28.07.2010 - İstanbul Sanayi Odası'nda Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
İstanbul Sanayi Odası'nda Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
28 Temmuz 2010

 

Muhterem Yönetim Kurulu Başkanı,

Türkiye’nin Haklı Gururu Olan Değerli Sanayiciler,

Sayın Katılımcılar,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

Çok yoğun ve karmaşık bir süreçte, ülkemizin gelişmesi ve kalkınması uğruna fedakârca çalışan siz değerli sanayicilerimizle bir araya gelmiş bulunuyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Bu toplantıyı tertip eden ve bize de görüşlerimizi açıklama fırsatı veren İstanbul Sanayi Odası’nın değerli Yönetim Kurulu Başkanı Tanıl Küçük Beyefendiye ve çalışma arkadaşlarına teşekkür ediyorum.

Polemiklerin çıkmaz sokağında ve sonu gelmeyen çapsız tartışmaların girdabında yorulan milletimizin; geleceğe umutla bakabilmesi, hak ettiği refaha kavuşabilmesi, burada bulunan muhterem girişimcilerin gayretleriyle olacağından asla kuşku duymuyorum.

Bunun için çok önemlisiniz ve taşıdığınız misyon nedeniyle de önceliklisiniz.

Bu vazgeçilmez ve ikame edilemez özelliğinizle, ülkemizin geleceğine ayrıcalıklı bir katkı sağlayacağınız tartışmasızdır.

Türk sanayisinin hareket ve karar merkezi olan bu güzide çatı altında, sizlerle bir araya gelmek, bu haliyle beni çok mutlu etmiştir.

Huzurlarınızda, Türkiye ekonomisine ve Türk sanayisine yönelik değerlendirmemizi, teknik ayrıntılara fazla girmeden; ancak sanayileşmenin ve beraberinde ortaya çıkardığı gelişmeleri de ihmal etmeden, stratejik bir çerçeve içinde değerlendirmek ve siz değerli girişimcilerimizle paylaşmak istiyorum.

Göstereceğiniz sabır ve ilgiden dolayı da şimdiden yüksek heyetinize teşekkür ediyorum.

Sayın Başkan,

Değerli Sanayiciler,

Son iki yüzyılın ekonomik ilişkilerinin seyrine bakıldığında; özellikle krizlerin sürekli olarak birbirini izlediğini görmek ve söylemek mümkündür. Ve insanlık ekonomilerdeki yıkımın ağır sonuçlarına sürekli maruz kalmıştır.

Bu zamana kadar, farklı ülkelerde cereyan eden ekonomik dengesizliklerin akış ve ilerleyişleri değişik nedenlere dayanmıştır.

Ekonomik kriz, kimi ülkelerde dövizden kaynaklanmış, kimi ülkelerde mali sektörden üremiş, kimi ülkelerde ise borç stokundaki artıştan meydana gelmiştir.

Bunların arkasındaki itici ve teşvik edici faktörler farklılık gösterse de, iş dönüp dolaşıp üretim sistemine dayanmaktadır.

Eksik ya da fazla üretimin yol açtığı krizlerin faturası ise çok acı olmakta, en başta işsizlik ve yaygın bir sefaletin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Krizlere neden olan çok boyutlu bozulmaların, iç ve dış etkenlere bağlı olarak fazlalaşan şokları tetiklediği ve makro ekonomik sistemde kişileri spekülatif hareketlere özendirmesiyle mesafe aldığı açıktır.

Bundan dolayıdır ki, insanların ekonominin kar fırsatları artan alanlara doğru yönelmeleri yoğunlaşacak ve böylelikle mali yapıda aşırı ve tehlikeli bir yığılma meydana gelecektir. Bunun en son örneğini ABD merkezli ekonomik krizde görmek mümkün olmuştur.

Küresel ekonomide 2002 yılından itibaren baş gösteren ekonomik büyüme dönemi 2007 yılında son bulmuş, takip eden yılda patlak veren krizle birlikte ülkeler derin resesyon çarkının içine düşmüşlerdir.

Üretim ve talebin küresel dağılımındaki kabaran dengesizlikleri, küresel krizin kabından taşarak adeta bir sel gibi yayılmasına neden olmuştur.

ABD’de, özel kesimin tüketim çılgınlığı, üretimden kopan türev ürünlerdeki aşırı şişme krizi adım adım hazırlamış ve son aşamaya kadar getirmiştir.

Nihayetinde, ABD konut piyasasından fışkıran sorunların, kredi piyasaları yoluyla gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hisse senedi, para ve tahvil piyasalarına yansımaları kapsamlı sorunların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Krizden çıkabilmenin uğraşını veren başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere birçok ülke, önce krizin gerçekçi tasvir ve değerlendirmesini yapmışlar, buradan hareketle de krize karşı sağlıklı ön alma ve karşı duruş için politika oluşturmuşlardır. 

Arkasından da trilyonlarca dolarlık tedbir paketleriyle küresel ekonominin depremine acil müdahalede bulunmuşlardır. Ne var ki geldiğimiz bugünkü aşamada sorunlar hala bitmemiş, kontrolden çıkan bütçe açıkları ve çoğalan kamu borç stokları birçok Avrupa ülkesini köşeye sıkıştırmıştır.

