YUSUF HALAÇOĞLU

Meclis Konuşması : 17 Ekim 2012

YEREL YÖNETİMLER YASASI17 Ekim 2012Belge Sahibi :

 KAYSERİ MİLLETVEKİLİ PROF.DR. YUSUF HALAÇOĞLU’NUN

“YEREL YÖNETİMLER YASASI (BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KANUNU İLE BAZI

KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK

YAPILMASINA DAİR KANUN TASARISI)“ HAKKINDA

TBMM İÇİŞLERİ KOMİSYONUNDA

 YAPTIĞI KONUŞMA

-17.10.2012-

Sayın Bakanım, sayın milletvekili arkadaşlarım, hepinize öncelikle teşekkür ediyorum. Muhakkak ki bir siyasi partiye mensubum ama buradaki konuşmamı tamamen bir siyasi parti mensubu gibi yapmayacağım. Tamamen bir bilim adamı sıfatıyla, Amerikalıların faydalandığı gibi, diğer ülkelerin faydalandığı gibi, 624 yıl ayakta kalmış ve değişik mahallî idareleri de bünyesinde bulunan, idari yapılanmayı bünyesinde bulunduran bir devletin tecrübelerini sizlere aktarmak istiyorum.

Gerçekten de Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü de yaptım. 1921’den itibaren Osmanlı arşivlerinde araştırma yapan devletlerin, bilim adamlarının en çok Osmanlı devlet yapısı üzerinde araştırma yaptığını gördüm, yaptığım istatistikte.

Gerçekten de Osmanlı devletini göz önüne alacak olursanız ki hepiniz en azından, hiçbir şey okumamış bile olsanız, liselerde tarih kitaplarında okuduğunuz bir yapıya sahipsiniz, bilgiye sahipsiniz. Bu bilgi bile yeterli gelecektir, söylediklerime. Osmanlı devleti millî bir devlet değildir, bir imparatorluktur. Çok milletli, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir devlettir. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki idari yapı gerçekten birçok devleti yakından ilgilendirmiştir ve kendilerine örnek almışlardır. Dediğim gibi, bu konuda araştırma yapan devletler içerisinde, en fazla araştırmayı da Amerika Birleşik Devletleri yapmıştır. Benim Genel Müdürlük yaptığım dönemde, sadece Amerika’dan gelen bilim adamlarının sayısı 680’dir. Osmanlı Devleti’nin idari yapısı, sosyal yapısını araştıran bilim adamı olarak… Osmanlı Devleti, nasıl bir idari sisteme sahipti? Bunu şunun için anlatıyorum, söylüyorum.

Şimdi, ülkelerde birtakım adımlar atılır, bu atılan adımlar doğrudur veya yanlıştır. Fakat doğru olmasına gayret edilir. Devleti yönetenler en doğru kararı vermekle kendilerini mükellef addederler. Bunu her şeyden uzak tutarlar, çünkü o devletler kendi devletleridir, gelecekleridir ve tarihte kendilerinden sonra gelecek çocuklarının da, torunlarının da yaşayacakları bir coğrafyadır. Bu bakımdan çok dikkatli adım atılır, yanlış adım atılmamış mıdır? Yanlış adım da atılmıştır, Osmanlı Devleti de atmıştır. Mesela Kanuni Sultan Süleyman döneminde, tımar sisteminde bir değişiklik yapılmıştır. Mirî arazi yani devlete ait arazi olarak pek çok alanı devlete katmışlardır. Bunun doğurduğu sıkıntılar, sonuçlar, halkın üzerindeki etkileri birçok isyanlara sebep olmuştur ve bu gittikçe büyüyerek Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar gitmiştir.

Değerli milletvekilleri, Osmanlı Devleti, dediğim gibi bir imparatorluktu. Eyalet sistemi vardı, bu eyalet sistemi içerisinde iki temel unsur vardı. Bunlardan bir tanesi merkeze bağlı eyaletler, diğerleri de imtiyazlı hükûmetler altındaki bir eyalet sistemiydi. İmtiyazlı hükûmet olarak, Hicaz gibi, Kırım gibi, Eflak-Boğdan gibi yöneticilerini kendi içinden seçen, seçilen kişilerce yönetilen eyaletler. Bir de mesela Anadolu eyaleti gibi, Diyarbakır eyaleti gibi, Çıldır eyaleti gibi, Bağdat eyaleti gibi veya Rumeli eyaleti gibi, Budin eyaleti gibi yöneticileri devletten yani merkezden atanan valilerce yönetilen, beylerbeyince yönetilen eyalet sistemi. Bu türden eyaletlerde de ikiye ayrılırdı. Birisi saliyaneli olarak yani –yıllıklı- olarak adlandırılır. Diğeri de saliyanesiz –yıllıksız- olarak adlandırılırdı. Saliyane -yıllık- şu anlama geliyor, o yıl içerisinde diyelim ki Mısır gibi bütün vergilerini o eyalet toplar, kendi ihtiyaçlarını belirledikten sonra merkeze geri kalan vergileri gönderirdi. Bunlar saliyaneli eyaletler genelde yine merkezden atanan valiler olmasına rağmen daha bağımsız bir nitelik taşırdı.

Eyaletlerin idari bölünmelerin de bir beylerbeyinin bulunduğu merkez, onun dışında sancak, kaza, nahiye ve köyler bulunurdu. Sancaklar yine merkezden atanan Sancak Beyi denilen kişiler tarafından yönetilir. Kazalar ise kadılık anlamına geldiği için… Kadılar aynı zamanda hukukçuydu tabii hukuka hâkimdiler,  bunların idaresinde bulunan idari birimlerdi. Nahiyeler ise kadıyı temsil eden naip denilen kişilerce yönetilir. Köyleri hepimizin bildiği gibi, muhtar dediğimiz kişiler vardı.

