13.12.2010 - TBMM Genel Kurulunda 2011 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında yapmış oldukları konuşma metni.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Genel Kurulunda 2011 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında
yapmış oldukları konuşma metni.
13 Aralık 2010

 

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

15 Ekim tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan 2011 Yılı Merkezi Bütçe Kanun Tasarısı hakkındaki parti Meclis Grubumuzun görüş ve düşüncelerini açıklamak üzere huzurlarınızda bulunuyorum.

Demokrasinin en önemli gereklerinden birisi olan bütçe müzakereleri vesilesiyle yapacağım değerlendirmelere geçmeden önce, muhterem heyetinizi şahsım ve partim adına saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmamın başında, son dönemde üniversitelerde yaşanan ve hepimizi derin bir endişeye sevketmesi gereken vahim gelişmeler ve gerilimler üzerinde durmak istiyorum.

Yüksek öğretim gençliği ve üniversiteler Türk milletinin en dinamik, hassas, heyecanlı ve tahriklere açık kesimlerinin başında gelmektedir.

Türkiye üzerinde hesap yapanların yöneleceği ve istismar etmeyi düşüneceği en önemli kaynağın üniversite gençliği olduğu yaşadığımız ve ağır bedeller ödediğimiz deneyimlerimizle ortadadır.

1970 ve 1980 döneminde dizginlerinden boşanan tahriklerin ve çatışma ortamının acı hatıraları hafızalardaki tazeliğini hala korumaktadır.

Bugün ülkemizi her kademede yönetenlerin büyük bir bölümü bu karanlık döneme şahit olmuş ve Türkiye’nin nasıl uçurumun kenarına getirildiğini yaşayarak görmüştür.

Türkiye’mizin bir daha böyle bir kaos ve çatışma ortamına sürüklenmesini önlemek, iktidar ve muhalefetiyle hepimizin ortak görevi ve sorumluluğu olarak görülmelidir.

Üniversitelerde yangın kıvılcımlarının tutuşturulmak istendiğini, etnik nifak tohumlarının ekilmesine çalışıldığını büyük bir endişe ile görüyor ve izliyoruz.

Bu yangın, ateş bacayı sarmadan önce yerinde söndürülmelidir.

Bunda en büyük görev ve sorumluluğun AKP hükümetine ait olduğu tartışmasızdır.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da başlayan, Ankara’da da devam eden olaylarda Sayın Başbakan ve AKP’nin benimsediği tutum, maalesef bu siyasi görev ve sorumluluğun asgari icaplarıyla uyuşmamıştır.

Türk emniyet güçleri ile öğrencileri karşı karşıya getirmenin ateşle oynamak olduğunu artık herkes idrak etmelidir.

Başbakan ve hükümet yetkilileri üniversite gençliğinin sorunlarına ve bunları dile getirme çabalarına karşı gereken anlayış ve hoşgörüyü göstermek durumundadır.

Türk polisini öne sürerek aradan çekilmek Sayın Başbakanı ve hükümetini vebal ve sorumluluktan kurtaramayacaktır.

Emniyet teşkilatımız olumsuz koşullarda, büyük bir şuur ve fedakârlıkla çok güç bir görevi yerine getirmektedir.

Kanlı terörün hedefi olan, etnik bölücülerin organize ettiği eylemlerde taş ve molotof kokteylerine vücudunu siper eden kahraman emniyet teşkilatımıza herkes sahip çıkmalıdır.

Polisimizi yıpratmak, siyasi amaçları için kullanmaya çalışmak büyük bir gaflet olacaktır.

Polisimiz de toplumsal olaylarda kanunlardan kaynaklanan görevlerini yaparken ve yetkilerini kullanırken orantısız güç kullanmamaya dikkat etmeli, kendisini bir çatışmanın tarafı konumuna getirmemelidir.

Üniversite gençliğinin de protestolarını meşru zeminlerde ve meşru yöntemlerle ortaya koymaları, şiddet unsuru içeren eylemlerden uzak durmaları mutlak bir zorunluluktur.

Üniversitelerdeki olayların kontrolden çıkarak kitlesel çatışmalara dönüşmesi hiçbirimizin altından kalkamayacağı büyük bir felaket olacaktır.

Yaşanan son müessif olaylar neticesinde; AKP hükümetinin, üniversite gençliğinin ve emniyet güçlerimizin sağduyunun rehberliğinden, aklın yol göstericiliğinden ayrılmamaları hayati bir önem taşımaktadır.

Üniversite yönetimleri de bu konuda üzerlerine düşeni büyük bir dikkat ve itina ile yerine getirmelidir.

Öte yandan muhalefet partilerinin de bu konuda sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır.

Bu bakımdan son yaşanan protesto gösterilerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne taşınması ve ana muhalefet partisinin buna aracılık etmesinin bu sorumlulukla örtüşmediğini bu vesileyle hatırlatmak isterim.

 

Sayın Milletvekilleri,

Bütçeyi konuşup hakkında yorum yaparken, yalnızca ekonomik ve mali tarafına odaklanmak, konunun bir tarafını ciddi anlamda eksik bırakacaktır.

Zira bütçenin en az bunlar kadar, belki de daha fazla dikkat edilmesi gereken siyasi ve hukuki yönleri olduğu kuşkusuzdur.

Bu yüzden, devletin belli bir dönemde yapacağı harcamaları ve elde edeceği gelirleri gösteren bütçenin bir bütün halinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

Bütçenin, millet egemenliğinin somutlaştığı yer olan yüce Meclisimize, hükümetin işlemlerine izin verme ve denetleme imkânı sağlaması en başta siyasi işlevinin bir sonucudur.

Dolayısıyla, aziz milletimiz temsilcileri eliyle, tüm kamu kesimine teorik de olsa hâkim olacak ve kontrolünü sağlayacaktır.

Elbette bunun sağlıklı ve etkili yapılabilmesi güçler arasındaki ayrımın ve görev dağılımının ihlal edilmemesine veya zayıflatılmamasına bağlıdır.

Bütçe özü itibariyle kaynak tahsis meselesidir ve bu da doğal olarak siyasal bir tercihe dayanacaktır.

Genel olarak her iktidar siyasi önceliklerini, başta maliye ve para politikalarını vasıta yaparak bütçede belirlemekte ve yasama organının onayına sunmaktadır.