‘1929 Büyük Ekonomik Bunalımı’yla eşdeğerde görülen, küresel krizin, ülkeler üzerinde çok derin etkileri olmuştur.

Dünyada durum böyleyken; biz de ise ekonominin uğradığı kazanın büyüklüğü ve neticede işleyen hiçbir tarafının kalmamış olması, yaşanmış acı gerçekler olarak hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.

Türkiye ekonomisinin iç çelişkileri ve yapısal sorunları, kendisine has krizi anında imal etmiş ve sonucunda büyük bir işsizlik, yoksulluk ve reel sektörün ağır yara aldığı karanlık bir tabloyu ortaya çıkmıştır.

Bunun adı ‘2009 Büyük Ekonomik Krizi’dir. Ve her sektörün üzerinden silindir gibi geçen krizin, tüm karşı iddialara rağmen travması halen atlatılabilmiş değildir.

Türk Sanayisinin Muhterem Temsilcileri,

Türkiye her alanda sıkıntıların arttığı bir dönemden ve zaman sürecinden geçmektedir.

Endişe verici bir cepheleşme, bölücü mihrakların birliğimize yönelik hain suikastları ve siyasi sorumluluk taşıyanların gerginlik politikaları hepimizin gözü önüne vuku bulmaktadır.

Milletimiz kutuplaşma ve kaos girdabına sürüklenmek istenmiş, karanlık ve korku sarmalına çekilmeye çalışılmış; kargaşa ve kavga eşliğinde ayrışmanın soğuk yüzüyle karşı karşıya bırakılmıştır.

Ve etki alanı giderek daralan ve siyasi haysiyeti gün geçtikçe zayıflayan bir yönetim öncülüğünde, çok derin bir bunalımın dibine itilmiştir.

Bu süreçte ülkemiz anayasa değişiklikleriyle ilgili referandumu 12 Eylül tarihinde oylayacak ve tarihi kararını verecektir.

Elbette milletimizin vereceği hüküm kesin olacaktır ve sonucu ne olursa olsun buna saygı duymak hepimizin en temel görevidir.

Ancak, iyi yönetilmeyen ülkemizin, sorunları dağ gibi büyüyen insanımızın, her alanda emek sarf eden çalışanımızın ve özellikle siz değerli sanayicilerimizin, referanduma sunulan anayasa değişiklikleriyle ne elde edeceği belirsizdir.

Asıl sorunları öteleyerek, sırf başka hesaplar uğruna, anayasa değişikliği üzerinden toplumu mevzilere ayırmak emin olun ki, hiç kimseye bir şey kazandırmayacaktır.

Türk milletinin birlikte yaşamasının hukuksal senedi olan anayasanın bazı maddelerinde yapılan değişikliğin, böylesine çatışma ve gerilim yüklü bir atmosferde referanduma götürülmesi çok tehlikeli sonuçlara yol açabilecektir.

Oysaki Türkiye’nin sorunları çoktur ve çözüm için siyasi hükümetten müdahale beklemektedir.

Bunların en başında Türkiye ekonomisindeki sorunlar ve kriz hali gelmektedir.

Meselenin şakaya gelir tarafı, ihmal edilecek yanı yoktur.

Geride kalan dönemler ve yıllar; krizin ekonomik sistemi ve iş yapan, üretmeye çalışan ve istihdam sağlayan girişimcilerimizi ne hale getirdiğinin hazin misalleriyle doludur.

İlave olarak, vatandaşımızın bunca zahmet ve külfet çekmesine rağmen, makul ve kabul edilebilir bir gelir seviyesinin hala çok gerisinde bulunduğu ortadadır.

Tayin edilen ekonomi politika araçlarının, bir yandan amaç, diğer yandan ise kendi içinde tutarlı ve ahenkli bir bütün oluşturmaması, ekonomideki sorunların içinden çıkılması zor bir alana hapsetmiştir.

Ayrıca ekonominin hepimizce malum olan sorunları belirli aralıklarla ve inatla kendisini göstermekte, ancak bundan ders ve sonuç çıkaracak bir anlayış ise henüz ortalıkta görünmemektedir.

Bunlardan birisi olan cari açık sorunu bu zaman diliminde tekrar artmaya başlamış ve tehlike sinyallerini yoğunlaştırmıştır.

Buna en başta dış ticaretteki açık neden olmuştur ve ithalattaki artışın fren tutmaması, cari açığı tetiklemiştir.

Somut bir örnek verecek olursak; 2003 ile 2009 arasında oluşan dış açık miktarı 325 milyar dolardır ve 1923 ile 2002 yılları arasındaki toplamından daha çoktur. Bu çarpık manzara bize, heba edilmiş ve dışarı aktarılmış kaynakların ne denli fazla olduğunu göstermektedir.

Maalesef ihracatın önemli bir kısmı ithalata bağlıdır ve deyim yerindeyse ithalat sayesinde dışarı mal sattığımız bariz olarak söylenebilecektir.

Zaten yetersiz olan ve olması gereken miktarının altında olan dış satımların, çoğunlukla bu şekilde gerçekleşmesi tehlikeli bir duruma işaret etmektedir.