Bu sistem XVIII. yüzyıla kadar devam etmiştir. Devletin, merkezi idarenin veya vilayetlerde veya beylerbeyliklerinde, mülki idarenin dışında bir de “şehremini” denilen bugünkü anlamda düşünecek olursanız belediyeler vardı. İstanbul’da hepiniz bilirsiniz, Şehremini semti vardır. Şehremini dediğimiz, İstanbul şehreminleri orada oturdukları için bugün o ismi almışlardır. Belediye hizmetlerini bunlar görür. Bu şehirdeki “nahr” meselesini, yani çeşitli satılan nesnelerin fiyatlandırmasını belediyeler yapardı ve kontrolünü de bunlar yapardı ve şehrin bütün işlerini… Mesela kaldırımcılık denilen bir teşkilat vardı. Kaldırımcılık dediğimiz zaman, bildiğimiz bugünkü kaldırım olarak düşünmeyin. Yol yapımını üstlenmiş olan teşkilattı buraya bağlıydı veya şehir mimarları dediğimiz, şehrin hangi bölgesine bir bina yapılacaksa veya imar verilecekse ne yapılacaksa şehir mimarlarının onayından çıkmış bir mimari yapı ancak o sokakta veya caddede inşa edilebilirdi. Bunlar, dediğim gibi şehir emaneti dediğimiz şehreminlerine bağlıydı.

XVIII. yüzyılın sonları, XIX.’da Osmanlı idari sisteminde birtakım değişiklikler meydana gelmiştir. Çünkü 1699’dan sonra Karlofça Anlaşmasından sonra Osmanlı Devleti büyük topraklar kaybetti. Fakat buradaki Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritenin gücünü kaybetmesinden sonra birtakım eyaletlerde, Osmanlı Devleti karşı birtakım isyan hareketleri vücuda geldi. Osmanlı Devleti bunu kontrol edebilmek için idari mekanizmada birtakım değişikliklere gitti. Bağımsız birtakım mutasarrıflık adı altında, eyaletten daha küçük ama müstakil idari birimler oluşturuldu. Onun dışında eyaletler kaldırıldı vilayet hâline getirildi. Çünkü bir eyalet dediğimiz yapı bugün balkanlarda bütün ülkeleri kapsayacak nitelikteydi. Mesela, bu eyaletin merkezi daha doğrusu Manastırdı. Bugünkü Makedonya’da bulunan Manastır şehriydi. Fakat buraya bağlı olan eyalet sınırlarını söyleyecek olursak bütün Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Bosna-Hersek, Sırbistan ve Karadağ bölgesi tamamen Rumeli eyaleti adını verdiğimiz bu merkeze bağlıydı. Çok geniş bir sistem ama bunun bu şekilde belirlenmesindeki temel sebepte şuydu: Rumeli’nin fethinden sonra Osmanlı Devleti bu bölgelerde otoritesini sağlayabilmek için, Anadolu’dan pek çok nüfus yerleştirmişti. Bu bölgelerdeki birtakım nüfusu da başka yerlere nakletmişti. İşte bu bölgeyi bir bütün olarak görerek ve Slav ırkına mensup oldukları için de belli ölçüde kültürel özellikleri birbirine yakın olduğu için böyle bir eyalet sistemi meydana getirmişti. Ama bunun sıkıntılarını daha sonra Osmanlı Devleti çekti ve Osmanlı Devleti çöküşünde bütün bu sözünü ettiğimiz bölgeler ki bunların her biri bir sancak hâlinde teşkilatlandırılmıştı. Bağımsız birer devlet hâline geldiler ve 35 adet en az, daha sonraki çıkışları saymadım ama 35 devlet kuruldu yerlerine.

Atanan kamu görevlileri doğrudan doğruya merkez tarafından atanırdı bu bölgelere Osmanlı Devleti’nde. Yani, diyelim ki kadılar, ilmiye sınıfının en üst derecesinde olan Şeyhülislam tarafından atanırdı. Şeyhülislam din adamı değildi. Şeyhülislam, Rumeli kazaskerliklerinden gelirdi yani hukukçuydu. En yüksek hukukçuydu. Buradan Şeyhülislamlığa gelirdi. Nitekim Şeyhülislamlar Osmanlı Devleti bugün Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Bakanlar Kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin yerine geçen Divan-ı Hümayun adını verdiğimiz kanun yapıcı yasama organı olan kurumun içerisinde yer almazdı. Çünkü az önce söylediğim, Divanıhümayun’da alınan kararlar, Padişaha sunulur, Padişah tarafından onaylandıktan sonra ferman haline getirilir, tuğra çekilir Nişancı tarafından yani bugünkü anlamda Resmî Gazete’de yayımlanır ve kanun hükmüne girerdi. Ama Padişah Şerri şerife yani o günkü teamüle -anayasa dediğimiz- uygun düşmediğini düşündüğü birtakım kararlar çıkmış olursa Divanıhümayun’dan bunu Şeyhülislama gönderir. Orada teamüle yani geçerli hukuk sistemine uygun olup olmadığı diğer yasalara zıt olup olmadığını araştırır o çerçeve içerisinde ya ret eder veya onaylar, onaylamaya göre tekrar Padişahın huzurunda kabul edilir, ferman hâline gelir veya ret edilir, geçersiz kılınırdı.