Takdir edersiniz ki, bütçenin onay süreci sıradan ve olağan bir işlem olmamalıdır; aksini düşünmek demokrasiye ve millet iradesine hazımsızlık kadar saygısızlık da olacaktır.

Bütçe ve kesin hesap tasarıları üzerindeki görüşmeler aynı zamanda bize, hükümet uygulamalarına yönelik uyarı, tenkit ve öneri imkânı da sağlamakta,  milletimizin ve devletimizin sorunlarını daha bütünlükçü ele alma fırsatı sunmaktadır.

Bu söylediklerimin amacına ulaşabilmesi, siyasi iktidarın sözlerimize, eleştirilerimize ve tekliflerimize göstereceği ilgi ve dikkatle mümkündür.

Fakat tecrübelerimiz, AKP iktidarının, bu zamana kadarki kayıtsız ve vurdumduymaz eğilimlerini yönlendiren başına buyruk siyaset anlayışında ne kadar ileri olduğunu da göstermektedir.

Uzlaşmadan ziyade çatışan, işbirliği yerine çarpışan, hoşgörülü olmaktansa kaba güç gösterilerine tevessül eden AKP zihniyetinin hazırladığı bütçelerle; ekonomik gelişmeyi yakalaması ve milletimizin refahını artırması bugüne kadar söz konusu olmamıştır.

Bundan sonra da olması ihtimal dâhilinde değildir.

Nitekim yaklaşık sekiz yıldır olan da budur ve gerçekler tüm açıklığıyla görmesini bilenler için ortadadır.

Bu itibarla, görüştüğümüz 2011 Yılı Bütçesi’nin de ümit ettiğimiz gelişmelere kapı aralayabilmesi ve milletimizin beklentilerine cevap verebilmesi söz konusu değildir.

 

Değerli Milletvekilleri,

2011 Yılı Bütçesi hakkında düşüncelerimi sizlerle paylaşırken, pek tabiidir ki önce ülkemizi merkezine alan, ama küresel gelişmeleri de ihmal etmeyen ekonomi politik bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır ve son gelişmeleri bu perspektifle el almak işin doğası gereği olacaktır.

İnsanlık asırlarca daha iyi yaşayabilmek, daha sağlıklı olabilmek ve hedeflediği mutluluğa ulaşabilmek amacıyla sürekli yeni arayışlara, çabalara ve çalışmalara girişmiştir.

Ancak her defasında savaşlardan, bunalımlardan, yoksulluk ve açlığın neden olduğu sosyal afetlerden yakasını kurtaramamış ve arzuladığı seviyeye bir türlü erişememiştir.

Bugün yaşlı yerkürenin, düne nazaran daha umut verici bir durumda olduğunu söylememiz ne yazık ki zordur.

Küreselleşme dediğimiz çok yönlü dinamik süreç, birçok sakıncasına rağmen, Dünya üzerindeki hayat biçimleri hakkında herkese ortak bir fikir vermiş, iletişim araçları sayesinde yoksulluktan harap bitap düşmüş milyarlarca insana zenginliğin ve iyi yaşamanın nasıl olacağını göstermiştir.

Küresel sistemin dengesiz ve adaletsiz görünümü bu şekliyle deşifre olmuş ve gerginliklerin, çatışmaların ve sancıların mahiyeti ve niteliği farklı bir boyut kazanmıştır.

Bir tarafta servet ve gelirin muazzam derecede üst üste yığıldığı ülkelere karşı; diğer tarafta sürekli ekonomik sorunlarla boğuşan ve aralarında bizim de yer aldığımız milletlerin varlığı hepinizin malumudur.

İçecek temiz su bulamayan, yiyecek ekmekten mahrum ve başını sokacak bir meskeni olmayan milyarlar, insanlığın nasıl bir rezaletle karşı karşıya olduğunu göstermesi bakımından ibretliktir.

Bu sakil ve son derece rahatsız edici adaletsizliğin çözümü ve temelinden halli bugüne kadar maalesef gerçekleştirilememiştir.

Ekonomik eşitsizliğin neden olduğu nefret duyguları, etnik ve mezhepsel çatışmaların ateşini yükseltmiş, hem yerel hem de küresel terör vahşetine lojistik destek sağlamıştır.

Dünyanın içine düştüğü ekonomik ve siyasi gerilimin kökeninde, elbette tarihsel faktörlerin ve dünden devralınan sömürgeci mirasın etki ve katkısı çok fazladır.

Şaibeli ve insanlık değerleriyle bağdaşmayan emperyal maharetle, kaynak ve imkânlara ulaşıp zenginleşen ülkelerin, bugünkü çağda demokrasi ve özgürlük savucusu kesilmeleri de bir bakıma kürenin en büyük açmazı ve talihsizliği olmuştur.

Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Afrika’dan Okyanusya’ya ve Cebelitarık’tan Kuzey Amerika’ya uzanan geniş coğrafyalarda yaşanan dramlar, facialar ve sistematik kıyım ve ekonomik saldırılar çağımızın gelişmiş ülkelerince hiçbir kural ve ahlaki kaygı gözetilmeden gerçekleştirilmiştir.

Bu itibarla, son beşyüz yıllık zaman zarfında, Avrupa’nın ve Amerika’nın Dünya’nın toplam gelirinden aldığı pay hızla artarken, Asya ve Afrika’nınki sürekli gerilemiştir.

Ne yazık ki, açgözlülük, bencillik, adaletsizlik ve ihtiras kürenin bir bölümünün istikrarsızlıkların ve kaosların içine girmesine yol açmış ve bunun sarsıntıları bu yüzyıla kadar artarak devam etmiştir.

Aslına bakılırsa, başta ülkemiz olmak üzere, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin yaşadıkları sorunların büyük bir bölümünü burada aramak ve varlığını sürdüren küresel tasarımın altındaki büyük haksızlığı ve adaletsizliği açıklıkla itiraf etmek gerekmektedir.

Güçlünün kazandığı ve sözünün geçtiği mevcut küresel sistemin, sahip olduğu dengesizlikler ve çarpıklıklar artık sürdürülemeyecek noktaya kadar gelmiştir.

İnsanlığın daha iyi ve güzele olan talebi ve bunlara ulaşma gayreti, önümüzdeki yıllarda oyun kurucuların yeniden değişeceği bir dönemin ortaya çıkacağını şimdiden bize göstermektedir.