Bununla birlikte, Türk lirasındaki değerlenme de ithalat artışına yol açmaktadır.

Çoğunlukla hammadde, ara malı ve sermaye mallarının ithal edilmesi ve bunların üretimde kullanılması, elde edilen ürünlerin ise bir bölümünün yurt dışına satılması, ihracat ve dolayısıyla büyüme konusunda ithalata bağımlı olduğumuzu göstermektedir.

Ve tabiidir ki, ithalatımızın ihracatımızdan fazla oluşu, dış finansmana ihtiyacı ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak cari açık yeşermekte, bu açıkta ya doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla ya da sıcak parayla ancak kapatılabilmektedir.

Çoğunlukla da dış finansmanın sıcak paraya dayalı olması, sürekli olarak dışarı odaklanan ve bağlanan bir ekonomik sistemin vasat bulmasına yol açmaktadır.

Özellikle, AB ülkelerinin içinde bulunduğu ekonomik açmazlar çerçevesinde dış talebin düşmesi, dış ticaretin aleyhimize işlemesine neden olmaktadır.

Oysaki son 7,5 yıldır, bu çerçevede işleyen büyüme modelinin, sorunların çözümünde kalıcı bir etki doğurmadığını en başta sizler biliyorsunuz.

Cari açık eksenli büyüme yaklaşımının sorgulanması gerekirken, hükümet var olan problemleri kendi dışına havale etmiş, tamamıyla aciz bir görüntü çizerek bu alanda köklü bir girişim yapamamıştır.

İç dinamiklerimizden güç alan, üretilen katma değerin daha çok yurt içinde kalmasını sağlayacak bir büyüme stratejisinin bırakın geliştirilmesini, sorumluluk mevkiinde bulunanların aklına bile gelmediği bilinen bir gerçektir.

Esas itibariyle ekonominin, tasarrufu artırıcı katma değer yaratmaktan uzak, ancak toplam dış talepten kaynaklanan büyüme modeliyle daha fazla ayakta kalması ihtimal dâhilinde değildir.

Sorunları, alanı dışına atma konusunda maharet sahibi olanların, sıra çözümü ortaya çıkaracak kararlığa geldiğinde, şaşkın ve beceriksiz bir görüntü çizdikleri hepimizin malumudur.

Tüm dünyada hükümetler, ekonomilerinde ortaya çıkacak risklerle ilgili tedbirler alırken, hükümetin ihmali ve günü birlik politik çekişmelerin tarafı olmasının maliyeti maalesef ağır olmuştur.

Bu kafa yapısına göre, eğer küresel ekonomik sistem iyi giderse, her şey iyi olacak, aksi takdirde sorunlara boyun eğilecektir.

Hepinizin bildiği üzere, ekonomik krize karşı duruşta da ve algılayışta da benzer eğilim hâkim olmuştur.

Krizin yok farz edilerek veya görmezden gelinerek, ya da bize bir şey olmaz denilerek azalmayacağı, yaşanmış onca tecrübeye rağmen hala idrak edilememiştir.

Kaldı ki bu ufuksuzluğun hazırladığı ekonomi politikalarındaki uyumsuzluk ve çelişki bütün acı sonuçlarını herkese yaşatmıştır.

Yine hepiniz yaşayarak biliyorsunuz; sanayi üretimi 2009 yılının ikinci çeyreğinden itibaren artış eğilimine girdiyse de, dış talepteki belirsizlikler ve sanayi kesiminin hak ettiği itibarı görmemesi nedeniyle hala kriz öncesi dönemdeki seviyeye ulaşılabilmiş değildir.

Eğer bugün üretimde bir kıpırdanma varsa, bu daha çok yurt içi talebe yönelik sektörlerin performansından kaynaklanmıştır.

Bugün itibariyle, değerlerle ve ahlaki ölçülerle bağı ve bağlantısı gevşeyen ekonomik faaliyetlerin; anlam ve motivasyon kaynakları kurumuş, krize karşı gösterebilecekleri direnç mekanizmaları hiç olmadığı kadar hasar görmüştür.

Krizin ihmal edilmesi ya da hafife alınması bir başka sorun olarak, ekonomik ve sosyal düzenin normatif temelini sakatlamıştır.

Nitekim insanımızın dayanışma ve yardımlaşma eğilimlerinin marjinal noktası, uzayan ve ağırlaşan ekonomik sorunlar nedeniyle sıfıra yaklaşmıştır.

Ama buna rağmen, hala ekonomik büyüme oranıyla övünen ve bu kapsamda, sorun yaşayan her kesimin gözünün içine baka baka siyasi bir propaganda yapan bir zihniyetle bugün karşı karşıyayız.

Evet, doğrudur, bu yılın ilk üç ayındaki ekonomik büyüme oranı yalnızca Tayland ve Çin’in gerisinde kalmıştır ve yüzde 11,7’lik yüksek bir büyüme sergilemiştir.

Ancak geçen yılın aynı dönemindeki yüzde 14,5’lik derin küçülmenin telafi edilebildiğini söylemekten hala çok uzaktayız.

Ve geçtiğimiz yılın ilk çeyreğindeki büyük bozgunun eşine ve benzerine hemen hemen hiçbir ülkede rastlanılmadığı da bir gerçektir.