Şimdi, bunu niçin söyledim? İşte, bu kişi, yani Şeyhülislam ilmiye sınıfının en yüksek kişisi olarak kadıları ve müderrisleri atama yetkisi bunun elindeydi. Bütün en küçük… Osmanlı Devleti’ndeki en küçük idari birim kaza 30 akçelik kadılıklardı. Bu kadılıklardan başlamak üzere taht kadısı ismini verdiğimiz, İstanbul Kadısına kadar ki 500 akçelik yevmiye günlük maaşı olan kadılıklara kadar tümünün ataması Şeyhülislam tarafından yapılırdı. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’nde sanıldığı gibi merkeze bağlı olmayan kendi başına bir eyalet sistemini göremezsiniz. Genel olarak hepsi merkezidir. Yani, merkezden atanan valiler tarafından yönetilen yetkileri tamamen onun elinde olan, savaş esnasında kendisine bağlı tımarlı sipahilerle birlikte orduya katılıp ordu içerisinde kendi askerlerini komuta eden nitelikte bir yapı vardı. Dolayısıyla, tımarlı sipahi dediğimiz zaman, idari sistem içerisinde de çok farklı bir fonksiyonu vardır. Tımarlı sipahiler devletin çeşitli eyaletlerde alacağı vergilere karşılık savaşta yararlılık gösteren veya devletin önemli kademelerinde bulunan kişilere maaş yerine bir tımar, zeamet veya has adı altında bir toprak parçası gelirine göre bağlanırdı. 20 bin akçeye kadar tımar, 20 bin-99 bin arasındaki geliri olan yani vergi geliri olan araziye zeamet, 100 bin akçeden itibaren olanlara da has denirdi. Has, Padişah ailesi, vezirler veya defterdarlar gibi yüksek rütbeli memurlara geçerdi.

Dirlik sistemi adı altında Abbasilerde de mevcut olan, Selçuklularda olan bu sistem. Osmanlı toprak sisteminin en iyi yönetildiği dönemdir. Hem devletin üzerinde yük yoktur hem vergiler toplanmaktadır. Hem askerî güç elde edilmektedir. Zaten, Osmanlı devlet yönetimine baktığınız zaman devletin içerisinde, devletin fiilen maaş ödediği insan sayısı en fazla 67 bin olmuştur. Onun dışında çoğu özel diye nitelendirebileceğimiz bir yapı içerisinde devam etmiştir. Yani medreseler vakfa bağlanmış, vakıftan ücret almışlardır. Askerî sistemde yeniçeriler haricindekiler yine toplanan vergilerden, toplayan kişinin yetiştirdiği insanlar olarak geçmiştir. Onlarında kademeleri var anlatmayacağım.

Değerli milletvekilleri, Osmanlı idari yapısında mutasarrıflıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, özellikle toprak kaybıyla ve kaybedilen topraklardan Osmanlı topraklarına göç ile birlikte önemli miktarda bir idari yapıda değişiklik ve bocalama dönemi geçirilmiştir. Sancak dediğimiz bir idari birim, bugünkü vilayetlerin en az üç katıdır. O kadar geniş toprağa sahiptir sancaklar.  Ama sancak beyleri de yetki olarak bugünkü valilerden fazla yetkilidir. Mesela bugün, il genel meclisleri toplanıyor, Osmanlı Devleti zamanında da eyaletlerde Divan adı altında eyalet divanları vardı. Kararlar buradan alınır ama merkeze de onaylatmak üzere gönderilirdi. Osmanlı Devleti’nin bürokratik sistemine gelince buna bağlı olarak hani işler çok aksıyor muydu diye düşünebilirsiniz. 1700 yılıyla 1850 yılları arasında, Mehmet Genç isimli bir hocamızın -iktisat tarihiyle uğraşan- yaptığı araştırmaya göre 150 yıllık zaman dilimi içerisinde, Divan-ı hümayuna veya devlete dilekçeyle bir meselesi için başvuranların en kısa sürede cevaplanma süresi 0,7 gündü. Yani 24 saatin yüzde 70 olarak düşünün, aşağı yukarı 15-16 saat içerisinde cevap alabilirdi. En uzun süre ise 13,5 gündü, 150 senenin ortalaması 5,3 gündür. Sebebini isterseniz alabilirim. Neden bu kadar hızlıydı Osmanlı Devleti’nde, bürokrasiye takılmıyordu. Niye çarçabuk bitebiliyordu bunlar. Ama o zaman devletin tüm mekanizmasını ele almanız gerekir. Geçenlerde ombudsmanlık meselesi gündeme geldiğinde anlatmıştım. Merkezi veya taşradaki devleti temsil eden idarecilerle halk arasında ilişkiler, Osmanlı Devleti’nde mehayif müfettişleri tarafından sürekli olarak takip edildiği, halkın şikâyetlerinin Divanıhümayun’a doğrudan doğruya getirildiği ve bunun için şikâyetler defterleri vardır Osmanlı arşivinde. Sürekli olarak devletin halkıyla temasta bulunduğunu göz önüne alacak olursanız aslında bürokratik sistemin çok daha hızlı işlemesini anlayabilirsiniz.

