kardeşlerimizin devasa problemlerle boğuşmak zorunda kaldıklarına hepimiz şahit oluyoruz. Doğal olarak kendilerinin doymadığını, alın terlerinin karşılığını alamadıklarının da farkındayız.

Onlar çalışıp, üretip, yetiştirip bizlere getiriyorlar. Ancak kendileri her şeyden mahrum kalıyorlar. Bu konuda hükümet son derece aymazlık içinde ve hiçbir soruna aldırmıyor. Çiftçilerimizi küçümsüyor ve alttan alta tarım sektörünü tasfiye etmenin sinsi planlarını yapıyor.

Nasıl olsa ithal eder tamamlarlar. İçeride üretime ne gerek var? Tarım arazilerini, orman arazilerini yağmacılara peşkeş çeker ve bu alçak girişimlere de arazilerin ‘ekonomik kullanımı’ diye bir kılıf bulurlar.

AKP hükümetinin tavrı ve yaklaşımı bunlardan ibaret.

Bakınız hasat mevsiminin başlamasına rağmen ve hatta Çukurova başta olmak üzere bazı yörelerimizde tamamlanmak üzereyken AKP’nin birkaç söz dışında çiftçilerimizle ilgili tek kelime ettiğini duyanınız var mıdır?

Başbakan Erdoğan, ülkemizin tahıl ambarı Konya’ya gidiyor ve ağzına Türk çiftçisini almıyor. Buğdayı, arpayı, yulafı konuşmuyor. Üstelik başka coğrafyalardaki üzücü sorunları, iç siyasete utanmadan malzeme yapmaktan çekinmiyor.

Başbakan Erdoğan, Allah selamet versin Gazze’nin kaderini Konya’yla bir görüyor da, Türk çiftçisinin kaderinin ne olacağını hiç aklına getirmiyor.

Bir kez olsun onları rahatlatacak ve refaha kavuşturacak hamleleri hayata geçirmiyor.

Yine Konya’dan Hamas’a sahip çıkıyor da, çiftçilerimize bir kez olsun sahip çıkacak erdemi ve sorumlu davranışı gösteremiyor.

Hamasetle yol alıyor, Türkiye’nin altını oymakla uğraşıyor, Türkiye’nin yörüngesini oynatıyor; ama köylümüzü, hayvan üreticimizi, çiftçimizi dikkate almıyor.

Başbakan Erdoğan’a göre çiftçinin gözünü ancak toprak doyurur. Ve çiftçimizin anasını yanına alıp arkasına bakmadan gitmekten başka bir çaresi yoktur.

Türk çiftçisinin sorunlarını dile getirmesini ‘artistlik’ olarak gören Başbakan’ın, kime, neye ve hangi vasıtalarla hizmet ettiği bizim tarafımızdan bunca senenin arkasından bariz olarak anlaşılmıştır.

Türk çiftçisine ‘lan’ diye hitap eden Başbakan Erdoğan’ın, Irak’ta bir milyonu aşan Müslüman kanı dökmüş ABD’ye karşı da son derece saygılı, çekingen, suspus olduğu da bilinen bir gerçektir.

Sanal düşmanlar icat ederek varlığını sürdüren AKP zihniyeti ve Başbakan Erdoğan’ın; başka coğrafyalardaki sorunların ardından koşmayı Türk çiftçisi Mehmet efendinin yanında olmaya tercih ettiği şüphesizdir.

Bunun yanında, değişik ortamlarda ne anladığı belli olmadan adaletten, adil olmaktan, haktan ve hukuktan bahseden Başbakan Erdoğan’ın çiftçilerimizin haklarına nasıl el koyduğunu sekiz yıla yaklaşan hükümet etme dönemi açıkça göstermiştir.

Başbakan Erdoğan için Hans’ın para kazanması, John’un toprak alması önemlidir; ancak Hasan’ın aç kalması, Osman’ın toprağını kaybetmesi, Alinin ürününün tarlada çürümesi, tüccara, komisyoncuya teslim olması, tefecilerin eline düşmesi sıradan vakıalardır ve normaldir.