Bir düşünün, küresel krizin çıkış merkezi olan ABD’de bile geçen yılın ilk çeyreğindeki daralma yüzde 1,5 düzeyindedir.

İftiharla anlatılan ekonomik büyümenin, detayına inildiğine sevinmeye fazlaca yer ve gerek olmadığı da ortaya çıkacaktır.

Nitekim takvim ve mevsim etkilerinden arındırarak 2009 yılının son çeyreğinden, bu yılın ilk çeyreğine kıyasla büyümenin yüzde 0,1’lik bir artış gösterdiği anlaşılmaktadır.

Bu nerdeyse sıfıra yakın bir büyümedir ve bunun takdir edersiniz ki başarı olarak gösterilebilecek hiçbir tarafı yoktur.

İlk üç aydaki büyümenin en başta gelen nedeni 2009 yılından kaynaklanan baz etkisidir. Dip yapan büyümenin yükselmesi elbette doğaldır ve baz etkisini ortaya çıkaracaktır.

Büyümede, özel kesim tüketimi belirleyici olmuştur. Ancak gerçekte ise insanımızın hala yeterince ve hak ettiği ölçüde tükettiğini söylemek mümkün değildir.

Bu yılın ilk üç ayında, tarım kesimindeki küçülme dikkat çekicidir ve o da yüzde 3,8 oranında gerçekleşmiştir. Bu oran geçen yılın aynı dönemindeki tarımsal üretimin ise gerisinde kalmıştır.

İmalat sanayinde görülen büyüme ise yüzde 20,6 düzeyindedir. Ne var ki, geçen yılın aynı dönemindeki yüzde 22,3’lük daralmanın hala giderilemediği de açıkça görülmektedir.

Hemen hemen her sektörde büyüme yaşanırken, tarım kesimindeki küçülme düşündürücüdür ve üzerinde mutlaka durulmalıdır.

Geçen yılın Nisan ayından buyana, toplam istihdam yaklaşık 1 milyon 800 bin kişi artmıştır. Ve bu dönemde tarım sektöründe çalışan sayısı da 664 bin kişi çoğalmıştır.

Dikkat edilirse, tarım alanındaki istihdam neredeyse yeni istihdamın yarısı kadardır. O halde şu soruyu sormak ve cevabını aramak en tabii hakkımızdır. Madem tarım sektörü küçülmektedir, öyleyse nasıl olurda yüzbinlerce kişiye istihdam imkânı sunabilmiştir?

Küçülen bir ekonomik sektörün, dünyanın neresinde istihdam sağladığı görülmüştür?

Bunlar bile hem büyüme rakamlarına hem de istihdam verilerine şüphe ile yaklaşmamıza neden olmaktadır.

Kaldı ki, en başta sizler olmak üzere, sözü edilen büyümenin kime ne faydasının olduğu belli olmamıştır.

Anlaşılmak istenmeyen, diğer bir deyimle görmezden gelinen en belirgin husus, ülkemizin büyümesinde var olan kalite sorunudur.

Niceliksel olarak, yüksek bir büyüme oranı ortaya çıksa bile, büyümenin sürdürülebilirliği ve etkinliği açısından büyük açmazlar bulunmaktadır.

Nedense büyüme refaha katkı sağlamamakta, yatırım yapan girişimciyi rahatlatmamaktadır.

Eğer gerçekten, ekonomi ayakları yere basan bir şekilde büyüyorsa, Türk sanayicisinin yaşadığı sıkıntıların azalması, karşılaştığı sorunları hafiflemesi gerekecektir.

Ama böyle olmadığını sizler bariz olarak gördünüz ve yaşadınız.

Muhterem Sanayiciler,

Türkiye ekonomisi, makro ekonomik göstergelerde ifade edilen iyileşmelerin aksine, oldukça kırılgan bir yapıya sahiptir.

Geleceğe dönük planlanan adımların atılmasındaki gecikmeler ve aymazlıklar da ekonomideki sorunları içten içe artırmaktadır.

Bunlar arasında yer alan ve geride kalan yasama yılında çıkarılması planlanan ve bir çıpa olarak düşünülen ‘Mali Kural’ uygulaması, hükümetin şimdilik işine gelmemiş ve yasalaşması ileri bir tarihe ertelenmiştir.

Siyasi iradenin kararsız ve birbiriyle uyumsuz politikaları ve açıklamaları güven olgusuna ciddi olarak darbe vurmaktadır.

Bugünkü ekonomik yapıda ilave olarak;

485 milyar dolara çıkmış ve sürdürülemez boyuta ulaşmış toplam borç miktarı ve özellikle özel sektörün borç batağı,

Giderek yabancılaşan finans sektörü,

Oran olarak gerilese de, iş hayatına fazla yansımayan faiz kıskacı,

Sanayicimizi korumasız bırakan pazar ortamı,

Yerli üretimimizin körelmesine ve ihracatçımızın bunalmasına neden olan gerçekçi olmayan kur politikası,

Yüksek vergi, pirim ve girdi maliyetleri,

Başlıca sorun alanları olarak gösterilebilecektir.