Zira karşısındakine güvenen ama bu güvene rağmen o güven duyulan kişiyi tamamen boş bırakan bir sistem değildi, Osmanlı sistemi. İşi yapan ama takip eden bir nitelikteydi. Mahkemelerinde bile yeminle ancak kabul ettiriliyordu. Bir örnek vermek istiyorum, orijinal olacağını düşünüyorum. Harput şeriye sicillerine göre, bir gayrimüslim, Osmanlı Devleti’nde… Günümüzde, daha iyi anlamanız için söyleyeceğim. İşte 1999 depremi oldu. Depreme destek olmak üzere telefonlara bir vergi kondu biliyorsunuz.  Osmanlı Devleti’nde bu tür vergiler hep vardı ve bu vergiye “avarız vergisi” adı veriliyordu. Yani, örfi vergiydi ve olağanüstü şartlarda kişilerin, halkın, devletin ihtiyacı olan bir konusunda yardımcı olmaları için konulan bir vergiydi. Bu vergi o mesele ortadan kalktıktan sonra lağvedilirdi. Dolayısıyla, avarız vergisi yine konmuştu, 1638’li yıllarda IV. Muradın “Bağdat seferi” sırasında. O tarihte konan bu vergi dolayısıyla Harput şeriye sicillerindeki kayıtlara göre söylüyorum: Devlet, belirlediği birkaç haneyi bir avarız hanesi olarak belirdi.  Mesela diyelim ki 2,5 hane bir avarız hanesi olarak belirlenir, 30 akçe vergi istenirdi. İşte bu şekilde avarız vergisi toplanırken Harput’taki gayrimüslimlerden kendilerine ait 25 avarız hanesi olduğu bildirilerek buna karşılık bedel, para istendi, vergi istendi. Ama oranın keşişi ki Ermeniler orada mevcuttu. Oranın keşişi bizim avarız hanemiz 18’dir, 25 değildir diye itiraz etmiş. Bunun üzerine konu, devlet arasındaki yazışmadan sonra mahkemeye intikal etmiş. Kadının huzuruna hem keşiş çıkmış hem de devleti temsilen devlet görevlisi, bu avarız vergisini toplayan muhassıl çıkmış. Konu tartışılınca kadı, keşişe: -On sekiz de ısrar edince-  “o zaman yemin et” diye söylüyor,  şeriye sicillerine göre. Keşiş aynen yemin de bulunuyor. “Eğer sözümde hilaf varsa Müslüman olayım.”  bu ilama, mahkeme ilamına, bu şekilde geçmiş. Şimdi, burada, tabii hakkaniyete, hukuka saygılı olan devletlerinin, hukuk devletlerinin bürokratik işlemleri de çok hızlı yürüyecektir. İşte onun için Osmanlı Devleti başarıya ulaştığı belirtiliyor.

Nitekim Kanuni dönemindeki çok meşhur büyük elçilerden biri olan Avusturya Büyükelçisi Busbek, Osmanlı Devleti’ndeki sistemi anlatıyor kendi hükümdarına ve aynen şunu söylüyor: “Burada hiç kimse, zenginliğine herhangi bir şekilde, şusuna busuna bakılarak bir göreve getirilmez. Muhakkak liyakata bakılarak göreve getirilir. Birçok kişi çobanlıktan yetişmiştir, ancak, Türkler’de başarının sırrı kısmen Allah’ın bir bahşı, kısmen de çalışmanın bir mükâfatı olarak görülür ve değerlendirilir.” diyor. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’nin idari yapısındaki eyalet sistemi veyahut da bu türden bir idari yapılanması bugünkü Türkiye’nin şartlarına uygun mudur, değil midir veya bugün bu idari sistemi kullanan, Osmanlı Devleti’nin idari sistemini kullanan Amerika Birleşik Devletlerine, Osmanlı Devleti’nin yapısı ne kadar uygundur? Amerika Birleşik Devletleri hepinizin bildiği gibi -bu araştırmayı en çok onlar yaptıkları için söylüyorum- adeta, Osmanlı Devleti’nin bir kopyasıdır. Çok farklı yerlerden gelmiş insanların oluşturduğu bir devlettir. İçerisinde her türlü kültürün, dilin, dinin  bulunduğu bir devlettir. Hâliyle eyalet sistemi buralarda gerçekten başarılı bir sistem olarak uygulanabilir. Ama Osmanlı Devleti’nin IX. yüzyılda, özellikle IX. yüzyılda, bu sistemden vazgeçmesinin en temel sebebi de başta Balkanlar olmak üzere, Balkanlar’da Rusya’dan gelen ve din adamı kisvesi altındaki birtakım misyonerlerin milliyetçilik ruhunu buralarda yaymasından sonra isyanların çıkmasıyla karşılayabilirsiniz.

Mesela 1863’de hepinizin bildiği, İstanbul’daki Robert Koleji kurulmuştur, bir misyoner okulu olarak. Robert Kolejinin 1868’deki ilk mezunları ilginçtir ki “Bulgar isyanın” elebaşlarıdır. Keza, 1845 itibaren Osmanlı topraklarına gelen misyonerlerin, 1900’lü yıllara geldiğimizde kurdukları okul sayısı, Osmanlı Devleti’nin kurduğu resmî okullardan iki kat fazladır. Sadece, İngiltere, Fransa,  Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 1914 öncesindeki açtığı okul sayısı 1244’tür. İtalyanlar, Avusturyalıları, Rusları saymıyorum ve burada okuyan öğrenci sayısı, bu 1244 okuldaki okuyan öğrenci sayısının toplamı 85 bindir. Osmanlı devletinin açtığı eşdeğer okul olan İdadi ve Rüştiyelerin sayısı 685’tir. Öğrenci sayısı 35 bindir. Dolayısıyla, Osmanlı Devletinin çöküşünde bu çarpıklığın çok önemli bir rolü vardır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, 1923 yılında Atatürk’ün sözlerine bakacak olursanız bu yabancı okulların, misyoner okullarının kapatılması gerektiğini ifade eder. Ancak 1924’e girdiğimizde bu okulların kapatılmasını zannediyorum ki başaramadıkları için bunların dizayn edilerek Türk milletine kazandırılmasından söz edilmeye başlanmıştır ve 1924 Martındaki Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun asıl çıkış sebebi tekke ve zaviyeler değildir, bu yabancı okulların millîleştirilmesi meselesidir. Dolayısıyla, o tarihte kurulmuş olan, bugün de hâlâ İstanbul’da varlıklarını devam ettiren bu okulların birçoğunun içindeki kiliselerde kapatılmıştır bu çerçevede. Dolayısıyla, mümkün olduğunca millileştirilmesine rağmen, o okulların gerçekten Osmanlı Devleti döneminde ne kadar zarar verdiğini anlamamamız mümkün değil.  Çünkü Taşnakların Cenevre’de 1891 yılında kurulması, 1898 yılında Hınçak Teşkilatının kurulması, Tiflis’te 1891’de Hınçak’ın 1889 yılında Tiflis’te Taşnak örgütünün kurucularının hepsi bu yabancı okul mezunlarıdır. Ve özellikle şunu belirtmek istiyorum, cumhuriyetin ilanından sonra, cumhuriyetin ilk dönem en önde gelen devlet yöneticilerinin yüzde 85’i bu okul mezunlarıdır.