Gelecek yıllarda küresel ısınmadan iklim değişikliklerine, kadın haklarından gençlik örgütlenmelerine ve çevreci hareketlere; başta internet olmak üzere, iletişim araçlarından teknolojik gelişmelere kadar ve ideolojilerin yerini almaya aday kimlik politikaları bu değişimde etkili olacaktır.

Küresel ekonomik krizin ortaya çıkardığı gerçekler arasında; geleneksel güç merkezlerinde yaşanan kaymaların tetikleyeceği yeni bir ilişki ağına gidişin belirtileri bulunmaktadır.

Bunda da hayrete düşülecek bir taraf esasen yoktur.

Yüzyıllardır sürekli değişen ve farklı bir noktada dengeye oturan küresel sistemin, önümüzdeki süreçte buna bir kez daha muhatap olması kaçınılmaz gibi durmaktadır.

Ne var ki, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin bu gelişmeleri doğru okuyamadığı ve gerçekçi, ayakları yere basan ve milli politikalar üretemediği de ortadadır.

Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik gücünü harekete geçirmekten aciz ve bihaber olan hükümetin, sadece küresel alana eklenme niyetiyle avunması ve üstelik bunu da taviz ve teslimiyet döngüsü içine hapsolarak planlaması bu zamana kadar hayırlı ve faydalı bir sonuç doğurmamıştır.

Ekonomiden siyasete, güvenlikten diplomasiye, sanattan spora, edebiyattan bilime kadar mukayeseli bir üstünlüğe sahip olmadan, uluslararası ilişkilerde iddialı olmaya çalışmak hem komik hem de milletimizin aklıyla alay etmektir.

 Üstelik iç huzurumuzun hiç kalmadığı ve birlikte yaşama inancına yönelik hain suikastların varlığı biliniyorken; bölgemizde sözü dinlenir bir ülke olduğumuzu dillendirmek ve bu propagandayı sürekli pompalamak ülkemize ve aziz milletimize hiçbir şey kazandırmayacaktır.

Şehit kanlarıyla çizilmiş sınırlarımızın, üniter yapımızın, kardeşliğimizin ve milli kabullerimizin sorgulandığı bir ortamda, sürekli içi boş bir gelişmeden ve sözde ileri demokrasiden bahsetmek ancak basiretini ve idrakini kaybeden bir hükümetin bastırılamayan çelişki ve bunalımına işaret edecektir.

Siyasi sorumluluk üstlendiği ülkesinin iç sorunları katlanırken, dışarıda sıfır sorun hezeyanlarıyla vakit geçiren bir hükümet etme anlayışının etkinliğinden, ciddiyetinden ve samimiyetinden bahsetmek inanın mümkün değildir.

Kaldı ki aziz Atatürk’ün belirlediği ve ilan ettiği ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesi bizim için vazgeçilmezliğini hala korumaktadır ve başkaca bir hayalperestliğe millet olarak ihtiyacımız olmayacaktır.

Bölgesinde cazibe merkezi olmaya talip ve hakikaten sözü dinlenir ülke haline gelmek için ekonomik ve siyasal alanlarda istikrarlı ve kudretli olmak tartışmasız bir gerekliliktir.

Bunlar olmadan, yalnızca sözde ve propaganda düzeyinde, ülke olarak itibarımızın arttığını ileri sürmek yalandır, sanaldır ve aldatmadan başka bir anlama gelmeyecektir.

Arkasına ekonomik gücünü alamamış, askeri caydırıcılığını sağlayamamış, coğrafyadan kaynaklanan üstünlüğünü gösterememiş ve beşeri varlığını huzura erdirememiş bir ülkenin küresel düzlemde belirleyici olmasına tarih henüz tanıklık etmemiştir.

Eğer bugün ABD’nin küresel sistemdeki kuvvetinden ve etkinliğinden söz ediliyorsa, bu söylediklerimi siyasetinin ana ekseni yapmasıyla mümkün olduğunu hatırlardan çıkarmamak gerekmektedir.

60 trilyon doları geçen Dünya toplam gelirinin, yüzde 21’ne yakınını alan ABD’nin, var olan askeri gücüyle iç içe geçmiş bu ekonomik gücü sayesinden kıtalar arasındaki sorun alanlarına doğrudan müdahale ettiği ve yönlendirdiği hepimizce bilinmektedir.

Ülkemizin ise insanlığın toplam gelirinden aldığı yüzde 1,2’lik payla ne yapacağı, sözünün nasıl dinleneceği ve hangi tarihsel hatıraları canlandırarak sürükleyici ve tayin edici bir konumda olacağı belirsiz olduğu kadar da şüphelidir.

Üstelik ordumuzun darbeci olarak gösterilmeye çalışıldığı ve sindirilmek için özel bir gayret sarfedildiği bir ortamda, vatanımızı parsellemeyi hedefine koymuş olan bölücü mihraklar da şımartılmışken güçlü ve bölgemizde istikrar abidesi olduğumuza yönelik iddialar tam bir karartmadır ve AKP hükümetinin şuurunu kaybettiğinin resmidir.

Bu itibarla, kutlu ceddimiz Osmanlı’nın muhterem hatıralarını istismar ederek; Osmanlı milletler sisteminin tekrar kurulmasıyla ilgili, hem de yabancı başkentlerde düşünce beyanlarında bulunmak aymazlıktan öte, saflık ve gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunun bariz bir göstergesidir.

Çatısı altında bulunmaktan övündüğümüz Gazi Meclis milletimizin himmetiyle, yedi düvele karşı verdiği şanlı mücadeleyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş ve 29 Ekim 1923 tarihinde son sözünü söylemiştir.

Bu tarihe gelesiye kadar yaşadığımız ağır tahribatlar, isyanlar, işgaller, toprak kayıpları, maruz kalınan bağımsızlık mücadeleleri milli hafızalarda hala derin bir üzüntü olarak hatırlanmaktadır.

Elbette ecdadımız böylesi bir sonu istememişti ve arzu da etmemişti.

Ancak küresel güçlerin tüm iğrençliğiyle vatanımıza gözünü dikmelerine de mani olunamamış ve karanlık odalarda yaptıkları toprak paylaşımlarının önüne ise geçilememiştir.

Sonucunda bugünkü sınırlarımıza kadar gerileyerek, gidecek başka yerimiz olmadığı hususunda kesin karar, destansı bir kurtuluş mücadelesiyle herkese ilan edilmiştir.