Az önce de vurguladığım gibi, ekonomik büyümemizde ciddi bir kalite sorunu bulunmaktadır.

Bu sorunu kalıcı bir şekilde aşmadan, yapılacak her hamlenin baştan itibaren yanlış olacağını ve Türkiye ekonomisini doğru yere götürmeyeceğini söylemek ve hatırlatmak isterim.

Keşke, bugün siyasi iktidar ülkemizi tehlikeli maceralara sürüklemese de, güç birliği yaparak bu meseleler üzerine azimli bir şekilde gidilebilseydi.

Ve ekonomik krizlerin nedenleri üzerine derinlemesine ve samimi bir şekilde eğilip, gerekli tedbirleri alarak, bir daha yaşanmaması için lazım gelen önlemleri alabilseydi.

Biz bunu bekler, bunu isterdik.

Bakınız, şiddetli ve göreli daha hafif krizlerin kapsadığı yılların toplamı, ne üzücüdür ki Cumhuriyet tarihimizin neredeyse beşte birini oluşturmaktadır.

Milletimiz, 24 Ocak 1980 kararlarının alınmasından bu tarafa, yani serbestleşme dinamiklerinin harekete geçmesinin üzerinden geçen 30 yılın yaklaşık yarısında ekonomik krizlerin ağır sonuçlarıyla boğuşmuştur.

Üzülerek söylemeliyim ki, yaşı 20 ila 30 arasında bulunan milyonlarca gencimiz, hep krizleri konuşmuş, bir işe sahip olmanın kaygısını taşımışlardır. Ve kriz nesli olarak anılır olmuşlardır.

Kabul etmeliyiz ki, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı kadar siyasal bağımsızlığını da zayıflatan; insanımız için yaşamayı zorlaştıran, yatırım yapmayı güçleştiren, bir işe sahip olmayı imkânsız hale getiren şüphesiz krizlerin yarattığı olumsuz şartlardır.

1990’lı yılların başından itibaren girilen tek kutuplu dünya sisteminde, görünürdeki tehdit algısının, başkalaşarak daha büyük ve beka düzeyinde sorunlarla karşılaşmamıza ortam hazırladığı bir gerçektir.

Özellikle küresel güç odaklarının, ülkemize doğal ve normal yollarla kabul ettiremedikleri dayatma listelerini, krizlerin neden olduğu sarsıntılı ortamlarda, kolaylıkla hayata geçirdikleri hepinizin malumudur.

Krizlerin etkileri bunlarla da sınırlı değildir.

Özellikle ekonomideki derin sorunların arkasından gelen demokrasi dışı arayış ve müdahaleler, ekonomik istikrarın demokrasinin istikrarı açısından ne kadar önemli olduğunu da göstermektedir.

Ülkemizin yaşadığı, 1958 ve 1978 krizlerini, darbelerin takip etmesi ve demokrasinin askıya alınması, kriz-müdahale kısır döngüsünün varlığına işaret etmektedir.

Bu itibarla ekonomideki biriken ve yığılan problemlere kafa yormak ve bunlar üzerinde ciddiyetle durmak, artık farklı bir perspektifle ve güçlü hamlelerle çareler üretmek önümüzdeki en önemli gündem olmalıdır.

Bu konuda ilkönce planlanması ve yapılması gereken kalıcı ve sürdürülebilir bir büyüme dinamiğini oluşturmak ve yakalamaktır.

Bunun da üretimle olabileceği şüphesizdir.

Başlangıç itibariyle, büyüme meselesini; ekonomik ve sosyal kalkınma çerçevesinde ele almalıyız ve klasikleşmiş kalıpların dışına çıkarmak durumundayız.

İnanıyorum ki, ekonomik büyümenin rasyonel bir zemine oturması ve sürdürülebilir bir niteliğe kavuşması, uzun vadede krizlere karşı korunaklı ve dayanaklı bir alan inşa edecektir.

Şayet ekonomiyi, devamlılığı olan bir büyüme patikasının içine sokabilirsek, gelecek nesillerin krizle büyümesine de engel olacağımızdan emin olabilirsiniz.

Nihayetinde kurumsal ve kuramsal yeniliklere ihtiyaç vardır ve bunun da yolu meseleleri çözme konusunda istekli ve azimli olmaktan geçmektedir.

Öncelikle yenilikçiliğe açık olmak, ekonominin teknoloji üreten bir yapıya kavuşmasına ortam hazırlamak ve üretim faaliyetleri sonucunda ortaya çıkacak katma değeri dışarı bırakmadan, yurt içinde kalmasını sağlamak ilk adım olarak düşünülmelidir.

Cari açığı büyütmeden, ekonomik büyümeyi sürdürülebilir kılacak yeni bir sanayileşme stratejisini bugünden kurgulamak ve gecikmeksizin uygulamak gerekmektedir.

Unutmamamız gereken önemli bir hususun altını kalın olarak çizmek istiyorum. Ülkemizde tasarruf eğilimi düşüktür. Ve bunun kendi içinde birçok nedeni vardır. En başta milyonlarca insanımızın yetersiz bir gelir düzeyine sahip olması gerekli tasarruf hacmine ulaşılmasını engellemektedir.