Değerli milletvekilleri, benim buradaki sözlerimi herhangi bir şekilde lütfen yanlış anlamayın. Birtakım şeylere karşı veya şovence söylediğimi düşünmeyin lütfen, bir gerçekliği dile getiriyorum. Bir ülkenin ayakta kalabilmesinin en temel unsurlarından birisi iyi eğitilmiş insanlara ihtiyaç olmasıdır. Bunun aksini hiç kimse iddia edemez. Ama iyi eğitilen insanların o devletin millî çıkarlarına, millî kimliğine ve kültürüne de ters düşmemesi gerekir. Aksi takdirde devlet olma vasfını kaybedersiniz. Çünkü her devletin kendine göre bir millî duruşu, millî kimliği ve millî kültürü vardır. Yani Fransa’yı siz bundan ayrı tutabilir misiniz, Almanya’yı ayrı tutabilir misiniz, İngiltere’yi ayrı tutabilir misiniz, mümkün müdür? Mesela Almanya bugünkü eyalet sistemine nasıl gelmiştir? 1848 yılında Almanya federatif sistemi birleşmiştir, Almanya prenslikleri bir araya gelmiştir ve 1848’den itibaren bugünkü Almanya vücuda gelmiştir. Ama bunun sebebi, içerisinde Protestanların birtakım farklı dinî inançta bulunanlarla, birtakım kültür farklılıkları yaşayan eyaletlerin bu sistem içerisinde bir araya getirilerek bir federatif yapı oluşturması buna dayanmaktadır. Türkiye hakkında karar vereceğimiz zaman bunları muhakkak göz önüne almamız gerekir. Çünkü, tarih geçmiş gibidir, geçmiş olarak algılarız genelde. Hâlbuki tarih bizim bir birikimizdir, bir tecrübe kaynağımızdır. Oradan elde ettiğimiz bilgiler geleceğimize daha sağlıklı bakmamıza yardımcı olacak bilgilerdir. Çünkü pek çok badireler atlatılmış, yanlışlar yapılmış, doğrular yapılmış, kazanç sağlamış veya kaybetmişizdir. Bunları göz önüne alarak değerlendirdiğinizde, yani tarihten ve tarihî gerçeklerden korkmadığınızda, bunu ifade edebildiğinizde geleceğinize yönelik birtakım tasarrufları çok daha isabetli, kararları çok daha isabetli alabilirsiniz. Tarihte atılan bir yanlış adım belki o tarihteki yönetimi alaşağı edebilir veya onu zarara uğratabilir ama en büyük zararı o devletin geleceğine vurur. Bunu göz önüne almak mecburiyetimiz vardır.

Ben sözlerime burada son vereceğim.

Fakat, şimdi, bir milletvekili olarak iki şey söylemek istiyorum. Bunlardan bir tanesi: Değerli bir CHP’li arkadaşımız, Hatay’la ilgili, yeni ilçe kurulduğundan bahsetti. “Burası yüzde 99 Alevi olacak.” dedi. Doğrudur ama bir şeyi çok iyi ayırt etmemiz lazım Türkiye’de. Anadolu Aleviliği ile Nusayrilik dediğimiz Arap Aleviliği birbirinden çok farklıdır. Türkiye’de çok farklı inançta insanlar vardır, çok farklı soydan gelen insanlar da vardır. Bu tabii karşılanmalıdır. Zira, Türkiye Cumhuriyeti bir imparatorluk bakiyesidir, imparatorluktan gelen bir devlettir. Hâliyle, imparatorluğu benimsemiş, bu ülkeyi, bu insanları benimsemiş birçok insan da Türkiye’ye göç etmiştir. Bunu göz önüne almak mecburiyetimiz vardır.

İkincisi: Payas’ın bir belde olduğunu ben ilk defa şimdi öğrenmiş oldum, ben Payas’ın ilçe olduğunu düşünüyordum. Payas’ın eski ismi Osmanlılarda “Özer İli” dir. “Özer” olarak adlandırılır Payas. Amanos Dağları’nın eski adı “Cebelibereke” tir, Arapçadır “Bereket Dağları şeklinde. Daha da öncesi “Gâvur Dağları” olarak adlandırılır biliyorsunuz. 1865’te kurulmuştur Osmaniye. Hacı Osmanlı köyü üzerinde kurulduğu için Osmaniye ismini almıştır. Kadirli yine o tarihte kurulmuştur. Kadirli de “Karsı Zülkadriye” isminden alır. Dulkadirli Türkmenlerinin yaşadığı bölge olduğu için o isim verilmiştir Kadirli’ye de. Kozan, eski ismi “Sis”tir, kasabasının merkezi Sis’tir. Sis ismi ta Araplardan beri vardır. Ermeniler “Sisuan” şeklinde adlandırırlar. Ama Sis’in daha sonra Kozan ismini alması Kozan Sancağı’ndan dolayıdır ve “Kozan Sancağı” ismini alması da “Kozanoğulları” adıyla Farsaklardan olan bir derebeyi ailenin isminden gelir. 1865’te Fıkrai İslâhiye o bölgeye gitmiştir ve o bölgedeki Kozanoğulları’nı, derebeyi devlete isyan eden grubu darmadağın etmiştir. Yani, Yozgat, Sivas, Sinop, Trablusgarp, Kayseri, Kütahya, değişik yerlere sürgün edilmiştir, İstanbul da dâhil. Fırkai İslâhiye aynı zamanda Payas bölgesinde de, Özer İli dediğimiz yerde de Küçükalioğulları veya Ulaşlı Aşireti dediğimiz Ulaşlıları sürgün etmiştir. Ulaşlı Ailesi vardır orada da. Dolayısıyla, Ulaş zannediyorum var şimdi orada. Oradaki Ordu köyü üzerine kurulan bir yerleşim merkezi vardır bir de İslâhiye vardır. İslâhiye de 1865’te kurulmuştur Ordu kasabası da. Dolayısıyla, yer adları verilirken de muhakkak ki bu tarihî meselelere bakarak vermekte fayda vardır.