Bütün bu gerçekler ortada dururken ve iç bütünlüğümüz bile tartışılır haldeyken, başkalarının tesir altına girip, Türkiye Cumhuriyeti’ni sulandırmaya çalışmak, arkadan dolaşarak ve sözüm ona ilgi uyandıracak projeleri gündeme taşımak asla doğru olmayacaktır ve bunun perde arkasındaki tezgâhlar ülkemizin mahvına sebep olacaktır.

Bilinmelidir ki, hükümran bir geçmişe sığınıyor görüntüsü altında yabancıların projelerine taşeronluk yapanları ve bilerek ya da bilmeyerek buna hizmet edenleri ne Allah ne de aziz milletimiz hiçbir zaman affetmeyecektir.

 

Sayın Milletvekilleri,

Olması gerektiği gibi kalkınamayışımızın nedenlerini, sürekli ve kararlı bir gelişme gösteremeyişimizin sebeplerini genel olarak Lale Devri’nden beri sorguladığımız bir gerçektir.

Ancak, hala kapsayıcı ve etkili bir yöntem veya çare bulamadığımız da malumlarınızdır.

Bu uğurda takip edilen yolların, batılılaşmanın hedefe alınarak izlenilen prensiplerin, bizi her ne hikmetse hep bir başkası olmaya zorladığı da açıktır.

Değerlerden başlayarak, sosyal ve ekonomik hayatın bütün veçhelerine sokmaya çalıştığımız yabancı bakış açısı, ne yazık ki orijinal ve kendimize özgü kültürel yapımızı sürekli aşındırmıştır.

Doğu ile Batı arasına sıkışmış ve ilerleyebilmek için Batı’ya yakın olmaya karar vermiş olan milletimizin, muhatap olduğu sorunlar ve sarsıntılar hiç dinmemiş ve azalmamıştır.

Bir tarafta tarih yapan ve kudretli bir millet olduğumuz inancı, diğer tarafta da yabancı sosyal ve ekonomik sisteme geçme ve yerleşme talebi, ister istemez çelişkilerin iyice çoğalmasına ve kabından taşmasına neden olmuştur.

Teknik buluşları ithal ederek gelişeceğimizi zanneden kafa yapısı, bunun arkasındaki zihniyet örgüsünü anlamak için nedense hiçbir zaman, mesai ve emek harcamamıştır.

Kullanımına talip olduğumuz her kavramın, teorinin, teknik ilerlemenin bir zihniyete dayandığı, belirli ve somut bir ihtiyaçtan kaynaklandığı görmezden gelinmiş ya da anlaşılamamıştır.

Asırların imbiğinde damıtarak olgunlaştırdığımız milli ve manevi değerlerimizi hakkıyla idrak etmeden çıkılan modernleşme macerası, doğal olarak meyvelerini bize ikram etmemiş ve sorunlarımızla başa çıkabilmede yardımcı olmamıştır.

Refahın, zenginliğin, ilerlemenin, insanlık değerlerinin bizim dışımızdaki toplumlara ait olduğunu sanan çürümüş bir anlayışın problemlerimizin azalmasına katkısı elbette olmayacaktır.

Geleneksel olarak, ekonomik ilişkilerini günlük temin alanına sıkıştıran bir zihniyet örgüsünün de, pazar için üretim ve kar gibi saiklerden ne anladığı belli olmadan, kapitalist ilişki içine girmesi yaşadığımız birçok soruna adeta davetiye çıkarmıştır.

Az önce de belirttiğim gibi, adaletsiz ve eşitsiz küresel ekonomik ilişkiler ağı, doğal olarak koyduğu kurallar doğrultusunda kaynakları ve sermayeyi kendisine çekmiş, milletimizin hanesine işsizlik, gelirsizlik ve yoksulluk düşmüştür.

Bu gerçekler inkâr edilemez bir boyutta ve farklı yoğunlukta hala yaşanmakta ve tüm haksızlığına rağmen sürmektedir.

Tarihi ve toplumsal kabullerimiz üzerine bina edilemeyen ve kendi ihtiyaçlarımızı tatmin etmekten uzak siyasi ve ekonomik tercihlerin getirdiği yer işte bugünkü gibidir.

Karşılaştığımız her sorun karşısında, hazır kalıp arama ve bunu da taklit etme alışkanlığının uzun vadede bedeli ne hazindir ki acı olmuştur.

Hepimizin en başta düşünmesi ve cevabı üzerinde kafa yorması gereken bir soru vardır:

Tarihin belirli bir döneminde, sahip olduğu kudretinden dolayı dünyayı titreten ve hâkim bir güç olan milletimizin, bugün içine düşürüldüğü ataletin ve acziyetin hesabını kim ya da kimler verecektir?

Yenilikçiliğin olmadığı, teknoloji üretiminin yetersiz kaldığı, değişim dinamiklerinin yanlış yorumlandığı ve geliştirici işbirliklerinin bulunmadığı bir ortamda, hep aynı sorun alanları etrafında dolanmanın faturası güç geçtikçe artmaktadır.

İstirham ederim, bir kere düşünün değerli arkadaşlarım:

Bundan bir asır önce hangi sorunlarla yüz yüzeysek, bugünde benzerleri yok mudur?

Geçmişteki tehlike ve tehditlerin değişik türevlerine bu zamanda da şahit olmuyor muyuz?

Peki, bunlar bizim kaderimiz midir?  Ve teslim olacağımız; ne yapalım buraya kadar diyerek sineye çekeceğimiz kara talihin bir eseri olarak mı kabul edeceğiz?

Titreyip kendimize ne zaman geleceğiz? Birbirimizi daha hangi şartlar altında kucaklayıp güç birliği yapacağız?

Ekonomik problemlere daha ne kadar katlanacağız?

Aynı bayrak altında, tek milletin eşit ve onurlu bir üyesi olmanın şerefine sahip olmak varken, daha nereye kadar kardeşler arasına sokulmaya çalışılan nifaklara sessiz kalacağız?

1910’lu yıllarda, milletimizin bölünmesi ve parçalanması için ellerini ovuşturanlarla, bugün aynı kirli amacı taşıyanlar arasında yalnızca bir zaman ve nesil farkı olduğunu katiyen unutmamalıyız.

Figüranlar farklı olsa da, niyetlerin, emellerin ve fesadın aynı olduğu şüphesizdir.