Nitekim tasarruf hacminin yeterli olmadığı ülkemizde, sermaye birikimi yoluyla kalkınma girişimi, ne yazık ki yüksek oranda cari açığın ortaya çıkmasına sebep olmakta, bu da işsizlik sorunun kronikleşmesine katkı sağlamaktadır.

Bu çerçevede, ülkemizin tarihsel birikimi ve halihazırdaki potansiyel gücünün farkında olarak, küreselleşme sürecini yönetmek için, lider ülke Türkiye hedefine ulaşabilmemiz amacıyla yeni bir sanayi politikasına ihtiyacımız vardır.

Bizim bu konuda hazırlıklı olduğumuzu ve sanayi sektörünün eksikliklerini ve ihtiyaç duyduğu konuları yakından takip edip stratejimizin ana hatlarını belirlediğimizi ifade etmek isterim.

Bu kapsamda sanayi politikamızın esaslarını;

İstikrarlı büyümeyi sağlayacak,

Ulusal tasarrufları artıracak,

Üretime dayalı, yatırımlara öncelik veren,

İhracatta ithal mallarının kullanımını azaltıcı,

Sanayicimize uluslararası pazarlarda rekabet edebileceği kalite ve fiyat avantajı sağlayacak teşvikleri içeren,

Yerli teknolojilerinin yaratılmasını teminen bilgi ve inovasyona erişimi sağlayacak,

Ar-Ge destekli projelerin önünü açacak,

İnsan ve çevre sağlığı ile uyumlu bir yaklaşım hâkim olacaktır.

Daha önceki bir konuşmamda ifade ettiğim gibi; Cebelitarık’tan Meksika Körfezi’ne, Bering Boğazından Arjantin kıyılarına uzanan çizgide; Sahra’dan Okyanusya’ya uzanan geniş hat üzerinde; Balkanlar ve Kafkasya’yı da içine alan coğrafyalarda küresel güç haline gelmiş Türk şirketleri hepimizin iftihar vesilesi olacaktır.

Yer küreye Başkent Ankara’nın vizyonundan bakan, Türk milletinin ufkunu sahiplenmiş, her yere uzanacak imkân ve ekonomik gücü olan Türk girişimci ruhuyla 21.yüzyılın lider ülkesi haline gelebileceğimiz unutulmamalıdır.

Bunu biliyorum ve sizlere canı gönülden inanıyorum. Önünüzün açılması ve desteklenmesi, küresel alanda rekabet edebilmeniz için eğer milletimiz bize imkân verirse, gereken her türlü desteği göstereceğimizi de şimdiden söylemek istiyorum.

    

Sayın Başkan

Değerli Katılımcılar,

Ekonomik ilişkilerde temel amaç refahı artırmak ve adil bir şekilde dağıtmak olmalıdır.

Bunu da organize edecek ve sistemleştirecek, piyasa şartları içinde siyasi hükümettir. Ve bu çerçevede bireyden topluma, gelirin dağıtım kanallarındaki tıkanıklılar açılarak ve aşılarak, dengeli bir sosyal yapı oluşturulabilecektir.

İyi niyetli, gerçekçi, donanımlı ve aynı zamanda bütünlükçü bir ekonomi politikası; mevcut kaynaklar ile insanımızın maddi ihtiyaçlarını en yüksek düzeyde karşılamanın çabası içinde olacaktır.

Ve ekonominin refah üretmesi, iş ve aş oluşturması için etkinlik, sürdürülebilir bir büyüme ve kalıcı bir istikrarın varlığı tartışmasız olarak çok önemlidir.

Bunun yanı sıra, bireysel özgürlüğün güvence altına alındığı, nimet ve külfet dağıtımında eşitlik prensibinin sosyal düzeni sarsmadan gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Refah artışı, makro bir terim olarak yalnızca şu veya bu bölgenin değil; ülkemizin bütün yöre ve kesimleriyle gelişmesi ve kişi başına reel gelirin tüm ülke ortalaması ile yükselmesi şeklinde anlaşılmalıdır.

İtiraf etmeliyiz ki, bugün refahın dağılımında bölgeler arasında bir farklılık varsa; bu fark, tarihi olarak sermayenin, vasıflı emeğin tek yanlı ve dengesiz ölçüde belli bölge ve merkezlere yığılmasından ileri gelmiştir.

İşte bu fasit daireyi kıracak olan ve süreci tersine çevirecek olan en başta desteklenmiş ve samimi bir şekilde teşvik edilmiş siz muhterem sanayicilerimiz olacaksınız.

Türk sanayisinin bugünlere kolay gelmediğini, karşısına dikilen zorlukları, önüne konulan engelleri aşarak; sabırla ve mücadele vererek günümüze ulaştığını biliyorum.

Buna rağmen, hali hazırdaki seviyenin ve konumun sevindirici olduğunu söylesek bile, yeterliliğinden bahsetmemiz mümkün değildir.

Elbette içinden geçtiğimiz zaman sürecinde; özelde sanayinin, genelde ise ekonominin karşılaştığı ve yaşadığı sorunların nedenleri arasında; hem bugünün yanlış politikaları, hem de kökeni geçmişe dayanan ve olumsuz bir miras olarak devraldığımız yapısal açmazlar bulunmaktadır.