Demin konuşulurken, Manisa için Saruhanlı ilçesi var ama bana kalsa ben Manisa’nın merkezindeki kurulacak ilçeye “Saruhan” derim, Saruhanlı olmasına rağmen, bunda hiçbir mahzur yok, birisi Saruhanlı, birisi Saruhan olur. Yoksa…

HÜSEYİN BÜRGE (İstanbul) – Şehzadeler şehri.

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Şehzadeler şehridir ama Amasya da şehzade şehridir, Trabzon da.

İÇİŞLERİ BAKANI İDRİS NAİM ŞAHİN (Ordu) – Yunus Emre.

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Yunus Emre olmaz Sayın Bakanım. Yunus Emre için, eğer, ille olması gerekirse “Mesir” demişlerdi, bence Saruhan ismi çok yakışır.

İÇİŞLERİ BAKANI İDRİS NAİM ŞAHİN (Ordu) – Karışıklıktan dolayı.

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Karışıklık… Sayın Bakanım, bilmiyorum ama Saruhanlı birisi, birisi Saruhan, merkez ilçe olarak adlandırılacak, bir problem olmaz gibi geliyor ama…

SAKİNE ÖZ (Manisa) – Muradiye beldesi var hemen de şehrin dibinde.

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Ama şöyle söyleyeyim: Bakın, bu gibi yerler, mesela Manisa, Amasya, Trabzon gibi şehirler şehzade şehridir. Evet, şehzade şehridir ama Osmanlı Devleti’nde de -belki anlatmadığım kısım budur, bir de bu eyalet sistemiyle bağlantılı- mesela buralar sancaktır, “şehzade sancağı” denir biliyorsunuz. Şehzadeler on iki yaşından sonra bu şehirlere gönderilir. Orada tıpkı İstanbul’daki gibi bir sistem kurulur, divan vardır, diğer yönetimi tam olarak vardır. Âdeta devlet yönetiyorlarmış gibi yetiştirilirler. Daha sonra da, padişahın vefatından sonra, gösterdiği performansa ve İstanbul’daki devlet adamlarının bu şehzadeye olan bakış açıları çerçevesinde öncelikle onlara yazı gönderilir, o İstanbul’a doğru yola çıkar. O İstanbul’a gelmeye yakın bir dönemde öteki şehzadelere mektup gönderilir. Dolayısıyla, kimin tahta çıkacağı bir yerde belirlenir. Böylece tahta çıkar yeni şehzade, padişah olur. Bu şekilde devam eder sistem.

Dolayısıyla şehzade kelimesi pek uygun düşmez diye düşünüyorum ama buna benzer birtakım yer adlarını da eğer arzu ederseniz, ben size bir sürü tarihî dokuyu ortaya koyacak isim vereyim. Bu bir gelenektir bizde.

Mesela Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiğimizde, Asya’daki birtakım yer adlarını biz Anadolu’ya vermişiz. Mesela, Uludağ demişiz, Aladağ demişiz, Mezitli demişiz, Ahlat demişiz, Talas demişiz, Bayat demişiz, Sincan veya Aksaray demişiz. Yani buna benzer çok isim var. Ama bir şey daha var, bunları mesela Anadolu’dan Rumeli’ye nakledildikten sonra Yörükler oraya yerleştirilince, Yörükler de Anadolu’daki kendi gittikleri yerin adını oraya vermişler. Mesela köyler kurmuşlar, Saruhanlı demişler, Balıkesirli demişler, Germiyanlı demişler, buna benzer birtakım isimleri de Rumeli’ye vermişler.

BAŞKAN – Sayın Hocam, takdirinize bırakarak…

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Bitiriyorum Sayın Valim.

Çok teşekkür ediyorum, sabırlarınızı taşırdım ise özür diliyorum.

BAŞKAN – Sayın Hocam, yarın da davet ediyoruz sizi.

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Sonuç olarak şunu ifade edeyim, sözlerime son veriyorum, hepinize sabırlarınız için teşekkür ederken:

Siyaseten söyleyeceğim demiştim. Mahallî idarelerle ilgili bu yasa tasarısı birtakım sıkıntıları yarın doğuracaktır diye düşünüyorum. Bunun başında, seçilecek belediye başkanına valilinin de birtakım görevlerinin verilmesi son derece sakıncalıdır. Valiyi bir kenara atacak daha sonraki bir yapılanmanın da temelini teşkil eder diye düşünüyorum. Belediye hizmetlerini yerine getirenlerle merkezî hükümetin kararlarını uygulayacak olanların birbirinden farklı olması ve belli bir eğitim sistemine tabi olması gerekir. Seçilecek kişinin eğitim düzeyi farklı olabilir, çünkü halk seçiyor, kimi seçeceğini o bilir. Ama atanacak kişinin belli bir tecrübeye, silsileimeratip dediğimiz liyakata bakması birinci derecede önem taşır. Bir bölgenin yönetimini bilen insanla bilmeyen insanın o bölgeyi yönetmesi farklıdır. Dolayısıyla bunu göz önüne almak gerekir bu mahallî idareler meselesini belirlerken.

İkincisi: Mümkün olduğunca merkezileştirmek yerine, bir ili düşünün, daha bölgesel yerlere verilecek yani daha yaygın hâle getirilecek bir idari anlayış hizmetin daha hızlı yürümesini sağlayacaktır. Mesela, Kayseri’de Pınarbaşı bugün birçok ilden daha fazla bir yüzölçümüne sahiptir. Yüz küsur köyü vardır ve bunların yollarının yapımını kim üstlenecektir? 12 bin nüfusu vardır, 12 bin nüfusa göre vereceğiniz veya merkezî belediyenin vereceği bir meblağ Pınarbaşı’nın ne kadar doğru yönetilmesini sağlayacaktır? Bütün bunların göz önüne alınması gerekir, coğrafyanın göz önüne alınması gerekir.