Ancak Türk çiftçisi bu zilleti asla unutmayacak, maruz kaldığı eziyetlerin, uğradığı hak kayıplarının, çektiği çilelerin birikmiş hesabını Recep Tayyip Erdoğan’ın önüne ilk fırsatta koyacaktır.

Ve bu hesabı ne Başbakan Erdoğan, ne devletten geçinen türedi işbirlikçileri ve ne de arkasını dayadığı mihraklar asla ödeyemeyecektir. Türk çiftçisi kükreyecek ve AKP’yi hükümetten süpürecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Takdir edeceğiniz üzere, toprağı oya gibi işleyen ve helal kazancının peşinde olan çiftçi kardeşlerimin sorunları parti gündemimizin hep ön sıralarında yer aldı.

20 Mayıs 2008 ve 12 Mayıs 2009 tarihli Meclis Grup konuşmalarımda, tarım kesiminin sorunlarına ayrıntılarıyla değinmiş ve çiftçi kardeşlerimizin dertlerine tercüman olmaya çalışmıştık.

Bugün de bu düşüncelerimizin daha güçlü ve inançlı bir şekilde arkasındayız.

Köylümüzün, çiftçimizin AKP iktidarı süresince hiç önemsenmediğini insafı ve izanı olan herkes görecektir.

Maalesef bugünkü şartlar altında çiftçimiz üretim yapamaz hale gelmiş, yapsa da elindeki avucundakini borçlarına teslim etmek zorunda bırakılmıştır.

Yabancı yatırımcıya şirin görünmek ve sıcak para bağımlılığını sürdürmek için tavizler veren AKP hükümeti; sıra çiftçimize geldiği zaman pahalı mazotu, fiyatı el yakan gübreyi, alınamaz hale gelen tohumluğu nedense reva görmüştür.

Dünya gözüyle bir türlü rahata ulaşamayan çiftçilerimizin emeklerinin karşılığını alamadıkları gün gibi ortadadır.

Üretimde kullandıkları girdi maliyetleri, bugün 2002 yılına göre en az 3 kat artmıştır. Nitekim mazot yüzde 156, gübre yüzde 158 oranında zamlanmıştır.

En zor şartlarda mahsulünü yetiştirmek ve daha çok ürün elde etmek maksadıyla sulama işini yapan çiftçi kardeşlerimizin maruz kaldıkları elektrik faturalarının, kabaran mazot ve gübre faturasından aşağı kalır yanı yoktur.

Her defasında, birikmiş hayal kırıklıklarını geride bırakarak pulluğuyla toprağını harmanlayan, mibzeriyle eken, umutla hasat mevsimini bekleyen çiftçilerimizin; maalesef kaderleri hiç değişmemiş, yine elde ettiği ürünleri para etmemiş ve karınları doymamıştır.

Bağda, bahçede böyledir; arpada, buğdayda bu şekildedir.

AKP Hükümeti tarafından, bu ayın ilk günlerinde açıklanan ve çiftçilerimizin yüzde 85’ini ilgilendiren hububat müdahale alım fiyatları, üretim maliyetinin altında kalmış ve çiftçilerimiz bir kez daha hayal kırıklığına uğramışlardır.

Mesela, Anadolu Kırmızı Sert Ekmeklik Buğdayının geçen yıl hasat dönemi müdahale alım fiyatı prim dâhil ton başına 550 TL iken, içinde bulunduğumuz yıl pirim dâhil 600 TL olarak ilan edilmiştir.

Dikkat ederseniz, çiftçimizin satacağı buğdayın geçen yıla göre fiyat artış oranı yüze 9 düzeyindedir. Ne var ki, son bir yıl içinde çiftçilerimizin muhatap olduğu ve altında ezildikleri tarım enflasyonu yüzde 18’i geçmiştir.

Değerli arkadaşlarım, tarım kesiminde çalışanlarımız çok büyük bir adaletsizlik ve haksızlıkla karşı karşıyadır. Açıklanan müdahale alım fiyatının iki katı kadar enflasyona maruz kalan çiftçilerimizin, aradaki fark kadar yıldan yıla eridiğini, yoksullaştığını söylememiz ne yazık ki doğru olacaktır.