Balkanlar’ı elimizden koparanları, Ermeni çetecileri üzerimize gönderenleri, vatanımızı esaret altına almaya çalışanları ve kutsal toprakları oyunlarla elde edenleri biz hiç hatırımızdan çıkarmadık.

1919 yılında hangi tezgâhlar varsa, emin olun ki bugünde benzerlerine şahit olmaktayız.

Dünün işgalcileri ve emperyalist mihrakları hem kendileri hem de uzaktan kumanda ettikleri uzantılarıyla, birliğimizi ve bağımsızlığımızı yok etmeye çalışıyordu.

Bugün de masum kavramlarla yarım kalan işlerini tamamlamak için faaliyet içinde olduklarını iyi biliyoruz ve üstelik de muhatap oluyoruz.

Yaşadığımız çağda, en korkunç savaşların demokrasi adına, en feci baskıların özgürlük uğruna ve dehşet verici zulümlerin insanlık namına yapıldığı biliniyorken, esasen kavramların istismar edilmesine çok da şaşırmak lazımdır.

Dün de etnik tahrikler vardı, bugünde bulunmaktadır.

Dün de milletimizi bölmeye çalışanlar vardı, bugünde 36’ya ayırmayı düşünenler faaliyet içindedir.

Dün de aciz yönetimler vardı, maalesef bugünde işbaşındadır.

Türk milletine duyulan kin ve tahammülsüzlük dün de vardı, bugün de değişik boyutlarla varlığını sürdürmektedir.

Başka milletlerin bilim ve teknikte mesafe kaydettiği bir süreçte ve hatta uzaya kadar hâkimiyet alanlarını yayıp, yeni elementler bularak dünyanın gidişatını etkilerken, bizim hep aynı meselelere saplanıp kalmamız kabul edilemez bir insafsızlık ve yanlışlık olacaktır.

Bakınız, Almanya iki dünya savaşının da tarafı oldu ve tam bir yıkıma uğradı. Gelin görün ki, bugün Avrupa’nın en büyük ekonomisi ve dünyanın da en çok ihracat yapan iki ülkesinden birisi haline ulaştı.

Japonya için de benzer şeyleri söylememiz mümkündür ve istenildiği zaman, kültürel güçten alınan destekle nelerin başarılacağını herkes görmüştür.

Millet olarak, karşımıza dikilen engelleri aşamadığımızdan, sorunlarımızı da bir türlü çözemiyoruz.

Takatimizi bitiren, enerjimizi heba eden ve birbirimize düşmemize sebep olan meselelerin aşılamaması, bu coğrafyada bağımsız yaşama irademize de darbe vuracaktır.

Bugün geldiğimiz bu aşamada, insanımız güvensiz ve korkular içindedir.

Bu itibarla bugününden endişeli, yarınından karamsardır.

Tahammül etmemizin artık imkânsız olduğu, tepkisiz kalmamızın düşünülemeyeceği bu çarpıklıktan mutlaka kurtulmamız ve zamanın öznesi haline gelebilmemiz için tek bilek ve tek yürek olmamız zorunludur.

Gerçekten de mensubu olmaktan iftihar ettiğimiz büyük Türk milletinin, eğer şartlar elverirse neler yapacağını biliyor ve buna canı gönülden de inanıyorum.

 

Sayın Milletvekilleri,

Biraz önce de vurguladığım gibi, ülkemizin her alanında sorunlar artmakta ve yaygınlaşmaktadır. Artık insanımız yoğunlaşan problemlere göğüs germekten yorulmuş ve haklı olarak bıkmıştır.

Huzur ve refahın her geçen gün ulaşılabilir bir hedef olmaktan çıkması ve yarınlara dair umutlu bekleyişlerin hayal kırıklıklarıyla yer değiştirmesi, yaşadığımız coğrafyada jeopolitikten doğan girdapların daha da belirginleşmesine ve hızlanmasına neden olmuştur.

Bir gerçeği artık herkesin kabul etmesi gerekmektedir.

Sosyal krizler, cinnet ve cinayet haberleri, yozlaşma ve yolsuzluktaki artışlar, siyasal kaoslar, ekonomik buhranlar, kimlik ve değer aşınmaları; toplumsal yapının zaten zayıf ve yetersiz olan sorun çözme kültürünü tükenme noktasına getirmiştir.

Yine hepinizin şahit olduğu üzere, karşılaştığımız en ufak sorunun büyüyüp çoğalması ve bunun sonucunda toplumsal sistemin anında kamplara ve cephelere bölünmesi sağlıklı bir halin göstergesi değildir.

Özellikle AKP iktidarları boyunca Türkiye maalesef bu dar ve çıkmaz alanın dibine kadar düşmüştür.

Bu anormal görünümün kapsamında gelişme, büyüme ve kalkınma girişimlerinin yalnızca sözde kalacağı, hiçbir anlam ve sonuç doğurmayacağı açıktır.

Bugünkü olumsuz şartlar altında, muhatap kaldığımız ve her gün bir yenisine şahit olduğumuz sorunların üstesinden gelebilmek için öncelikle, meseleleri tarafsız ve kararlı bir biçimde ele alacak ve üzerine gidecek zihni ve fiziki faktörlere ihtiyaç bulunmaktadır.

Elbette ekonomideki belirsizlikler ve kronik hastalıklar en dikkat edilmesi gereken konular arasındadır.

Kim ne derse desin, AKP hükümeti ne türlü bir propaganda yaparsa yapsın, ekonominin istikrarlı ve güçlü yapısından söz etmek imkânsızdır.

Yanlış ve sakat ekonomi politikalarına paralel yürüyen eğri ve bulanık siyaset tercihi, vatandaşlarımızı zayıf ve yorgun düşürmüş, deyim yerindeyse hayatlarından bezdirmiştir.

Yalnızca rakam ve oranların inşa ettiği sığınaktan gelişmelerin analizi ve dikkatlerin borsa endeksine kilitlenmesi, bir bakıma ekonomiye nasıl bakıldığını da ispat etmiştir.

Özellikle Türkiye ekonomisinin yaşadığı ağır kriz halinin geometrik terimlerle hafife alınması ve ‘bize bir şey olmadı’ tekerlemeleri, ne kadar inkâr edilse de, milletimizin yaşadığı felaketi bastırmaya yetmemiştir.

Ve ülkemiz tarihinin en büyük krizlerinden birisine Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yönetimi altında girmiş, hiçbir izah ve bahane bu gerçeği değiştirememiştir.