Takdir edersiniz ki, dünü sağlıklı ve doğru değerlendiremezsek, gelecekte karşımıza çıkacak sorunların niteliğini ve tarihsel benzerliklerini yakalama şansımız olmayacaktır.

Bu da ister istemez, aynı sorun alanları etrafında saplanıp kalmamıza yol açacaktır.

Ülkemizde sanayileşmenin geç başlaması ve sanayi bilincinin yerleşmesindeki ve tutunmasındaki zorluklar, bütünlükçü bir gelişmenin ve kalıcı ekonomik büyümenin sağlanamamasının gerisindeki en önemli nedenlerdendir.

Geçmişte sanayileşmeye gösterilen ilgisizlik, muhatap olunan çeşitli imkânsızlıklar, ülkemizin modernleşme dinamiklerini yakalamasında da geciktirici bir işlev görmüştür.

Sanayileşme öncesine ait olan durgun, geri ve özü itibariyle tarımsal nitelikli ekonomik yapının, ülkemizde varlığını uzunca bir süre sürdürmesi, hedeflediğimiz gelişmişlik seviyesine kavuşmamıza bir türlü fırsat vermemiştir.

Özellikle, insanlık tarihinin belki de en önemli dönüm noktalarından birisi olan sanayileşme sürecinin kavranmasındaki ve anlaşılmasındaki bulanıklık ve kafa karışıklığı, arzulanan ekonomik güce ulaşmamızı ciddi düzeyde zorlaştırmıştır.

Batı’da ortaya çıkan Sanayi Devrimi’nin sonuçları ve her alanda neden olduğu değişimler dünyanın ekonomik ve sosyal görünümünü temelden sarsmış ve bu alanda öncü olan milletler nitelikli bir kalkınma sürecinin içine girmişlerdir.

Bu süreç, doğal mecrasında akmış; beraberinde birçok gelişmenin fitilini ateşlemiştir.

Nitekim canlı, hararetli ve kararlı sanayileşme hamleleri neticesinde, ülkelerin milli gelirleri yükselmiş, iddiaları artmış ve uluslararası düzlemdeki güç blokları aleyhimize olacak biçimde yeniden şekillenmiştir.

Yıllarca süren savaşlar, ekonomik zihniyetteki tarihsel dezavantajlar, bununla birlikte birbiriyle çelişen ve çok zaman çatışan farklı arayışlar, sanayileşmenin ortaya çıkardığı avantajlı konuma ulaşmamıza mani olmuştur.

Esasında geri bir ekonomik iklimin vasat bulduğu ve kendi kültürel kaynaklarımıza yaslanmayan ve buradan güç almayan bir muasırlık hedefinin, bizi başkaca bir sonuca ulaştırması takdir edersiniz ki mümkün olmamıştır.

Muhterem Sanayiciler,

İnsanlık; sanayileşmeyle birlikte, o zamana kadar görülmemiş hız ve büyüklükte bir üretim artışı yaşamış ve yeni üretim birimlerinin ve alanlarının birbirine eklemlenerek yayıldığına tanık olmuştur.

Geri kalmışlıktan kurtulabilmenin ve yığınlar halinde üretim yapabilmenin sihirli formülü, sanayileşmeyle birlikte kendisini göstermiştir.

Mamul mal arzı muazzam ölçüde artmış, piyasa ve makineleşme sanayideki dönüşümün kilit iki sembolü olmuştur.

Bu sürece, sahip olduğu iç çelişkilerden dolayı gecikmeli katılan milletler ise zorunlu olarak, sanayileşmeyi yaşayan ülkelerin geçirmiş olduğu aşamaları yaşayarak ulaşmaya çalışmışlardır.

Burada her ülkenin kendi sosyal ve kültürel gerçeğinin belirleyici olduğunu, mesela Birleşik Krallık için doğru olanın, ülkemiz için doğru olmayabileceğini gözden uzak tutmamız gerekmektedir.

Maalesef çok defa, sanayileşmenin hayatiliğine vurgu yaparken, sahici ve temelli bir ekonomik gelişmenin dayanaklarından olan kültürel ve sosyal şartlarımızın fazlaca dikkate alınmadığını da görmek mümkündür.

Tabiidir ki, sanayileşme özünde, geleneksel üretim sisteminden bir kopuşu gerektirir. Ve pratikte bunun birçok örneğini görmememiz imkân dâhilindedir.

Ancak, hal böyle olsa da, bu kopuş; kültürün, sosyal yapının ve insan psikolojisinin ekonomik yapıya yön verdiği gerçeğini değiştirmemeli ve topyekûn bir inkâr ve redde dönüşmemelidir.

Sanayileşme hemen isteyince gerçekleşecek ve toplumu kuşatacak bir olgu değildir. Ve olmamıştır da.

Bunun için yüzyılların birikimine, düşünsel alandaki gelişime ve doğal olarak piyasa bilincine, fabrikalar sistemine geçecek ekonomik bir zihniyete ve teknoloji üretimindeki tutku ve bilimsel bilgiye sahip olunmasına ihtiyaç vardır.