Ortalama olarak ton başına buğday üretim maliyetinin 620 ile 700 TL arası olduğunu dikkate aldığımızda, AKP’nin açıkladığı alım fiyatlarının çok yetersiz olduğu ortaya çıkacaktır.

Bir kıyaslama yapacak olursak, 2002 yılında 3.74 kilogram buğday satarak bir litre mazot alabilen çiftçimiz, bugün ancak 5 kilogram buğday sattığında bir litre mazot alabilmektedir.

Eğer 2002 yılındaki fiyatlar, yalnızca tarım enflasyonuna göre artırılmış olsaydı, bugün buğdayın asgari fiyatının piyasa fiyatlarını da dikkate aldığımızda ton başına 720 TL olması gerekirdi.

Üstüne üstelik bu yıl için AKP hükümetinin, müdahale alım fiyatlarıyla net olarak yüzde 37’lik bir refah artışından bahsetmesi, çiftçilerimizi kandırmak için her yola başvuracağını kanıtlamıştır.

Bu neyin refahıdır? Nasıl bir kar oranıdır? Çiftçimizi aldatmaya utanmayan bu iktidar zihniyetinin; kardan ve refahtan kastı, anlaşıldığı kadarıyla yozluluklarla abat olan hırsızın, uğursuzun ve çıkarcıların palazlanmasıdır.

Her şey ortadır. Çiftçimiz yoksuldur ve perişandır. Ekim alanları daralmaktadır ve ürünleri para etmemektedir.

Yüz binlerce çiftçi ve köylü kardeşimiz zorlaşan hayat şartlarından dolayı doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalmışlardır. Ve geldikleri yerlerde yarı aç, yarı tok hayatın güçlüklerine direnmeye çalışmaktadırlar.

Altında ezildikleri borçlarını karşılayamayan çiftçi kardeşlerimiz, borcu borçla kapatarak sonu olmayan çok tehlikeli bir girdaba düşmüşlerdir.

Başbakan Erdoğan ise bu durumdan memnundur ve 2009 yılında 1 milyon 215 bin çiftçi kardeşimize 10 milyar TL’nin üzerinde kredi kullandırılmış olmasıyla övünmektedir. Varsın çiftçimiz borcundan dolayı bunalıma girsin, Başbakan için sorun değildir.

Her 10 çiftçimizden 9’u haciz kıskacındadır, ama Başbakan çiftçinin borçlanmasını gelişme olarak değerlendirmektedir.

Çiftçimiz sahipsizdir ve yalnızdır. Geleceği belirsizdir, karanlıktır ve borçlar dağ gibi birikmiştir.

AKP’nin tarım kesimini gözden çıkarmasının sonucu olarak, vatanımızın her köşesindeki çiftçi kardeşlerimiz, ilk fırsatta toprağını elinden çıkarmanın yollarını aramaktadır.

Nitekim ektiğini alamamakta, sattığıyla borçlarını karşılayamamaktadır.

İlgili Bakanın açıklamalarından, ürün bedellerinin ise teslimini takiben bir ay içerisinde ödeneceği anlaşılmaktadır.

Ancak faizler durmamaktadır. Borçlular beklememektedir. Mazot alacaklıları, çiftçimize harman veresiye malzeme, gıda satanlar ellerini ovuşturmaktadır. Ve çiftçimizin peşine düşmüşlerdir.

Biçerdöverci para istemektedir. Çocuklar harçlık dilemektedir. Ve çiftçimiz beklediği kadar çıkmayan mahsulünün zaten para etmeyen karşılığını bir ay sonra alabilecektir.

Buradan sormak lazımdır; çiftçimizin bir ay süreyle oyalanmasının ne anlamı ve mantığı vardır?

Başbakan, gemilerinin ücretini bir ay sonra mı almaktadır?

İhale kaçkınlarına paraları vadeli mi ödenmektedir?

Bu gecikme neyin nesidir?