Unutmayalım ki, ‘ne yapalım kriz ABD’de çıktı’ ya da ‘Avrupa Birliği de sarsılıyor’ gerekçeleri ne Başbakan’ı ne de hükümetini sorumluluktan kurtaramayacaktır.

Siyasal bedel ödememek maksadıyla; umut ve güven pompalamaya çalışmanın ve aldatıcı bir iyimserlik havası oluşturmanın iktidar partisine hiçbir faydası olmamıştır.

Kabul etmemiz lazımdır ki; tüm ülkelerde büyümeyi sağlayan olağanüstü elverişli küresel ekonomik iklimin sonucunda, 2005 yılına kadar Türkiye ekonomisi artan bir oranla büyümüştür.

Ancak 2005 yılını takip eden yıllarda, ekonominin kendi iç çelişkisinden kaynaklanan sorunlardan dolayı büyümesi yavaşlayarak, uluslararası risk iştahı ve likidite bolluğuna rağmen irtifa kaybetmeye başlamış ve büyüme hızı hem potansiyelinin hem de muadillerinin gerisine düşmüştür.

Nitekim 2009 yılında büyümedeki düşüş eksi yüzde 4,7 olmuştur.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümet olduğunda, ülkemizle benzer şartlara sahip 149 ülke içerisinde Türkiye en hızla büyüyen 29. ülke iken, 2009 yılında büyüme hızı sıralamasında 136. sıraya inmiştir.

Hatırlanacağı üzere, bu yılın ilk dokuz ayında ortaya çıkan büyüme oranı yüzde 8,9 olarak gerçekleşse de,  bu büyüme büyük ölçüde baz etkisinden kaynaklanmıştır.

2010 yılı ilk çeyrek büyümesi yüzde 11,8 seviyesinde olduğu halde; üçüncü çeyrekte bu oranın yüzde 5,5’e gerilemesi, baz etkisinin süreç içinde etkisini kaybetmeye başladığını göstermiştir.

Açıktır ki, AKP hükümeti bu zamana kadar üretimi ve çalışanı dikkate alan, işsizliği azaltan bir büyüme stratejisi tespit ve tayin edememiştir.

Ne yazık ki, Türkiye ekonomisi; küresel para tacirlerinin, sıcak para operasyonlarının, uluslararası finans kuruluşlarının insaf ve merhametine tam anlamıyla terk edilmiştir.

Bunlara başarı diyebilmek için ise ancak ve ancak hayata ve gerçeklere kara bir propaganda gözlüğüyle bakmak ve iktidar yandaşı olmak yeterli olacaktır.

İşsizliğin aldığı boyut korkutucu bir noktadadır ve resmi işsizlik rakamına iş aramayıp, ancak çalışmaya hazır kişiler de ilave edildiğinde işsiz vatandaşlarımızın sayısının 5,5 milyona ulaştığı görülecektir.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin yönetim altında Türkiye ekonomisi; teğet geçme ve krize fırsat gözüyle bakma dışında yeni bir şeyle karşılaşmamıştır.

Bu kapsamda;

  • Hesap oyunlarıyla kişi başına düşen gelir rakamları sanal olarak artırılmış,
  • Hayat pahalılığı yükselmiş, gıda enflasyonu fırlamış,
  • Ülkemiz ithal malların cenneti haline gelmiş, cari açık azmış,
  • Toplam borç stoku 741 milyar Türk lirasını aşmış,
  • Vatandaşlarımızın toplam borcu 159,2 milyar Türk lirası olmuş,
  • Bankaların yüzde 41,9’u; sigorta şirketlerinin yüzde 63’ü yabancıların eline geçmiş,
  • Başta elektrik dağıtım şirketleri olmak üzere kamu varlıkları satılmış ve bütçe açıkları kapatılmış,
  • Vatandaşlarımız Dünya’nın en pahalı benzinini almak zorunda bırakılmış ve et fiyatları anormal seviyelere çıkmış,
  • Ve ekonomideki alaboralar milyonlarca insanımızı aç ve yoksul bırakmıştır.

Ekonominin yapısal sorunları ciddiyetle ve kararlılıkla ele alınamadığı gibi; sosyal gelişmenin, sağlıklı ve istikrarlı bir büyümenin önündeki engeller de kaldırılamamıştır.

Bugüne kadar krizin iyi yönetilememesi sonucunda; ekonominin her alanında güven kaybı hızlanmış, geleceğe dönük risk beklentisi yükselmiş ve hemen hemen her sektörde tahribat yaşanmıştır.

İflaslar, feryatlar, intiharlar ve ailedeki parçalanmalar ekonomik depremin hüzün veren neticelerinden bazılarıdır.

Maalesef hükümet etme sorumluluğunu uhdesinde bulunduran AKP’nin; sözlerindeki yavanlık, uygulamalarındaki yapaylık ve ortaya koyduğu hedeflerdeki tutarsızlık sosyal ve ekonomik sistemimizde tedavisi zor yaralar açmıştır.

İşte AKP hükümetinin başarı diye sunduğu ekonomik yapının gerçekleri bunlardır ve bu kara bilançonun saklanmasına ya da gizlenmesine kimsenin nefesi ve gücü yetmeyecektir.

Sayın Milletvekilleri,

 Hepinizin takdir edeceği üzere sokaklarında aç, işsiz ve muhtaç vatandaşları bulunan bir ülkenin, huzurlu olması ihtimal dâhilinde değildir.

Böyle bir açmaz içerisinde her alanda yoğunlaşan sorunlarımızın aşılması ve bir üst seviyede çözüme kavuşturulması da çok zordur.

Şu gerçeği elbette kabul ediyorum. Türkiye, sanayi devrimini gerçekleştiremediğinden toplumsal ve ekonomik olguları sorgulama ve bunlara cevap arama geleneğini de hiç bir zaman yeterince geliştirememiştir.

Yıllardan beri Türk sanayisinin ani bir sıçrayış ve ilerleyiş içine girememesi, sorun çözme kültürünün kitleselleşmesine ve ekonominin istikrarlı gelişmesine engel olmuş ve geciktirmiştir.

Bu itibarla sanayileşmenin ve sanayi bilincinin sosyal, siyasal ve ekonomik hayattaki önemini göz ardı etmemiz mümkün değildir.

Sanayileşmeyi ıskalamış, üretmeyen ve sıcak paraya bağımlı bir ekonomik yapının; ortaya çıkaracağı tek gerçek krizdir, istikrarsızlıktır ve kaynakların dışarıya akmasıdır.