Osmanlı bile, bakın, yol sisteminde, İstanbul’dan Balkanlara doğru giderken “sağ kol, orta kol, sol kol” demiştir ve bunlar arasında coğrafyanın durumuna göre üç saat ile on iki saat arasında menzil noktaları belirlemiştir, yani konaklama noktaları belirlemiştir. Bu menzil noktalarında yolun yoğunluğuna göre at beslenmiştir. Beslenen atların mükellefiyeti o bölgenin köylülerine verilmiştir “menzilci” adı altında. Buna karşılık da devlet bunlardan birtakım vergileri almamıştır. İşte hızlı haberleşmenin temelinde bu yatmaktadır. Anadolu’da da aynı, sağ, sol ve orta kol vardır. Dolayısıyla, coğrafi durum mesela bu yapılanmada büyük önem taşımıştır. Şöyle düşünün: Hepinize kolay gelebilir “Kanuni Sultan Süleyman on üç sefere çıktı.” diyebilirsiniz, evet. Ama en az 140 bin ile 200 bin kişilik bir orduyla çıkıyor. İstanbul’dan çıkan 200 bin kişilik ordu nereye gidiyor? Viyana önlerine gidiyor. Orduda atlı asker sayısı, süvari sayısı Osmanlılarda en az 130 bindir. Bu 160 bine kadar da çıkmıştır akıncılarla birlikte. Şimdi şöyle düşünün: 130 bin atın ve üstündeki insanların su ihtiyacını nasıl karşılayacaksınız? 130 bin at birdenbire su içmek isterse hangi nehir dayanır, bir düşünün. Dolayısıyla, işte Osmanlı bunu başarabilmiştir. Bu kadar insanın karnını doyuracağı, yakacağı odundan hayvanların samanına arpasına kadar nasıl o lojistik destek verilmiştir?  Bakın, birileri de ya “Tarhuncu zamanında ilk bütçe ortaya çıkmıştır.” diye. Öyle bir şey olabilir mi? Düşünün, bir devlet Tarhuncu zamanı ne döneme gelir? 1650’dir. Peki, 1300’de kurulan Osmanlı Devleti üç yüz elli sene bütçesiz mi yaşamıştır? Bu kadar saçmalık olabilir mi? Tabii ki Osmanlıların bütçesi vardır. Hatta saraya alınması gereken çamaşır leğenlerinin bile kaydı vardır. Kaça alınmıştır, nereye kaydedilmiştir hepsi vardır. Öyle saçma şey olabilir mi? Dolayısıyla Osmanlı Devleti eğer altı yüz yirmi dört sene ayakta kalmışsa hem Selçuklu’nun tecrübesini hem de daha önce o bölgede kurulan diğer devletlerin tecrübelerini alarak böyle bir devlet hâline gelmiştir, üç kıtaya hükmedebilmiştir.

Düşünün, İstanbul’dan Erzurum’a eğer bir haber gönderecekseniz, az önce söylediğim menzil sisteminde ne kadar sürede gidiyor biliyor musunuz? Üç günde Erzurum’da oluyor. Şimdi bunu nasıl başarmıştır Osmanlı Devleti? Osmanlı bütçesine baktığınız zaman, bütçenin beşte 1’i bu haberleşme sistemine ayrılmıştır. Özelleştirilmiş bir kısmı olmasına rağmen, yani vergi toplanmayıp atların beslenmesi, bakımı, tımarı, her şeyi köylülere bırakılmış olmasına rağmen bütçenin beşte 1’i buna ayrılmıştır. Bütçenin beşte 1’i Osmanlı Devleti’nde… Süleyman Sudi Efendi’nin “Defteri Muktesit” adlı kitabında yazar bunlar, tek tek yazmıştır. Osmanlı Devleti, gerçekten, Roma Devleti’yle de mukayese ettiğinizde “altın oran” dediğimiz en iyi yönetim biçimini dünyada koyan devlettir. Altın oran, adalet, eşitlik, sosyal meseleler, bütün bunları biz çizgi, oran çizgisi altında toplarsanız o çizgiye en yakın sistemde götüren devlettir. Beşte 1’i bütçenin sosyal meselelere ayrılmıştır. Nedir bu? Aynen şunu yazar Süleyman Sudi: “Kârı kisbden mahrum olanlarla…” Şu anlama geliyor kâru kisbt: Herhangi bir işi gücü olmayıp herhangi bir kazancı olmayanlarla. Bugünkü İşsizlik Sigortası. “Kârı kisbden mahrum olanlarla kimsesiz dul ve yetimlerin iaşe ve ilaç bedelleri karşılığı olmak üzere.” Bakın, bir devletten bahsediyoruz ve bizim devletimiz. Bütün dünya bu devletten, yönetiminden, tecrübelerinden faydalanıyor Türkiye Cumhuriyeti olarak biz faydalanmıyorsak bize çok yazık.

BAŞKAN – Hocam, çok teşekkür ediyoruz. Aslında yarın da inşallah…

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Hepinize teşekkür ediyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Çok teşekkür ediyoruz Hocam, ağzınıza sağlık, sağ olun.

 

 

.

BAŞKAN – Buyurun Hocam.