Çiftçimizin dayanacak, bekleyecek gücü mü vardır?

Aç karınlar bir ay nasıl bekleyecektir?

Bu kapsamda, Parti olarak hükümete, aciliyeti ve artan ehemmiyeti nedeniyle konuyla ilgili önerilerimiz şunlar olacaktır:

1-      Açıklanan hububat fiyatlarının yeniden gözden geçirilerek çiftçilerimizin ürünlerinin gerçek karşılığı verilmeli, maliyetlerin altında ezilmelerine engel olunmalıdır.

2-      TMO’nun alım merkezlerinin tamamı zamanında açılmalı ve bir tek çiftçi kardeşimiz dahi ürününü satmaktan mahrum bırakılmamalıdır. Nitekim TMO alım merkezlerinin açık olması piyasa fiyatlarının düşmesini önleyecektir.

3-      Piyasaya, emanet alım ve benzeri uygulamalarla alım yapmaktan kaçınıyor imajı vermemek lazımdır. Aksi takdirde fiyatlar gerileyecek ve çiftçimizin zararı daha da büyüyecektir.

4-      Her ne olursa olsun, ürününü ofise teslim eden çiftçimize hiçbir gerekçe ileri sürmeden ürün bedelinin peşin olarak ödemesi yapılmalıdır. Bir ay vade uzundur ve az önce dile getirdiğim mahsurları içinde taşımaktadır.

5-      1 Mayıs–15 Eylül 2010 tarihleri arasında 4,5 ay süreyle kapatıldığı açıklanan buğday ithalatının, yeni kampanya dönemine kadar bir yıl süreyle uzatılması doğru bir tavırdır ve sonuna kadar bu kararın arkasında durulmalıdır.

Ve çiftçimizin üretimde kullandığı girdilerdeki vergi yükü mutlaka azaltılmalıdır.

Açılım safsatasıyla terörü azdıran ve Türkiye’yi karanlığa iten iktidar partisi, gecikmeksizin tarım kesiminde reform yapmalı ve çiftçilerimizin refahını artırmak için gerekli her türlü hamleyi devreye sokmalıdır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Sayıları üç milyona yaklaşan hububat üreticisi kardeşlerimizi sıcak yaz aylarında çok zor günler beklemektedir.

Çiftçiye gelince zorluklar çıkaran, esnafa gelince boş vaatler pazarlayan, emekliyi banka promosyonuyla avutan, memuru enflasyondan doğacak küçük zam oranlarıyla oyalayan iktidar zihniyetinin vereceği de, yapacağı da bir şey kalmamıştır.

Tarlasında, sıcağın altında dua ederek ekmeğinin peşinden koşan dertli çiftçimiz, inanıyorum ki sandıkta da AKP’yi arkasından süründürecektir.

Fındığı dalda kalan, çayı para etmeyen, pamuğu çürüyen, ayçiçeği solan, pancarı kuruyan; arpası, buğdayı, çavdarı zarar eden Türk çiftçisinin; siyasetin harman yeri olan sandıkta AKP’ye gereken dersi vereceği günler çok yakındır. Ve çiftçimiz bunun için sabırsızlanmaktadır.

Milletimiz endişe etmemelidir. Bu kara dönem bitecektir. AKP geldiği gibi gidecektir. Kim ne derse desin, bu iflah olmaz, acı ve talihsizliklerle dolu dönem mutlaka sonlanacaktır.

Kurtuluş yakındır. Sabretmek ve çalışmak lazımdır.

Bir gün gelecek Başbakan Erdoğan’ın sesini hiç kimse duymayacak ve kendisini görmeyecektir. Ancak bu zihniyet önce hukukun karşısında hesap vererek bu süreç başlayacaktır. Bakalım o zaman Başbakan Erdoğan diklenmeden, dik durabilecek iradeyi gösterebilecek midir? Allah izin verdiği sürece hep birlikte görüp yaşacağız.

Konuşmama son verirken idrak etmeye başladığımız mübarek üç ayların bereket ve mağfiret getirmesini diliyor, hepinizi saygılarımla selamlıyorum.