Ülkelerin sanayileşme sürecinde, ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşmada bilim ve teknoloji politikalarının önemli bir işleve sahip olduğu açıktır.

Bilim, teknoloji ve sanayi politikaları ekonomik refah ve toplumsal huzur seviyesini doğrudan ve yakından etkileyen içeriklere sahiptir.

Doğal olarak başka türlüsü de çok zor olacaktır.

Sanayi politikasının bize göre vazgeçilmez bir bileşeni olan teknolojik gelişme, medeniyetler ve milletler mücadelesinde mutlak üstünlük kurulmasına katkı verecek ve destek olacaktır.

Ve sanayileşmiş ülkelerin de teknoloji üretebilen bir özelliğe sahip oldukları da hiçbir zaman gözlerden uzak tutulmamalıdır.

Buna rağmen teknolojinin ithal edilmesi, ikinci ve hatta üçüncü el olması arzulanan ve hedeflenen ekonomik gelişmişlik düzeyine ulaştırmayacaktır.

En başta, kültürel yapımızla uyumlu ve bizatihi kendi ihtiyaçlarımızdan doğmuş bir teknolojik yapıya gerek ve ihtiyaç vardır.

Aksi halde, başka ülkelerin sırf kendi toplumsal taleplerinden dolayı doğmuş olan teknolojileri, anında almak doğru ve yerinde değildir ve bir gelişme göstergesi de olmayacaktır.

Herhangi bir teknolojik gelişmenin, sağlıklı ve rasyonel sonuç doğurabilmesi, sosyolojik zeminde karşılığının olmasına ve somutlaşmasına bağlıdır.

Güzel temenniler ve samimi niyetlerle olsa bile, yeni teknolojik gelişmelerin, kültürel özelliklerimizle var olan çelişkileri ihmal edilerek gözü kapalı bir biçimde alınıp kullanılması, yeni sorun alanlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Nitekim bu zamana kadar da olan budur.

Böylesi bir sürecin sonucunda sanayileşmenin beraberinde getirdiği bilinç ve düşünce sistematiği toplumsal tabana yayılamayacak, sanayileşmeden umulan medet kendisini gösteremeyecektir.

Bizim açımızdan sanayileşmenin vazgeçilmez bileşeni olan teknolojik yenilik, sosyal ve ekonomik sistemde muhtevasız bir şekil olarak kalmamalı ve ihtiyaçları doğrudan doğruya karşılayabilme özelliğine sahip olmalıdır.

Milletimizi bütünüyle kucaklayan, ama öncelikle çalışanların sağlık, eğitim, barınma, kültür gibi temel taleplerini sağlamak üzere, ileri teknolojileri işsizliği de ortadan kaldıracak biçimde kullanan bir sanayileşme stratejisi, az önce ifade ettiğim sorun çözme kültürünü kurumsallaştıracaktır.

Bir insanlık ayıbı olan ve iktidar partisi AKP’nin üstesinden gelemediği işsizliğin, yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliğin, toplumsal ve bölgesel eşitsizliklerin ortadan kaldırılması böylelikle gerçekleşecektir.

Sanayi sektörünün güçlenmesi üreten ekonomiyi canlandıracak, aynı zamanda uzmanlaşmayı sağlayarak vatandaşlarımızın sorumluluk duygularını güçlendirecektir.

Bu süreçte, toplumla fert arasındaki karşılıklı etkileşimlerle kopmaz bir bağ tesis edilecek, beliren her sorun alanı anında tesirsiz hale getirilecektir.

Böylelikle tartışma ve çekişmeler değerler alanından çıkacak ve milletimizin ihtiyaçları ve talepleri neyi gerektiriyorsa, dikkatler o tarafa çevrilecektir.

Bunun sonucunda, hiçbir siyasal zihniyet, sürekli olarak gerginlik ve mağduriyet üzerinden prim yapamayacaktır.

Bahsetmeye çalıştığım ve sanayileşmenin pozitif etkilerinin çok büyük olduğu bu süreçte, hiçbir aziz vatandaşım birilerinin yardımına ihtiyaç duymayacak, herkes alın terinin sonucunda akşam evine ekmeğini götürecektir.

İşte sanayileşmenin mesafe alması ve ekonomik gelişmenin sağlanması bu kadar önemli ve acildir. Ve gecikilmesinin ortaya çıkaracağı sosyal ve ekonomik bedeller her geçen gün çoğalmaktadır.

AKP hükümetinin, hala geçmişin belli bir zaman aralığındaki bize göre tartışmalı başarılarla avunması ve bununla günlerini geçirmesi, siyasi ve ekonomik sistemimiz için iyi günlerin hala yakın olmadığını göstermektedir.

Bu çerçevede sanayicisine sırt çevirmiş, işçisine kapı göstermiş, esnafına duvar örmüş, çiftçisini azarlamış bir iktidarın ayakta kalması ve millete hizmet yolunda değer üretmesi artık imkânsız bir hale gelmiştir.

 

Sayın Milletvekilleri,

Son olarak 2011 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı hakkındaki düşüncelerimi genel hatlarıyla ve özet olarak ifade ederek konuşmamı tamamlamak istiyorum.

Meclis gurubumuzun değerli üyeleri bütçe görüşmeleri sürecinde, partimiz adına görüş ve düşüncelerimizi detaylı bir şekilde ortaya koyacaklar ve sizlerle paylaşacaklardır.

Görüştüğümüz 2011 Yılı Bütçesi’nin hükümet tarafından ileri sürülen; yatırım yapan, reel kesimi destekleyen, ekonomik ve sosyal kalkınmaya odaklanmış, toplumsal refahı gözeten bir bütçe olduğuna dönük iddiaları bizim tarafımızdan makul ve kabul edilebilir değildir.

İlave olarak, bu zamana kadar benzer hedefleri tayin eden AKP iktidarının, bunların hiçbirisine ulaşamadığını da belirtmekte yarar görüyorum.

Hatırlanacağı üzere, 2010 Yılı Bütçesi hazırlanırken ekonomik krizin etkilerini azaltmaya yönelik hiçbir politikaya yer verilmediğini vurgulamış ve bunu da eleştirmiştik.

İktidar yine ezberlediği hedeflerle yola çıkmış ve sıradanlaştırdığı bütçe müzakerelerinde görüş ve uyarılarımızı dikkate almamıştı.