Açmayacağım şeyinizi… Oradan söyleyin…

(Ses kaydının olmadığı bölüm)

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Sayın Bakan, bir de bununla bağlantılı olarak hazır söylemişken ifade edeyim: Şimdi, 1923 yılında biliyorsunuz mübadele kabul edilmişti Yunanistan’a gidenler vardı, oradan gelenler vardı ve Lozan Anlaşması çerçevesinde, bu mübadele anlaşmasında buradan giden Rumların tekrar mübadil olarak gittikleri bu topraklara gelip bu toprakları satın alamaması hükmü var ama arazi satışlarında bu dikkate alınmadı. Hiç olmazsa bu kanun çerçevesi içerisinde bunu da dikkate alarak birtakım kısıtlamaların getirilmesi gerekiyor.

İÇİŞLERİ BAKANI İDRİS NAİM ŞAHİN (Ordu) – Lozan hükümleri bunu sağlamıyor mu?

YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) – Hayır sağlamıyor.

Şöyle: Buradan yeni bir kanun çıkınca o kanun çerçevesinde, isterlerse mübadil olarak giden Rumların geri gelip burada o arazilerini tekrar alabilme hakları doğuyor.

BAŞKAN – Sağ olun Hocam, teşekkür ederiz bu aydınlatmanız için.

 

YUSUF HALAÇOĞLU Tarafından Yapılan Meclis Konuşmaları

TÜRKÇE DIŞINDA BİR BAŞKA DİLDE SAVUNMA

Bir ülkede kendi içinde bile 21 Aralık 2012Detay İçin Tıklayınız

10 KASIM

Atatürk'ün, h10 Kasım 2012Detay İçin Tıklayınız

YEREL YÖNETİMLER YASASI

Bunu17 Ekim 2012Detay İçin Tıklayınız

BALKAN SAVAŞLARI

Tarihte gördüğümüz gibi bir d09 Ekim 2012Detay İçin Tıklayınız

YARGI PAKETİ

Adalet iktidarla veya muhalef01 Temmuz 2012Detay İçin Tıklayınız

YARGI PAKETİ

Aslında istiklal mahkemeleri 01 Temmuz 2012Detay İçin Tıklayınız

CEZA MUHAKEMESİ KANUNU

“Mülk” dediğiniz 30 Haziran 2012Detay İçin Tıklayınız

İNSAN HAKLARI KURUMU

Bu kurumun gerçek işlevini ye20 Haziran 2012Detay İçin Tıklayınız

İNSAN HAKLARI KURUMU

Bu kurumun gerçek işlevini ye20 Haziran 2012Detay İçin Tıklayınız

KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU

Dolayısıyla, 14 Haziran 2012Detay İçin Tıklayınız

KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU

Bu sistemi ku13 Haziran 2012Detay İçin Tıklayınız

YABANCILARA MÜLK SATIŞI

Bakın, ülkenin yüzde 10&rsquo03 Mayıs 2012Detay İçin Tıklayınız

YABANCILARA MÜLK SATIŞI

Yarın da bunun huzuru mahşerd02 Mayıs 2012Detay İçin Tıklayınız

KATMA DEĞER VERGİSİ KANUNU

Değerli milletvekilleri, düşünün ki bir ülk22 Mart 2012Detay İçin Tıklayınız

Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi

Sadece bu dünyada değil, öbür dünyada Allah’a karşı da sorumluluğunuzu göreceksiniz. Bu toplumu, bu milleti bu hâle sokmak hakkı kimse tarafından size verilmemiştir

16 Şubat 2012Detay İçin Tıklayınız
Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu Tasarısı

“Anayasa” dediğimiz yasa, kanunların üstünde olan yasalardır. Bir kanunla Anayasa’yı değiştirmeniz veya Anayasa’nın üstüne çıkmanız mümkün değildir

19 Ocak 2012Detay İçin Tıklayınız
Türkiye'nin kapalı Maraş bölgesini Rumlara verme gibi bir düşüncesi tamamen uluslararası hukuka aykırıdır

Vakıf emlak yağmasının önemli bir bölümünü oluşturan ve 1913 yılında gasbedildiği tespit edilen Kapalı Maraş bölgesindeki taşınmazlar Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa vakıflarına aittir. Bununla ilgili belgeler, on sene önce Maraş bölgesinde bir otel

04 Ocak 2012Detay İçin Tıklayınız
KKTC'NİN SU İHTİYACININ KARŞILANMASI

1571’de Kıbrıs’ın04 Ocak 2012Detay İçin Tıklayınız

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Kazakistan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesinin İşleyişine Dair Anlaşma

Türkiye’nin Türk cumhuriyetleriyle maalesef son zamanlarda yakından ilgilenmediğini görüyoruz ve Hükûmet Programı’nda bu konuda ciddi maddeler yer almamaktadır

03 Ocak 2012Detay İçin Tıklayınız
SOYKIRIM İDDİALARI

Katillere saldıranlar bile idam edilmiş.

22 Aralık 2011Detay İçin Tıklayınız
Atatürk Kültür Dil ve Tarik Y. Kur, Atatürk Araş. Mrk. AKM, TDK, TTK Bütçeleri

Hem “Tümüyle askerî darbe kanunlarından ve Anayasası’ndan kurtulalım.” diyeceksiniz  hem de o dönem kanunlarından daha kötü bir kanun hazırlayacaksınız. Aslında yapılması gereken Atatürk'ün kurduğu Türk Tarih Kurumu ile Tür

09 Aralık 2011Detay İçin Tıklayınız
2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU

Dünyanın hiçbir ülkesinde, bi09 Aralık 2011Detay İçin Tıklayınız

Gündem Dışı Konuşma

Kayseri Milletvekili Halaçoğlu Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki terör olaylarıyla ilgili konuştu

15 Temmuz 2011Detay İçin Tıklayınız
DİYARBAKIR SİLVANDA ŞEHİT OLAN 13 ASKERİMİZ

Tarihçi kimliğimle de şunu özellikle belirtmek isterim, Atatürk’ün sözü: “Tarih, ihtiyatsızlar için merhametsizdir.”

15 Temmuz 2011Detay İçin Tıklayınız