Bakınız, 1913 sanayi sayımında; her biri 10 ya da daha çok işçi çalıştıran 560 imalat sanayi işyerinin olduğunu ve yaklaşık 16 milyonluk nüfus içinden 35 bin kişinin buralarda çalıştığını hatırlatmak isterim.

Ve işin düşündürücü tarafı ise, bu işletmelerin büyük çoğunluğunun Türk girişimcisine ait olmamasıdır.

Bu kapsamda, Cumhuriyet’e intikal eden ekonomik mirasın ne kadar vahim olduğunu, yalnızca buraya bakarak söylememiz mümkündür. Nitekim tarım milli gelirin yüzde 50’sini oluşturmuş, sanayi ise yüzde 8 ila yüzde 9 arasında gerçekleşmiştir.

İfadeye çalıştığım bu olumsuz tablonun sonucunda sanayileşmeye ulaşmak ve bunu başarmak doğal olarak hiç kolay olmamıştır. Bunun zorluklarına da en çok sizler maruz kaldınız.

Ne var ki, yeterli olmasa da ülkemiz en başta sizlerin yoğun çabasıyla sanayileşme hamlesini gerçekleştirmiştir.

Bugünkü şartlar altında, İstanbul Sanayi Odası üyesi kuruluşların toplam çalışan sayısı, Türkiye imalat sanayisi çalışanlarının yaklaşık yüzde 15,5’ini   oluşturmaktadır.

Türkiye'nin toplam ihracatı içinde İstanbul Sanayi Odası üyelerinin hissesi yaklaşık yüzde 35 düzeyindedir.

Türkiye'nin bin büyük sanayi kuruluşu içinde; bu seçkin sanayici grubun yarattığı brüt katma değerin payı ise yüzde 40,9’dır.

Sanayi kuruluşlarımızın, gelişmişlik seviyemize ve ekonomiye yapacakları katkılar sayesinde, Türkiye daha güçlü ve daha müreffeh bir ülke haline gelecektir.

Burada özellikle KOBİ’lerimizin ayrıcalıklı ve önemli bir yeri olacaktır.

Türkiye ekonomisinin bel kemiği olan ve istihdamın büyük bir kısmını sağlayan KOBİ’lerin sorunlarının giderilmesi bizim açımızdan sosyal ve ekonomik istikrar açısından mecburidir.

Sık sık vurguladığım gibi, KOBİ’lerin en başta gelen sorunu finansman meselesidir.

Eğer işsizliğin çözümü samimi bir şekilde isteniyorsa, yaratılan yeni istihdamın yüzde 81’ini oluşturan KOBİ’lerin sorunları gecikmeksizin çözülmeli ve ortadan kaldırılmalıdır.

Sanayi kuruluşlarımız, her geçen gün daha da artan şekilde küresel rekabet baskısı altında bunalmakta ve üretimlerini rekabet avantajı sağlayacak alanlara yöneltmek arayışına girmektedirler.

Ancak Türk girişimcisi, küresel ekonomik devlerin karşısında yeterince desteklenmediklerinden dolayı büyük zorluklar yaşamaktadır. Vahşi ve acımasız rekabet şartları girişimcimizi ziyadesiyle tehdit etmektedir.

Elbette bu doğru ve hakkaniyetli bir durum değildir.

Bizim genel yaklaşımımız, Türk sanayisinin önündeki engelleri birlikte gidermektir. Siyaset bunun için vardır ve sanayicisiyle bütünleşmemiş bir siyasi zihniyetin ülkesine katacağı ve vereceği bir şeyi olmayacaktır.

Siyasetin, Türk girişimcisine göstereceği destek ve ilginin, küresel arenada marka üretilmesinde ve rekabet yarışında onlara ciddi katkılar sağlayacağı şüphesizdir. İnancım bu yöndedir.

Artık, ekonomimizin çeşitlenen ve çok boyutlu hale gelen ihtiyaçlarını; kendi kültürel ve sosyal şartlarımızdan güç alan, milletimizin ve devletimizin menfaatlerini her şeyden öncelikli gören ve kendi kaynaklarımızı harekete geçirmeye kararlı milli bir bakış açısıyla karşılamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur.

Nitekim Avrupa Birliği perspektifimiz ve onurlu ve eşit üyelik talebimiz de bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Dünya fiyatlarında ve kalitesinde daha çok üreten ve sanayileşme sürecini milli bir ekonomi modeliyle sürdürmeyi ilke edinen bir sanayileşme politikasıyla, geleceğin lider ülkesini hep birlikte inşa edebiliriz.

Bu yolda sizlere güvenim tamdır.

Sayın Başkan

Değerli Sanayiciler,

Ankara’dan, yapacağınız değerli çalışmalara ve atacağınız tarihi adımlara elimizden gelen her türlü desteği göstereceğimizden emin olabilirsiniz.

Asla yalnız değilsiniz ve gelişmiş bir Türkiye’nin anahtarı sizlerin elinizdedir.

Bugün, burada beni dinleme özverisini gösterdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Ekonomisi gelişmiş, siyaseti istikrar kazanmış, temel tartışma alanlarını halletmiş bir ülke olma yolunda, bu toplantının çok faydalı sonuçlara vesile olacağını düşünüyorum. Ve sizlere şükranlarımı sunuyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha saygılarımla selamlıyorum.