Gelecek yılın bütçesinde de, Türkiye’nin karşılaşabileceği risklerin ve özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ekonomik problemlerinin yol açacağı sıkıntıların fazlaca hesaba katılmadığı anlaşılmaktadır.

Bununla birlikte AKP hükümetinin, bugüne kadar bütçe hedefleri ve tahminleri hiç tutmamış, öngörü noksanlığı ve eleştirilere kulak asmayan siyasi alışkanlığı kendisini her fırsatta göstermiştir.

Bu itibarla üretim, işsizlik, dış ticaret açığı, cari açık, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve refah artışı alanlarındaki sorunlar daha da derinleşmiştir.

Nitekim hazırlanan bütçelerde gelir politikaları açısından, büyüme, yatırım ve istihdamın desteklenmesi ve kayıt dışılığın azaltılmasına yönelik somut uygulamalara da tesadüf edilememiştir.

Gelecek yıl bütçesinin de gerçekçi olmadığı, vatandaşlarımızın sorunlarını hafifletici bir işlev taşımadığı aşikârdır.

2011 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nda harcamalar 312,5 milyar TL, gelirler ise 279 milyar TL olarak belirlenmiştir. Bütçe açığı da 33,5 milyar TL olarak hedeflenmiştir.

Bütçe harcama ve gelir rakamlarına detaylı bakıldığında ise, hükümetin uzun dönemde istihdamı artıracak yatırım harcamaları yerine kısa dönemde, bilhassa seçimde kendine avantaj sağlayacağını düşündüğü personel harcamaları ve cari transferlere önem verdiği görülmektedir.

Gelirlerde ise yürütülen ekonomik programın sonucu olarak ithalattan alınan vergiler artırılmıştır.

2011 Yılı Bütçesi bu haliyle; sosyal yönü olmayan, sadece seçim dönemini dikkate alan,  milletimizin sorunlar altında ezileceğini tescil eden bir özelliğe sahip olmuştur.

Kamu çalışanlarına yönelik 2011 yılında altışar aylık dönemler itibariyle yüzde 4+4 zam yapılacak olması, gelecek yılın memurlarımız açısından yine sıkıntılı ve zorluklarla geçeceğini göstermektedir.

Öte yandan Orta Vadeli Programa göre 2011 yılı büyüme hedefi yüzde 4,5; enflasyon hedefi ise yüzde 5,3 tür.

Bütçe gelirlerindeki artış oranı yüzde 10,4; vergi gelirlerindeki artış beklentisi ise yüzde 10,5’dir. İstihdamda ciddi bir artış beklenmediği ülkemizde, enflasyon ve büyüme oranının üzerinde bir vergi tahsilâtı artış öngörüsü mantıklı ve inandırıcı değildir.

Ayrıca gelir vergisinin, vergi gelirleri tahsilatı içindeki payı, 2008 yılında yüzde 22,6 iken bu oranın sürekli düşerek 2011 yılında yüzde 20,4’e gerileyeceği öngörülmektedir.

Buradan da kayıt dışılığın arttığı ve çalışanların ücretlerinin düştüğü ve istihdamın azaldığı anlaşılmaktadır.

Kurumlar vergisinde 2011 yılında bir önceki yıla göre yüzde 10,7’ lik bir artışla 23 milyar TL’lik bir gelir hedeflenmiştir.  Öngörülen bu artışın ana sebebi sigorta ve emeklilik fonları hariç finansal hizmet faaliyetleri sektöründe tahmin edilen büyüme olmuştur.

Bu sektörün tüm kurumlar vergisi içinde yüzde 35’lik paya sahip olduğu düşünüldüğünde ve dahilden alınan katma değer vergisi oranının sadece yüzde 2,8 artacağı dikkate alındığında,  bankacılık hariç diğer sektörlerin daralacağı şimdiden bellidir.

Ayrıca dâhilden alınan KDV’de sadece yüzde 2,8’lik bir artış hedeflenmesi, ithalden alınan KDV’de yüzde 15,3’lük bir artış öngörülmesi 2011 yılında düşük katma değerli üretim yapılacağı anlamına gelmektedir.

Buradan çıkaracağımız sonuç; AKP hükümetinin ithalata dayalı büyüme politikasını sürdürmeye devam edeceğidir. Hükümetin vergi gelirleri tahsilâtını arttırmak için ithalatı destekleyeceği ve sıcak paraya dayalı ekonomi modelini gelecek yılda sürdüreceği anlaşılmaktadır.

Önümüzdeki yıl büyüme hedefinin yüzde 4,5; enflasyon hedefinin ise yüzde 5,3 olduğunu hesaba kattığımızda, özel tüketim vergisinin yüzde 7,7 oranındaki artış öngörüsünün de izaha muhtaç olduğu şüphesizdir.

Ayrıca 2011 yılı bütçesindeki tarımsal desteklerin millî gelire oranı binde 4,9 olarak yer almıştır. Tarımsal destekleme ödemelerinin gerçekleşme tahmini için 2011 yılında sadece 6 milyar TL’lik bir ödenek öngörülmesi çiftçilerimizin yine kendi kaderine terk edileceğini göstermektedir.

Bu kapsamda, 2011 Yılı Bütçesi, çiftçimize, esnafımıza, memurumuza, işçimize ve emekli dul ve yetimlerimize bir umut vaat etmemektedir.

Ekonomide biriken sorunların inkârıyla her şeyin düzeleceğini öngören hükümet, siyasi ihmalin bedelini hazırladığı bütçelerle ne yazık ki dar gelirli kardeşlerimizin sırtına yüklemiştir.

İnancım ve beklentim, 2011 Yılı Bütçesi’nin AKP’nin hazırladığı son bütçe olacağı yönündedir.

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

Ülkemizin çözülemeyecek sorunu, halledilemeyecek meselesi yoktur.

Eğer Türkiye’nin geleceğin küresel klasmanında güçlü ve bölgesinde lider bir ülke olmasını istiyorsak, var gücümüzle sorun alanlarını belirleyip ortadan kaldırmak durumundayız.

İşte Milliyetçi Hareket Partisi buna taliptir ve başarmak için her gayreti göstermeye Allah’ın izniyle kararlıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle 2011 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nin ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum.

Ekranları başında bizi izleyen aziz vatandaşlarıma saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Konuşmama son verirken; hepinizi saygılarımla selamlıyorum.